Susurluk Filmi

Yusuf Güven /

Giriş: Sinemacıların “Susurluk” Filmi Üzerine Düşünceleri

Susurluk ‘Kazası’ bir yıl önce Türkiye’nin gündemine oturdu. O zamandan beri bu kazada ‘ortaya çıkan’ ilişkiler tartışılıyor. 1 Haziran 1997 tarihli Radikal gazetesinde üç film yönetmenine “bu olayla ilgili olarak nasıl bir film çekersiniz” sorusu yöneltilmiş. Seçilen yönetmenler bugün Türk Sinemasında belli tipolojileri yansıtması açısından önemli: Sinema ile ilişkileri 80’den önce başlamış, fakat kendisinin sayılabilecek ürünleri 80’li yıllarda vermiş Şerif Gören; 90’ların Yeni Dünya Düzeninde şöhreti yaklamış Mustafa Altıoklar; son olarak 1970’lerin Genç Sinema’sından beri tanıdığımız, sinemanın piyasa ilişkilerinden uzak durmuş, bu anlamda kendi tavrını korumuş, belgeselleriyle tanınan Enis Rıza.

Mustafa Altıoklar, medya çağında yaşamanın verdiği bilinçle, politik bir film yapmaktan dem vuruyor (Türkiye’de yükselen politikleşme ve politik film talebinin değerlendirilmesinde ne kadar hızlı olduğunu görüyoruz): “…Ama ilk defa Susurlukta ortaya çıkan devlet mafya iliş-kisi ve bu ilişkiye ülkücü kesimin katılmasıyla politik tarafının da ortaya çıkması başka bir boyut kattı.” Mustafa Altıoklar, Yunanistan ve Costa Gavras filmlerini örneklemekten geri durmuyor, fakat Türkiye’deki kontrgerilla konusuna gelince yapmak istediği filmi Susurluk panayırı üzerine kuruyor.

Üç yönetmen arasında en korkak ve uzlaşmacısı Şerif Gören. Gören filmin absürd komedi olabileceğini söyleyip ekliyor: “…Düşünmek güzel de, çekmek kolay değil. Türkiye’de hala tabuların, örf adet ve geleneklerin hüküm sürdüğünü biliyoruz. Bunları aşamadığınız sürece, hala sansürün olduğu bir dönemde, devlet yurtdışından filmlerinizi engelleyebildiği sürece, bu filmleri çekmek kolay değil… bir uzlaşma sözkonusu olmadan ben o filmlerin de pek hayata geçirilebileceğini sanmıyorum.”

Enis Rıza, Susurluk’tan bahsetmek yerine, bir belgeselle, kontrgerillanın, gizli devletin ya da nasıl adlandırırsak, onun tarihinin ele alı-nabileceğini söylüyor ve bizim için bu yazıyı yazarken çıkış noktası olan bir konuya işaret ediyor: “İnanıyorum ki Susurluk olayının kendisi binlerce Susurluk olayını örtmeye başladı.” Bu örtüyü kaldırmanın yolu bu yapılanmanın mağdurlarından hareket edip ortalıkta dolanan bütün o isimleri, karmaşık ilişkileri somutlaştırmak. Çünkü, bu yapının mağdurları tüm toplum: Uyuşturucu bağımlıları, işkenceye uğrayanlar, yargısız infazlara kurban gidenler, yakınları, Kürtler…

Enis Rıza topluma ve geleceğine sahip çıkmaya çalışan mekanizmanın anlatılması gerektiğini söylüyor: “…Belgeselci olarak esas anlatmakla yükümlü olduğumuz bir işkenceciyi işkenceci yapan, bir uyuşturucu bağımlısını uyuşturucu bağımlısı yapan, her türlü şiddeti meşru kılan işleyişin derinliklerine ulaşabilmek.

Çünkü belgesel, bir olayın çevresinde dolaşır, geçmişini ve geleceğini, o olayın içinde gözükmeyen gizli kahramanları ve bütün gizli bağlarını araştırır. Susurluk olayını kamyon olayıyla sınırlayamayız. Kendi içinde başlayan ve biten bir olay değil çünkü. Bir bütünün küçücük bir parçası olduğunu iyice oturtmak gerekir.”

