Beşinci Güç

Nezih Coşkun /

5. Güç üzerine yazı yazmadan önce Giovanni Scognamillo ile konuşmaya karar verdim. Scognamillo’nun, Türk Sinemasının en eski ve önemli yazarlarından olmasının yanında, fantastik sinemaya, özelikle bilimkurgu ve korku sinemasına özel bir ilgi duyduğunu tanıyanlar bilir. Ben de 5. Güç üzerine düşüncelerini öğrenmek için kendisini bir arkadaşımla ziyaret ettim. Scognamillo, filmi izlemişti. Nasıl bulduğunu sorduğumda, “filmde çok eğlendiğini” söyledi. Bu filmi izleyip de eğlendiğini söyleyen benim bildiğim iki kişiden biri oldu böylece; diğeri de benim. Bu değerlendirmeyle ortaklaşan naifliğin filmin yönetmeni Luc Besson için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama, ne yazık ki, kapitalist üretim koşullarında pek çok filmi öznel izlenimlerle eleştirmek de olanaksızlaşıyor. Özellikle sinema söz konusu olduğunda, eser bir kere pazara çıkıp diğer metalarla birlikte dolaşıma girdiğinde, yaratıcısından bağımsızlaşıyor. Dolayısıyla, filmi açıklamak, bir anlamda onun metalaşma sürecine ışık tutmakla mümkün oluyor.

Film 23.yy’da geçen bir ‘dünyayı kurtarma’ öyküsü. Korben Dallas (Bruce Willis), kendini emekliye ayırmış bir özel timci olarak New York’ta taksi şoförlüğü ile iştigal etmektedir. Özel yaşamındaki dertlere ek olarak, annesinin dırdırı ve artık göklere taşınan şehrin trafiği ile baş etmek zorundadır. Bu arada bütün bu hayhuya son verecek bir anti-enerji kütlesi de dünyaya doğru ilerlemektedir. Neyse ki evreni kuran ve dengeyi gözeten kadim güçler dünyayı kurtaracak formülü de önceden hazırlamışlardır. Dünyaya yaklaşan şeytani gücü yok etmek için, havaya, suya, toprağa, ateşe ve bilinmeyen 5. elemente ihtiyaç vardır. Bu sır büyük teneke kutulara benzeyen uzaylılar (Mondoshawan’lar) ve bir rahip topluluğu tarafından binlerce yıldır taşınmaktadır. Beşincisi ve diğer 4 element, II. Dünya Savaşı’ndan beri Mondoshawanlarca saklanmaktadır. Bu sırrı, iyilik ve kötülüğün büyük karşılaşması için dünyaya geri getirmek amacıyla yola çıkarlar; fakat gemileri yarım akıllı, paralı terörist uzay yaratıkları tarafından havaya uçurulur. Bu saldırıdan ufak bir organik parça kurtulmuştur. Dünyaya getirilen bu parçadan, bir laboratuvarda, bir kadın yaratılır. Bu mükemmel insan, 5. Element, Leeloo’dur (Milla Jovovich).

Bu sırada, dünyanın askeri güçleri evrenin derinliklerinde kötülükle savaşmaktadır. Fakat, ona en güçlü silahlar bile zarar verememekte, aksine onun gücüne güç katmaktadır. Çaresiz kalan zenci Amerikan başkan rahiplere inanmaya başlar.

Laboratuvardan kaçan Leeloo, New York gökdelenlerinde polisten kurtulmaya çalışırken, Dallas’ın arabasına dalıverir. Gündelik hayatın sıkıntılarından ve yalnızlığından olsa gerek, Dallas, eski günlerin hatırına, bu yarı çıplak kızıl afeti kolluk kuvvetlerinin gazabından kurtarır. İşin bundan sonrası diğer 4 taşı bulup dünyayı kurtarmaktır. Taşlar, ortaçağ tarzında dekore edilmiş bir 23. yy hiltonu olan ve uzak bir galakside bulunan uzay gemisinde konser verecek mavi renkli Diva’dadır. Bu taşları ele geçirmek üzere, devlet tarafından yeniden göreve çağrılan Leeloo’nun koruyucusu Korben Dallas ve Leeloo, sırrın taşıyıcısı Rahip, kötülüğün emrindeki Zorg ve paralı teröristleri otele doğru yola çıkarlar. Korben Dallas, bir radyo tarafından yapılan yarışmayı devletin hile karıştırması ile kazanarak bu yolculuğa çıkmıştır. Yarışmanın şanslı dinleyicisi olduğu için de, radyo programının efemine, fakat tüm kadınların çekici bulduğu, doymak bilmez bir cinsel gücü olan spikeri Dallas’ın yanından ayrılmaz. Böylece, uzay otelinde, medyanın da canlı olarak dünyaya takdim ettiği taşları ele geçirme operasyonu başlar.

