Kasaba: Taşradan Fotoğraflar

Small Town - Mehmet Emin Toprak

Yusuf Güven /

Bir yere gidemeyen insanları, aynı dönüşümleri tekrarlayan doğası, havada asılı kalmış zamanıyla, Anton Çehov taşra yaşamını öykülerinde derinlikli bir bakışla ve sinemasal bir tarzda anlatır. Sinemasal tarzın da etkisiyle Çehov’u ‘anlamış’ kimi yönetmenlerin sinemasında, Çehov’un taşrasından belli bölümler bulabiliriz. Mihailkov’un, Marcello Mastorianni’nın oynadığı, Çarlık Rusyasının son dönemlerinde geçen, trajik bir aşkı anlatan Siyah Gözler filmini izleyenler, Rusya bozkırında Marcello’nun bir köylünün samanlarla dolu at arabasında yolculuk ettiği sahneleri hatırlayınca yukarıda anlattıklarıma katılacaklardır. Elbette feodal Çarlık Rusyası ile günümüz Türkiye’si çok çok farklıdır, ama, aslında kasabayı kasaba yapan her tarihsel kesitte ve coğrafyada kendini tekrar etmesi değil midir? Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metrajlı filmi Kasaba’yı da hem Çehov’un taşrasını hem de kendi yaşamımdan bazı kesitleri içererek inceleyeceğim.

Çehov’da karakterler ruhlarını aşındıran koyu bir yalnızlık içindeyken bir bilgelik taşırlar. Kimi zaman kendilerine kimi zaman da çevrelerindeki insanlara eleştiri yöneltirler. Kır yaşamından ayrılacakları, düzelteceklerine dair geliştirdikleri umut bizi de sararken bir yandan da gerçekliğini göstererek ayrılamamalarını kavratır… Bu çelişki üzerine kurulu boşluğu olmayan bir nesnelliğin içerisinde dönen her türlü ideal özlemlerini, geçmişlerini konuşan insanlar. Çocuklar belki de Bozkır (A. Çehov Bozkır (Step)’da ilkokula gitmek için amcasıyla birlikte köyünden ayrılan bir çocuğu anlatır. Çocuk bozkırda geçen bir yolculuk yapar.) öyküsünde olduğu gibi aylak yaşamın henüz yutmadığı ve büyüklerin ideal özlemlerinin kaçınılmaz başarısızlığından uzak bir yolculuk yapıyorlar. Kurdukları ilişki doğrudan ve doğanın içinden bir yaşamın dilidir.

Geçen mayıs ayında iki arkadaşımla iş için İzmir’e gittiğimizde bir akşamı bizimkilerle geçirdik. Babam, şehirde yaşamın hızla akıp gittiğini söyledi: “Köyde bir hafta bir ay sürer, bir kış olur 10 yılda bitmez, işte bunun için köye gitmeyi seviyorum.” Benim havada asılı kalmış zamanla anlatmak istediğimi kendine has şiirsel bir tarzla anlatmıştı. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz taşranın ekonomik altyapısıdır. İşler ya mevsimseldir – yılın büyük bir kısmı boş geçer -: Küçük yerlerde oturanların çoğu tarımla uğraşır; ya devlet memurluğu gibi aynı rutinlerin tekrar edilmesinden oluşur; ya da iş yoktur. Kasaba filminde de sokakların verildiği tüm görüntüler de insanlar çok azdır, ekonomik faaliyet yoktur. Hatta, insanlardan daha çok köpekler dolanır ortalıkta.

Dede, sürekli bir şeyler doğrayan babaanne, Emin, karısı, büyük torun Saffet, Emin’in çocukları Asiye ve İsmail arasında geçen aile sohbetinin en önemli yanı – bunu filmden ne kadar çıkarabildiniz bilmiyorum – konuşulanın ailenin bir araya geldiği her zaman aynı olmasıdır: Dedenin Hindistan macerası, Emin’in Büyük İskender’i, Saffet’in bir baltaya sap olamaması…