Bu ropörtajlarla ilgili bir parentez açmak gerekiyor; sorulardan birisi de sansür ve otosansür üzerine. Mustafa Altıoklar bu soruyu otosansür uygulamazdım diyerek geçiştirirken, Gören en aşağılık tavrı sergileyen yönetmen oluyor. Hiç düşünmeden otosansür uygulayacağını söylüyor, gerekçesi ise, zaten devletin sansür etme yetkisi ve ilgili kanunlar var, onların yerine ben kendimi sansürlerim oluyor. Gören’in bu görüşüne yanıtı Enis Rıza’ya bırakalım: “…Ve sansürden daha dehşet verici şeyin otosansür olduğunu düşünüyorum. Çünkü otosansür aydın ve devlet ilişkisinde, toplum ve devlet ilişkisinde de diyebiliriz, özgürlüğün önünü kesen bir uzlaşma, taviz noktası.”

Susurluk olayından sonra gündemi işgal eden bilgiler aslında gizli değildir. Bu ülkede kontr-gerillanın varlığı 1970’lerden beri bizzat devletin en üst kademesindekiler tarafından açıkça tartışılmaktadır. O dönemde Ecevit kontrgerillayı temizleyeceğim iddiasıyla iktidara geldi. Ondan sonra da nedense bu vaadini unutmuştu. Medya gündemi “Susurluk” üzerinde yoğunlaştırdığı için faşişt örgütler, mafya, suç örgütleri devlet (güçleri) ve sermayenin oluşturduğu ilişkiler ağının düzenin işleyişinin önemli bir parçasını oluşturduğu gözden kaçırılıyor.

Gizli devlet örgütlenmelerinin uluslararası boyutu önemlidir. Suat Parlar’ın ‘faşişt-kapita-list enternasyonel’ deyimine katılmamak imkansız. Bu örgütlenmeler işleyişi ve toplumda yarattığı sonuçları bakımından faşişt, bu düzenin devamını sağladığı için kapitalist, tüm dünyada aynı biçimlerde ortaya çıktıkları ve bir merkezden (ABD’den) yönetildikleri için enternasyoneldir.Yazının devamında, ABD’nin müttefiki bütün ülkelerde aynı şekilde ortaya çıkan ‘gizli’ devlet örgütlenmesinin tarihini, sonuçlarını, işleyişini belli filmler üzerinden giderek anlatmaya çalışacağız. Bunun için, Uruguay’daki kontrgerilla örgütünü anlatan Costa-Gavras’ın Sıkıyönetim’ini, bu örgütlerin kullandığı kişileri anlatan Luc Besson’un Nikita’sını, uyuşturucu ticareti ile ilgili veriler sağlayan aynı yönetmenin Leon’unu ve Arjantin’de bir darbenin sonuçlarına değinen Luis Puenzo’nun Resmi Tarih’ini ele alacağız. Bir anlamda bu yazı, ticari kar güdüsüyle ya da baştan bir otosansürle ‘Susurluk’ filmini çekeceklere bizden erken bir uyarı niteliğini de taşıyor.

Costa-Gavras’ın Sıkıyönetim’i Tanıdık Bir Öyküyü Anlatıyor

Sıkıyönetim bizim ülkemizin insanlarına da çok tanıdık gelecek bir öykü. Kapitalizmin faşişt-enternasyonel örgütü dünyanın her yerinde aynı şekilde ortaya çıktı çünkü. Sıkıyönetim’de bu öykünün Uruguay’ın başına gelen versiyonu işleniyor.

1969 Uruguay yarı-askeri diktayla yönetilmektedir. Devrimci gerillalar CIA’in Uruguay’daki en önemli adamını, Philip Mike Santore’yi kaçırmıştır. Gerillarlar Santore’yi sorgulamaya başlarlar. Görünüşte bu adam Uluslararası Kalkınma Örgütü’nün bir ‘uzman’ı olarak çalışmaktadır. Uzmanlık konusu istihbarat ve iletişimdir, hem polis merkezinde hem de ABD elçiliğinde bir bürosu bulunmaktadır. Filmden, Uluslararası Kalkınma Örgütü’nün açık ama-cının ilgili ülkenin kaynaklarının saptanması olduğunu öğreniriz. Tabi bu kaynaklar belirlenmekle kalmaz aynı zamanda Amerikan sermayesini ucuz girdi olarak finanse etmekte kullanılır. Fakat, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, ABD emperyalizmin bu tür girişimlerine o ülkenin solcuları karşı durmuştur, durmaya da devam ediyorlar. Bu noktada, CIA’in ‘gizli’ pasifikasyon uzmanları (Sıkıyönetim filmindeki Mike Santore; bizden bir örnek: ODTÜ’lülerin arabasını yakıp ülkemizden defettiği Kommer) devreye giriyor. Bu uzmanlar ‘enternasyonel’in koordinatörleri ya da yerel yöneticileri mantığıyla dünyanın her yerinde çalışıyorlar. Git-tikleri her ülkede emek çeşitli yöntemlerle mutlaka disiplinize ediliyor. Santore daha önce Brezilya’da bulunmuştur ve Brezilya’ya gelişinin hemen arkasından darbe olmuştur. San Dominik’e darbeden sonra gitmiştir. Bu ülkelerdeki devrimcilerin ve sendikacıların işkence tezgahlarından geçirilmesinden sorumludur.