Taşları ele geçiren Dallas, Rahip ve Leeloo dünyaya gittikçe yaklaşan kötülüğü yok etmek üzere Mısır’da eski bir tapınağa giderler. Silah ve mermi vardır, fakat mekanizmanın nasıl işlediği bilinmemektedir. Leeloo: “Rüzgar eser, ateş yanar…” gibi bir tüyo verir. Bu tüyodan sonra silah kullanmakta usta olan Dallas 4 taşı çalıştırmanın yolunu bulur. Fakat, silahın çalışabilmesi için üstün varlık Leeloo’ya da ihtiyaç vardır. Uzay otelindeki hayhuyda yaralanan Leeloo, dünyadaki kötülükleri gördükten sonra artık dünyayı kurtarmak istememektedir. Dallas, dünyanın hep kötülüklerle dolu bir yer olmadığını, Leeloo’yu sevdiğini, sevginin bu kötülüklerin karşısında önemli bir güç olduğunu söyler ve Leeloo’yu öper. Aşkı ilk kez tadan Leeloo ikna olur ve dünya kurtulur.

Bilimkurgu yapıtının niteliğini, her ne kadar gelecekteki bir dünyayı anlatsa da, verili olanla, nesnellikle kurduğu ilişki belirliyor. Bu açıdan ele aldığımızda bilimkurgu türünü ikiye ayırabiliriz:

1) Verili dünyayı sorgulayan (Stanislav Lem, Andrei Tarkovski Solaris) ve onun karşısında kendi dünyasını kuran (Ursula Le Guin- Mülksüzler) bilim-kurgu yapıtları.

2) Yaygın türden BK’lar ise, egemen konuma gelen yeni bir sınıfın bir süre sonra tahakkümcü, gelişme ve özgürleşme konusunda kısıtlayıcı olmaya başlamasından sonra; ya da devri kapanmaya yüz tutmuş bir sınıf haline gelip de, kendi kurduğu “dünyanın” içindeki değişimci güçleri önlemek zorunda kaldığı, bu işi yaparken değişimin seslerinden paniğe kapıldığı dönemlerde ortaya çıkmaktadır. Bu alt türden bilim kurgu görünümlü eserleri, bu sınıfın yanında yaşamını sürdüren yazarlar, sanatçılar, düşünürler yazmaktadır. Bu alt türden BK’lar akla ve insana inancı olmayan; geçmişe özlemci, nihilist ve anti-erotik bir tutuma sahiptirler. İnsanlığın mitolojiden çıkışını değil mitolojiye dönüşünü amaçlarlar(Asimov’un romanları). (Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, Der yay., s. 13)

Kısaca özetlediğim öyküsünden anlaşılacağı üzere 5. Güç de ikinci tip bilimkurguya giriyor. “Soap opera” diye anılan bu ürünlerin en ünlüleri George Lucas’ın Yıldız Savaşları (Star Wars) serisidir. Yıldız Savaşları ile 5. Güç’ün birbirine yakınlıkları yalnızca ikincisinin birincisine bol bol gönderme yapmasından kaynaklanmıyor. “Soap opera” bilimkurgular, gelecekte geçiyor olmalarına karşın temel olarak geçmişteki bir dünyayı, üretim ilişkileri ve üretim biçimleriyle, ele alıyorlar. Feodal ya da kapitalist bir düzen sürmekte, bütün o pahalı oyuncaklar da fonda bir süs olarak yer almaktadır.

