Ali Uğur ile Konuşma

Görüntü yönetmeni Ali Uğur

Ahmet Soner /

6 Ocak 1999 Çarşamba günü Cumhuriyet Gazetesinin sanat sayfasında Turhan Gürkan’ın “Sinema 40 Yıllık bir Kamera Ustasını Yitirdi” başlıklı anma yazısını görmeseydim Ali Uğur’un Fethiye’de sessiz sedasız öldüğünden hiç haberim olmayacaktı. Televizyon kanallarındaki haber programlarının yer vermediği bu ölüm haberine diğer gazetelerde de rastlamadım. Bu yüzden Gürkan’ın hiç üşenmeyip hazırladığı yazı için kendisini kutluyorum. Adı geçen yazıdaki bir kaç yanlışlığı da düzeltmek gereğini düşünüyorum.

Yazıda kullanılan fotoğraf “Yedi Dağın Aslanı” değil “Aç Kurtlar” filminin ka-mera arkası çekimlerinden… Tarih ise 1966 değil, 1969 olacak.

Duygu Sağıroğlu’nun yönettiği “Bitmeyen Yol”un kameramanı Ali Uğur değil, Orhan Çağman… Ali Uğur, Duygu Sağıroğlu ile tek bir filmde bile çalışmamıştır.

Lütfi Akad’ın yönetttiği “Ana” adlı filmin de Ali Uğur’la ilgisi yoktur, filmin kameramanı Cengiz Tacer’dir.

Yazıda Ali Uğur’un “150 dolayında” sinema filmi çektiğinden söz edilmektedir. Ali Uğur 1956’dan 1994’e kadar tam 137 film çekmiştir (99’u siyah-beyaz, 38’i renkli).

Yılmaz Güney belgeseline başlamadan önce mutlaka görüşülmesi gereken kişilerin listesini çıkarmıştım. Yüz kişiyi aşan bu listede yönetmenler, oyuncular, yapımcılar, ışık ve set teknisyenleri, senaristlerin yanında kameramanlar da vardı. Yılmaz Güney ile birlikte en çok çalışmış olan kameramanlar Ali Uğur (13 film) ile Gani Turanlı (12 film) idi. Ne yazık ki ikisi de sinemayı bırakmış, İstanbul’u terketmişlerdi. Ali Uğur Fethiye’de, Gani Turanlı Bodrum’da yaşıyorlardı.

1994 yılında iki görüntü yönetmenine de telefon etmiş ve kendileriyle çekim yapmak istediğimi söylemiştim. İstanbul’a gelecek olurlarsa mutlaka beni aramalarını rica etmiştim. Aradan aylar geçiyor, ikisinin de yolu İstanbul’a düşmüyordu. Yaklaşık elli kişiyle çekim yapmıştım bu arada. Filmin tamamlanması için mutlaka Ali Uğur ve Gani Turanlı ile çekimler yapmam gerekiyordu. Bütçemiz çok sınırlıydı. Sonunda karar verdim. Bir araba kiralayıp 24 Şubat 1995 Cuma gecesi dört kişilik bir ekiple yola çıktık. Sabah Adana’ya varmıştık. Yılmaz Güney’in doğduğu Yenice köyünü, babasının mezarını çekip tekrar Adana’ya döndük. Kolonyacı Şükrü’yü bulup çekim yaptık. Cumartesi günü akşama doğru Tarsus’a uğrayıp Danyal Topatan’ın mezarını aradık. İki mezarlıkta da Danyal Topatan’ı hatırlayan birine rastlayamadık. Zaten hava kararmıştı artık, sahil yolundan Antalya’ya doğru yola koyulduk. Pazar sabahı çok erken saatlerde Fethiye’ye varmıştık. Ali Uğur’un adresini aramaya başladık. Bulamayınca telefon edip uyandırdık kendisini. Nerden aradığımı sorunca tarif ettim, “Şimdi geliyorum” dedi. Az sonra sokağın başında göründü. Sarılıp öpüştük. Oruç tuttuğu için akşam geç yattığını, bu yüzden uykusunu alamadığını söyledi. Onu arabamıza alıp sahile indik. Bir kahveye gidip oturduk. Biz tost yiyerek çay içerken o tedirgindi, Ramazan ayında oruç tutmayan konuklarından utanıyor gibiydi. Birden 23 yıl geriye döndüm. Vedat Türkali’nin yönettiği “Kopuk” adlı filmi de Ramazan ayında çekmiştik. Ali Uğur o sıralar sadece oruç tutmuyor, 5 vakit namaz da kılıyordu.