Bu sohbette köylü şüpheciliğini ve kurnazlığını anlatan bir kısmı buraya aktarmak istiyorum. Emin, bin bir güçlükle okumuş, burslu olarak Amerikalara bile gitmiştir. Fakat, bütün bu çabaların sonunda, kasabaya, başladığı yere geri dönmüş; diğer kasabalılar gibi tarımla uğraşmıştır. Eğitiminin verdiği birikimle tarlaların sulanması için su kanalı yaptırmıştır. Kendinin içten içe Büyük İskender gibi toplumsal bir kahraman olduğunu düşünür. Fakat, en başta kendi ailesi Emin’e şüpheyle bakmaktadır. Saffet, “Kanalın sonunda senin tarlan yok muydu? Amacın kendi tarlana su getirmek değil miydi?”; babası “Okudun ettin de ne oldu? Gene geri geldin aynı şeyleri yapıyorsun.” diye itiraz ederler Emin’e. Köylülerin hep sıcakkanlı, konuksever olduğu söylenir. Bir yanıyla doğrudur, eğer onları arasına geçici bir süre için girdiyseniz. Ama, onlarla birlikte yaşamaya başlarsanız size her zaman şüpheyle bakarlar, çıkarınızın ne olduğunu anlamaya çalışırlar. En ufak bir yargıya vardıklarında da işte hepsi bunun içinmiş derler.

Taşra insanının yaşamını etkileyen, onu dönüştüren filmde de verilen iki dönem vardır: Okul ve askerlik. Kasaba’nın ilk bölümü okulda geçiyor. Nuri Bilge Ceylan, doğal olanı yakalamak istediğini, okulun çocukları doğallıktan uzaklaştırıp büyümeye hazırladığını söylüyor. Ben bu kadarının yeterli olduğunu düşünmüyorum. Okul, bu düzenin, bireylere resmi ideolojinin ilk tohumlarının attığı bir kurumdur. Filmde sınıfta öğretmenin ders kitapları öğrencilere okuttuğu iki pasajın içeriğinde bunu açıkça görüyoruz. Pasajlar “aile” ve “toplum hayatını düzenleyen kurallar”la ilgilidir.

Askerlik taşralının yaşamında diğer önemli bir dönemeçtir. Artık şehirlerde de herkesin tanığı olduğu histerik törenlerle gençler askere gönderilir. Tarih boyunca en çok vatansever de hep köylülerden çıkmıştır. Öte yandan yaşantısını tamamını geçirdiği yelerden ayrılacak genç de çelişkili duygular içindedir. Filmde Saffet bu duygularını şöyle anlatıyor:

“Size şunu söylemek istiyorum. Evet, belki ben bir baltaya sap olamayan sıkıcı ve acınacak durumda biriyim. Tersliğim, uyumsuzluğum canınızı sıkıyor. Galiba hiç bir yeteneğim de yok. Kanımdan başka da verecek bir şeyim… Gençliğim, kimseye gerekli olmayan bir izmarit gibi yok olup gidiyor. Ne bir yuvam, ne dostlarım ve ne de bir işim var. Gençliğimin en verimli çağında bu kasabaya tıkıldım kaldım. Erkekliğim, dinçliğim, kalbim gözümün önünde eriyor. Şunu da söyleyeyim: Askere gitme vakti gelene kadar bu kasabadan kurtulmaktan başka bir şey düşünmedim. Ama, o sabah gelip çattığında beni bu kasabaya bağlayan, o güne kadar göremediğim daha derin bağlar olduğunu hissettim. Çiğ damlalarıyla kaplı kavaklardan havaya ince bir koku yayılıyordu. Nedense o gün bana bu kavakları, çınarları, çamları hayatımda sanki ilk kez görüyormuşum gibi geldi. Sabahın bu erken vaktinde sokaklarda serseri bir mayın gibi dolaşan köpek çetelerinden başka bir şey olmaz. Galiba bu sessiz sabahları, köpekleri, toprak kokusunu seviyorum. Ama bu kasabada yaşayan insanları ve onların küçük hesaplarını anlamıyorum. Yabancı ve boğucu buluyorum. Şimdi söyleyin bana, büyük, ciddi ve herkes için gerekli bir işin yapıldığı bir yerlere gitmek istemekte kötü olan ne var?”

Taşralının, büyük, ciddi, herkes için gerekli bir işin yapıldığı bir yerlere gitme isteğinde her zaman bir sahtelik bulmuşumdur. Taşranın neredeyse tüm insanları (iyice yaşlananlar hariç) hep bir yerlere gitmek istediklerinden söz ederler. Fakat, yaşadıkları yere sonuna kadar bağlıdırlar aslında. Gitmek ancak yaşam koşullarının imkansızlaşması durumunda geçerli olabilir. Belki de sıkıcı yaşamlarını biraz çekilir ve renkli kılabilmek için böyle bir hayale ihtiyaçları vardır. Çehov’un Üç Kızkardeş oyunundaki kardeşler hep Moskova’ya gitmek isterler, ama gidemezler.