Yıldız Savaşları’nda evrene kötü imparatorluk güçleri hakim olmuşlar ve bunların karşısında iyi soylular iktidarı ele geçirmek için savaşmaktadır. Luc Besson ise günümüz New York’unu kendi tasarladığı 23. yüzyıl teknolojisi ile yeniden aynı biçimde üretmektedir. Soap opera bilimkurgular diyalektiği inkar ederler. Evrenden temel olan, başından beri kurulu ve işleyen bir denge vardır. Bu dengeden sapma olduğunda iyi kahra.manlar tarafından yeniden kurulmalıdır. Ursula Le Guin’in Yerdeniz Büyücüsü’nde bu tüm çıplaklığı ile anlatılır: Büyücülük, dünyayı ve evreni var eden ve sürekli kılan kadim güçlerin kurduğu dengenin korunması ‘sanatı’dır. Yıldız Savaşları’nda dengeyi yeniden kuracak olanlar ‘güç’ün iyi yönü hesabına çalışan Jedi şövalyeleridir. 5. Güç’te kurulu düzenin devamı ilk çağdan kalma, evreni temel 4 elemente (ateş, hava, toprak, su) bölen düşünceyle sağlanmaktadır. Bu 4 element ve bilinmeyen 5. element kötülüğü yok edecektir. Yukarıda örneklenen tarz insanı nesneleştirmekte, tarihin öznesi olmaktan çıkarmaktadır.

Tarkovski nin, S. Lem’in romanından filme aldığı Solaris’i örnekleyerek iki tür bilim kurgunun karşıtlığını ortaya koymak istiyorum. Solaris’de iki farklı zeka türü, insan ve organik bir ‘okyanus’dan oluşan Solaris gezegeni karşı karşıyadır. Solaris’deki uzay istasyonunda bilim adamları, bu zekayı incelemek ve onunla iletişim kurmaya çabalamaktadırlar. Fakat, hiçbir yöntemle bunu başaramazlar. Solaris’in de, istasyondaki bilim adamları için ürkütücü olabilecek iletişim kurma çabaları vardır. İstasyon sakinlerinin her birinin yaşamında önemli yere sahip, anılarında sürekli canlı tuttuğu insanın kopyasını yaratır, Solaris. İstasyona en son gelen Kelvin için bu insan, intihar etmiş sevgilisi Rea’dır. Kelvin Rea’nın kendisi yüzünden intihar ettiğini düşündüğü için suçluluk duymaktadır. Diğer kozmonotlar Solaris’in hediye ettiği ‘hayal’lerdan kurtulmak istemekte; bilinci gittikçe gelişen ve eski Rea’ntn tüm geçmişini hatırlamaya başlayan kopya Rea’ya bağlanan Kelvin ise sevgilisiyle birlikte dünyaya dönmeyi kurmaktadır. Farklı iki zeka türünün karşılaşması giderek insanın kendi varoluşunu sorgulamasına, bilim adamlarının kendi geçmişleriyle hesaplaşmasına dönüşmektedir.

Bilimkurgu filmlerinin arasındaki nitelik farklılığı filmlerin biçiminde de kendini ortaya koyar. Soap opera’lar yüksek tempolarıyla izleyiciyi yakalayıp filmin sonuna kadar bırakmazlar. Kahramanlarla birebir özdeşlik kurulur. Tür olarak western filmlerinin özellikleri ileriki bir çağa taşınmıştır. İmparatorluk güçleri ile savaşan asi güçlerin askerleri X-wing’lerinde (uzay araçları) John Wayne’in atının üzerinde durduğu gibi görünürler. Solaris’in Yıldız Savaşları ya da 5. Güç’ten ayrılışı hem romanın niteliğinden hem de Tarkovski’nin sinemasından kaynaklanmaktadır. Film ortaya koyduğu sorunsal üzerine düşünmenize izin verir, bunu ister. Kahramanlar yenilmez Jedi Savaşçıları ya da her görevin üstesinden gelebilecek özel timci Korben Dallas gibi mükemmel değildirler; kendi çelişkileri ve eksiklikleri ile varolurlar.

Tekrar yazının başına dönersek, Luc Besson’un kendi kişisel fantazyası 5. Güç pazara çıktığı anda yaratıcısından bağımsızlaşmıştır. 5. Güç’ün metalaşma sürecinde, filmin Amerika da yapılması ve Hollywood yapımları ile Amerikalıların yöntemleriyle rekabet etmenin amaçlanması, bunun filmin tanıtımına da yansıması gibi nedenler vardır. Dolayısıyla film, en başından bu tür filmleri alaya alan bir yönü olmasına rağmen, soap opera bilimkurgu türünün bir örneği olmaya adaydı ve bunu başardı. Pazardaki metalar, masumlukları ya da naiflikleri ile değil, parasal değerleri ile varoluyor.

5. Güç
Yön.: Luc Besson
Oyn.: Bruce Willis, Milla Jovovich, Gary Oldman / 1996 Fransa

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 4. sayısında yayınlanmıştır.)