Deniz kıyısında Ali Uğur’la birkaç çekim yaptık: Limanda yürüyüşünü, balıkçılarla selamlaşmasını… Yağmur başlayınca onun işlettiği Yeşilçam pansi-yona gittik. Hiç müşteri yoktu pansiyonda. Bize anahtarın yerini gösterdi, “İstediğiniz zaman gelin, hangi odayı beğenirseniz gidip yatın” dedi. Kamerayı balkona kurup çekime başladık. Önce sinema hevesinin nasıl başladığını sordum.

Ali Uğur: Fethiye’de bir sinema vardı. İlkokuldan kaçıp sinemaya giderdim. O yıllarda sessiz filmler gösteriliyordu, film makinesi elle çevriliyordu. Sinemaya öyle düşkündüm ki, kendi kendime hayali filmler çekerdim. Basit bir fotoğraf makinem vardı. Arkadaşlardan biri Tarzan olur, bir iple ağaçtan ağaca geçerdi. Bende makineyle onu izlerdim. Zaten bütün günümüzü ağaçlarda geçirirdik, dut ve incir yerdik, icabında yatar uyurduk. Tuvalete gitmek gerektiği zaman bile ağaçtan inmezdik, orda hallederdik.

Ortaokul için İstanbul’a gittim. Emin Kalaycı adında bir akrabamız vardı, Rodos göçmeni. Filmlerde başrol oynu-yordu. Onu görmek için film setine gitmiştim, “Öyle Bir Yara” adında bir filmdi. Sonra Sadri Alışık’la “Günahsızlar”da oynamıştı. Faruk Kenç filmin hem sahibi, hem de yönetmeniydi. Beni görünce filmde oynattı, on iki yaşında filandım herhalde. Artist olunca şımardım, okulu bıraktım. Hep Yeşilçam’da dolanıyordum artık.

Ahmet Soner: Peki kamera arkasına nasıl geçtiniz?

Bir gün Faruk Kenç bana dedi ki: “Fiziğin iyi, ama sen kameraman ol. Türkiye’de kameraman kıtlığı var. Büyüyünce filmlerde de oynarsın”. Faruk Kenç o zamanlar 45 yaşında bir adamdı, yaşını göstermezdi. Hayatımda ilk defa bir büyük sözü dinledim, okulu bırakıp Halil Kamil stüdyosuna gittim. O yıllarda (1940’lı yıllar) gerçekten de kameraman kıtlığı vardı. Daha doğrusu bütün kameramanlar Rum, Ermeni ya da Musevi idi. Türk kameraman tek tük… Bir şeyler öğrenmek için usta kameramanların yanına giderdim, ama öğret-mezlerdi. Kameranın vizöründen bile baktırmazlardı. Kedi ciğer bakar gibi u-zaktan kameraya bakardım, el sürdür-mezlerdi. Asistanın görevi kamera sehpası ile aküyü taşımaktı. Arada set fotoğrafları çekerdim. 1956’ya kadar, yaklaşık dokuz yıl böyle geçti. İlk filmi o yıl çektim. Patron ve yönetmen Baki Çallıoğlu’nun “Yangın” adlı filmiydi. Antalya’da çekmiştik. Faruk Kenç ile Özdemir Birsel filmi çok beğenmişlerdi. Ortaokuldan ayrıldım ama, Yeşilçam’da 45 yıl içerisinde birkaç üniversite bitirdim. Şansım vardı, güzel filmler çektim. Metin Erksan’la, Yılmaz Güney’le, Süreyya Duru’yla, Ayhan Işık’la çok güzel filmler yaptık. Tevazu bir yana Yeşilçam’a çok şey getirdik. Kameranın hareket etmesi, parende atması gereken sahnelerde elimizden geleni yaptık sanı-yorum. Büyük bir cesaret vardı bende, heves vardı. Elde kamerayla çok uzun sahneler çektim. Hiç ışık kullanmadan pek çok sahne çektim.