Kasabayı farklı bir film yapan öyküsünün kuruluş biçiminin yanı sıra popüler bir sinema dilinin olmayışı. Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğrafçılığı sinemasına da yansıyor. Filmde özenle çalışılmış pek çok fotoğraf karesi var. Fakat, bu fotoğraflar kimi zaman sinemasal anlatımın önüne geçiyor. Örneğin filmde kaydırmanın eksikliğini duydum. (Nuri Bilge Ceylan ile konuştuğumuzda kaydırmayı tercih etmediğini, ‘samimi’ bulmadığını, Avrupa Sinemasının kullandığını söyledi. Ceylan en çok filmlerinde kaydırmayı hiç kullanmayan Japon sinemacı Ozu’dan etkilenmiş.)

Film Nuri Bilge Ceylan’ın anektod dediği üç ana kısımdan oluşuyor: Kasaba’nın okulunun anlatıldığı bölümde yönetmen çocukların gözünden sınıfın her günkü seyri ve bu seyri bozan olayları gösterirken kendisi de gözlem yapar. Öğretmen, bir büyük olarak ne kadar az olayları seçebiliyorsa çocuklar o kadar çok dikkatli ve farkındadırlar. Bu karşıtlık vurgulanır. Yönetmen bu bölümde dışsallığını korur. İkinci bölüm, Asiye’nin kardeşi İsmail’i de yanına alarak kasabadan çıkıp tarlaya gidişleri, doğanın ayrıntılandırılarak gösterildiği, fotoğrafik anlatımın baskın olduğu kısımdır. Çocukların, öğrenme sürecinin de işlendiği, doğayla ilişkileri vardır. Bu yolculukta doğanın insanla ilişkisi ve müdahalelere açık olan çaresizliği Saffet’ in görüntüleriyle kesilir. Saffet’in serseri gezintisi. Çaresizce dolaşması, çevresindeki hareketliliğin çoğu zaman dışında kalması ‘böyle’ bir çağrışıma açıktır. Üçüncü bölümde tarladaki ailenin yanına gelen çocuklar bu kez yapılan sohbetleri dinlerler. Dışsallık kaybolur, yönetmen artık gözlemci değil aileden biridir. Nasıl dinlediklerini ve neler gördüklerini ayırt etmek diğer bölümlere göre mümkün değildir. Çocukların büyüklerden farklı yaşadıklarını anlamak mümkündür. Büyükler, çok konuşurlar ve daha çok kendilerini dinlerler. Filmin ailenin bir araya geldiği tarladaki konuşmalarda, yaşamın ritminin, küçük kıpırdanışların dışında, kendini yeniden ürettiği anlatılırken insan yüzleri çok yakından görülür ancak bu anlatımın atmosfer oluşturmada kullanılmasının yanı sıra fotoğrafsal estetiğinin baskın oluşu da fark edilir. Yönetmenin seçişleri atmosferi ağırlaştırır. Saffet genç ve kayıtsız duruşlu, kadınlar gerginliğe dayanaksızdır, Çocuklarına duydukları özlem, korku ve iç sızlaması üzerine konuşmak isterler, bunları hatırlarlar. Yaşlılar, gündelik uğraşlar/rutinler yaşamın merkeziymiş gibi davranırlar. Nuri Bilge Ceylan, bir aidiyet duygusu uyandırarak çocukluğunu yaşandığı bir kasabayı anlatıyor. Siyah beyaz görüntülerde yoğun emek harcanmış bir çalışmanın izlerini yakalayarak izlemek mümkün oluyor.

Son olarak bu film ve yönetmeni dolayımıyla gündeme gelen ‘samimiyet’ kavramına değinmek istiyorum. Kendisi de taşralı olan ve köyünde sinema yapan Ahmet Uluçay bu konuyu 31.12.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kasaba ve Samimiyet” başlıklı yazısıyla ele alıyor. Uluçay Türk Sinemasının en büyük sorununun para ya da teknoloji değil samimiyetsizlik olduğunu savunuyor ve Kasaba’nın bir çocuğun gözleriyle izlenebilecek bir film olduğunu yazıyor. Benim de Kasaba’nın samimi bir film olduğundan en küçük bir şüphem yok. Fakat, her değerin içinin boşaltılıp pazara sunulduğu bir devirde yaşıyoruz. Ortaya atılan bir kavramı, kendi değerlerimizi, bu çarkın bizi öğütüp posamızı çıkarmasını istemiyorsak, Uluçay’ın yaptığı gibi hem öznel hem de nesnel olarak sonuna kadar savunmak ve içini sürekli dolu tutmak zorundayız

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 4. sayısında yayınlanmıştır.)