Yanınızda yetişen kameramanları sayabilir misiniz?

Çok genç yaşta kameraman oldum, 23 yaşında… Asistanlarımın çoğu benden büyüktü, yaşlı-başlı adamlardı. Onlara kamera taşıtmaya utanırdım. Yirmiye yakın asistan yetiştirdim, zorla öğrettim her şeyi. Ben herkesin yetişmesini, sanat öğrenmesini, para kazanmasını isterim. Benim asistanlarım öncelikle benim çalımımı kaparlar. Ben kamerayı bir başka türlü tutarım. Yeni doğmuş bir bebek gibi kucağımda taşırım. Kamerayı rasgele bir yere koymam, sağlam bir yere, kuytu bir yere koyarım. Işığa bakarım, gölgeye koyarım, gölge yoksa şemsiye altına koyarım. Kaya Ererez, Dinçer Önal, Sertaç Karan, Muzaffer Turan, Ahmet Demir, İzzet Akay gibi kameramanlar yetiştirdim.

Yılmaz Güney 1971 yılında Ürgüp’te Ağıt’ı çekerken eski günleri anlatmış, özellikle de birlikte çektiğiniz Mağrur ve Sefil (adı sonradan “Zımba Gibi Delikanlı olarak değiştirilmiş) adlı filmden sözetmiş, “Ali Uğur’la birlikte kamerayı sırtımıza vurup belediye otobüsüyle çekime giderdik.” demişti. O günleri bir de siz anlatsanız.

Rahmetli Yılmaz Güney’le İstiklal Caddesi’nde karşılaştık. O sıralar hapisten yeni çıkmıştı. Yeşilçam’da bir olay olduğu zaman hemen dedikodusu yayılırdı. Büyütülürdü, hatta bazı iftiralar da atılırdı. Halbuki Yılmaz mükemmel bir arkadaştı, ahlakı iyiydi. Dürüsttü her şeyden evvel ve sinemayı çok severdi. Kimse ona iş vermediği için çok üzgündü. Teselli ettim Yılmaz’ı, dedim ki: “Ben kameramı alayım. Hemen filme başla-yalım.” Şaşkınlık içerisinde “Biz yaparız değil mi?” dedi. Gidip kamerayı aldım. Duru Film’e gidip, Naci Bey’den de borç bir kutu film aldım. O sıralarda Remzi Cöntürk de Süreyya Duru’nun yanında asistandı. Onu da yanımıza aldık. “Bundan sonra sen asistanlık yapmayacaksın, yönetmensin.” dedik. Çok me-raklı ve kabiliyetli bir arkadaştı. Üçümüz birleştik ve sehpayı Yılmaz Güney omzuna aldı, aküyü yönetmenimiz aldı. Ben de başka yerlerden film almaya bakıyordum. O zaman istediğin zaman film alamıyorsun, bulunmuyor. Zaten bizde de para yok. Açıkçası ben çok film çektim ama paramı sağlam alamadım. Sonuçta filmi aldık, kasetlere taktık, İstiklal Caddesi’ndeyiz. Kamerayı elime aldım, “Başla Yılmazcığım” dedim. Yılmaz bir yerden bir şapka buldu, başına geçirdi ve caddede yürümeye başladı. Ben de beraberinde yürüyorum. Kameraya bakıyor gibi yapıyor, yolda özür diliyor birilerinden, derken Taksim’e geldik. Baktı ki orada bir merasim var, hemen kalabalığın arasına daldı. Orada da bir-iki numara, sinema cilvesi yaptı. Biz beraber saklambaç oynar gibi filme devam ediyoruz. Sonra Yılmaz’la Remzi Cöntürk kafa kafaya verip, bir şeyler konuşuyorlar. Ardından Dolmabahçe’ye geçtik. Orada da hem yürüyor hem film çekiyoruz. Filmde zaman geldi Yılmaz, çok sıkıntılar çekti, parasız kaldı, aç kaldı. Ama namuslu çocuktu. Cebinde para olsa aç olan birisine verip, kendisi yine aç kalacaktı. Dolmabahçe sahilinde sanki denizle konuşuyormuş gibi oturu-yor. Başbaşa kalınca birbirimize bir şey anlatmıyorduk ama birbirimiz anlıyorduk. Yılmaz bir yere oturduğu zaman ben de oturuyordum. Sanki senkron oluyordu, sessiz bir dünyaydı bu. Ve Yılmaz oturmuş denize bakıyor. Bir taraftan da ayalar geçiyor kameranın önünden. Yılmaz yüzüyle birçok şey veriyor. Ben biraz daha yaklaşıyorum Yılmaz’a. O anda “Buldum” diyor Yılmaz. Onun gözüyle bakıyoruz: 5 lira var yerde. Yılmaz ona bakıyor, o Yılmaz’a bakıyor. Gözünde büyüyor para. Sanki onunla konuşmaya çalışıyor. Yılmaz çok güzel mizansenlerle paraya yaklaşmaya çalışıyor. Elini paraya uzatı-yor. Bir de bakıyoruz paranın üzerinde bir ayak Yılmaz adama bakıyor, adam Yılmaz’a bakıyor, ayağını çekmiyor. Kısacası orada da çok büyük bir oyun yapmıştı. Çok şaşırdım ve çok tesir altında kaldım. Sonuçta imkansızlıklar içinde çok güzel bir film yapmış olduk.

Bizim en büyük acımız da elimizde negatifimizin olmamasıydı. Mesela filmlerden kalma, parça filmler vardı bende, amors. Veya kameraman arkadaşlarda biraz film alıyorum. İçinde Rus filmi, Fransız filmi, Kodak, parça parça filmler vardı. O kadar önemli sahneler çeki-yoruz, Fransız filmi ise renkler biraz gri çıkıyor, Rus filmiyse başka renk, Kodaksa yine farklı bir renk. İşte böylece bir tarafı değişik bir markayla, diğer tarafı değişik bir markayla çekilmiş, delişmen bir sinema oluyor.

Yılmaz Güney’le 13 filmde birlikte çalıştınız. Bu filmlerden dördünü Yılmaz Atadeniz, üçünü Lütfi Akad, ikisini Mahmut Aslan, birer filmi de Murat Arıburnu ve Ümit Utku yönetmiş. “Zımba Gibi Delikanlı”nın yönetmeni Remzi Cöntürk olarak yazılmış. Geriye kalan son film Yılmaz Güney’in yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncu olduğu “Aç Kurtlar”… Bu filmden söz etsek.

Rahmetli Yılmaz Muş’ta askerlik yapı-yordu. Biz de ekip olarak, “Aç Kurtlar” filmi için oraya gittik. Bende o zaman Debri makinesi vardı. Ağırdır Debri biliyorsunuz, 40 kilo civarında. Ve bu karlı havalarda film çekmeye başladık. Mevzu çok güzeldi. Hepimiz canla başla çalıştık ve enteresan bir film oldu. Yılmaz orada hem askerlik yapıyordu, hem de usta yöneticiliğinin yanında sinirli haliyle, kavga dövüş filmi bitirdik. Fakat biraz eksik kaldı film. Dublajda da hatalar vardı. Çünkü askerdi Yılmaz. Rahmetli bana en güzel filmim “Aç Kurtlar” derdi.

Bugüne kadar hiç kimseye anlatmadığınız Yılmaz Güney ile ilgili bir anı var mı?

“Hudutların Kanunu”nu Urfa’da çekmiştik. Geceyarısı otelde silah sesleriyle uyanmıştık. Hemen kapıyı açtım ve Yılmaz’la karşı karşıya geldim. Orada kendimi vurdum demesi çok mühimdi. Herkes anlayamaz bunu, Yılmaz’la arkadaşlık yapanlar anlar. Çok enteresan bir arkadaştı ve sinemayı çok seviyordu. Çok şeyler yaşıyor ve yapıyordu. Yaptıklarının altında mutlaka bir şeyler vardı. Yılmaz Güney’i herkes anlayamazdı. Onun yaşadığı bir dünya vardı. Biz yakın arkadaşları olarak onu anlardık. O da bizleri anlardı. Biz hep sinemayı düşünen, insanları düşünen, sevgiyi düşünen arkadaşlardık.

1963 yılında yapımcı, yönetmen ve ka-meraman olarak bir film çekmiştiniz: “Sabah Olmasın”. Sonraki yıllarda yönetmenlik yapmayı hiç düşünmediniz mi?

Düşünmez olur muyum! Ama bugüne kadar gerçekleştiremedim. Elbette yapmak istediğim filmler var. Özellikle Fethiye’de yaşanmış bir öyküyü çekmek istiyorum, balıkçı Kerimaçi’nin öyküsünü… Adı Kerim, ama Rumlar Kerimaçi diyorlar. Benim çocukluğumda yaşanmış bir öykü bu, o zamanlar hep duyardık adını, efsane olmuştu Fethiye’de. Bir mektup bırakıp ölmüştü Kerimaçi. Ama kırk yıl denizde yaşamış, karaya ayak basmamıştı. Çünkü toprağa lanet etmişti, küsmüştü. Sandalında yaşıyor, balık tutuyordu. Ekmeğini dostları götürüp denize doğru eğilmiş çamlara bir çıkın içinde bağlayıp bırakıyorlardı. Bu filmi çekmek isterim.

Sinemamız az gelişmiş olduğundan çekim sırasında can güvenliği tedbirleri alınmaz. Çalışan insanlarımızın çoğu tesadüfen yaşamaktadır. Sizin başınızdan geçen ilginç olay oldu mu?

Olmaz olur mu! Ölümden döndüm. 20 yıl önce kayıp kız Ayla’nın filmini çekmiştik. Babası Ayla’yı her yerde arar, Yedikule Zindanlarında, bostan kuyularında… Ağzı geniş bir kuyuda çekim yapacaktık. Derin bir kuyuydu, taa Osmanlıdan, belki de Bizanstan kalma. Kuyunun duvarlarında ağaçlar filan vardı. Çürük bir fıçıya girdim, iple aşağı sarkıttılar. Kamerayı çalıştırdım. Fıçı dönmeye başladı, gittikçe hızlanıyor, düşündüm, “ölürken bile film çekiyordu” diyeceklerdi arkamdan. İki-üç saat kadar bir o yana bir bu yana dönüp durdum, içim dışıma çıktı. Sonunda itfaiye geldi. Kancalarla beni yakalamaya çalıştılar. Gözümü çıkaracaklar diye korktum. Sonunda bir kanca fıçıya saplandı, beni yukarı çektiler. Ayağımı yere basınca başım döndü, düştüm kaldım.

İşimiz bitmişti Ali Uğur’la. İzin istedik. “Bu gece kalın” dedi. Bodrum’a Gani Turanlı’ya gideceğimizi söyledim. “Yine geliriz” dedim. Ali Uğur’u son görüşüm olacağını bilmiyordum.

 

ALI UĞUR

1933’de Fethiye’de doğdu, 1998’de Fethiye’de öldü.

Çalıştığı yönetmenler: Süreyya Duru (14 film), Sırrı Gültekin (12 film), Yılmaz Atadeniz (9 film), Yılmaz Duru (8 film), Lütfi Akad (7 film), Kemal Kan (7 film), Metin Erksan (4 film), Nejat Saydam (4 film), Ertem Göreç (3 film), Orhan Elmas (3 film), Orhan Ateş (3 film), Burhan Boran (3 film), Kenan Pars (3 film), Remzi Jöntürk (3 film), Vedat Türkali (2 film), Ertem Eğilmez (2 film), Suphi Kaner (2 film), Halit Refiğ (2 film), Aram Gülyüz (2 film), Yavuz Figenli (2 film), Nişan Hançer (2 film), Behlül Dal (2 film), Baki Çallıoğlu (2 film)

1956’dan 1976’ya kadar 20 yılda 126 film çeken Ali Uğur, son yirmi yılda sadece 11 film çekebildi. Seks filmleri furyasında Yeşilçam’ı terkedip Fethiye’de pansiyonculuk yaptı. 1977-78, 1980-81, 1983, 1985, 1987, 1989-92 yıllarında hiç film çekmedi.

Ali Uğur 1964 yılında 1. Antalya Film Festivali’nde “Acı Hayat”la ve 1967’de 3. Antalya Film Festivali’nde “Zalimler” filmi ile iki kez “en iyi görüntü yönetmeni” seçilmiş ve Altın Portakal’la ödüllendirilmiştir.

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.)