‘Uzman’ların, öncülük ettiği örgütlenmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında komüzim paranoyası üzerine kuruluyor. İlk önce, komünizm paranoyası yayılan ülkeler, ABD ile anlaşmalar imzalıyor. ABD bütün kurumlarıyla o ülkeye giriyor. Filmde, bir meclis tartışmasında bir milletvekiline, komünizm yardakçısı olduğu yönünde itirazlar geliyor. Milletvekilinin yanıtı tüm süreci açıklıyor: “Burada ideolojiyi değil coğrafyayı konuşu-yoruz, Sovyetler Birliği çok uzak, ama Amerikalılar her yerde.” Arkasından ülkenin seçilmiş kadroları ABD’de eğitime gidiyor. Şimdi cumhurbaşkanı olan Morrison Süleyman, gelişmiş sınıf bilincini, ‘engin deneyimleri’ne olduğu kadar Eisenhover Bursuyla ABD’de sahip olduğu altyapıya da borçludur. Santore’nin sorgusu sırasında, Uruguay’dan ABD uluslararası polis akademisine gönderilen polislerin eğitimini de görürüz. Santore ABD’deyken bu akademinin üst düzey bir eğitim görevlisidir. Dünyanın dört bir yanından gelmiş polisler rahat ve samimi bir ortamda, kendi ülkelerindeki politik durum, ekonomik durum, komünist partiler, sendikalar, öğrenci hareketleri, gerilla hareketleri gibi konular hakkında ABD’li eğitimcilerine raporlar hazırlarlar. Eğitimin diğer önemli bir ayağı patlayıcılarla ilgilidir. Bu tür eğitimlerin işkence ve işkence tekniklerini içerdiğini de, kamuoyunca Manisa davası olarak bilinen olayın sorumlularından birisi kendi ağzıyla itiraf ediyor: “Terörle mücadelede çalışan arkadaşlarımız işkence tekniklerini çok iyi bilen arkadaşlardır. Kime nasıl davranacaklarını iyi bilirler. Bunlar Amerika’da eğitim görmüşlerdir.” [1]

Patlayıcı eğitimi o ülkelere, provokasyon olarak geri döner. Bu darbe şartlarını hazırlamak, ülkenin devrimci güçlerini sindirmek için kullanılan destabilizas-yon yöntemlerinden bir tanesidir. Hem ABD’de eğitilen kolluk güçleri hem de amerikan emperyalizminin temsilcileri yerel faşist güçlerle sıkı ilişkiler içindedir. Bu grup-lar sermaye tarafından alabildiğine desteklenir. Bu topluluğun kurdukları ‘çete’ler, halk üzerinde yoğun baskılar oluşturur, işkence tezgahlarını çalıştırır, cinayetler işler, kitleleri sindirmek için herşeyi yaparlar.

Santore’nin, Gerillalar tarafından sorgusu sürerken, polis de operasyonlara başlar. Bu operasyonlardan en önemlisi polisin üniversiteyi aramak istemesidir. Filmin sinemasal anlatımının en yoğun olduğu sahneyi görürüz. Polis üniversiteseye girmek için hazır beklemekte öğrenciler de polisin karşısında toplanmıştır. En sonunda polis saldırır, üniversitenin avlusuna girer, avluda bir kaç öğrenci yakalanmıştır ve her öğrenciyi 4-5 polis kontrol altına almaya çalışmaktadır. Bu sırada avlunun sağ tarafındaki bir hopörlörden bir müzik duyulur. Bu Che Guevara’ya adanmış Carlos Puebla’nın Hasta Siempre (Sonsuza Kadar) şarkısıdır. Avludaki polislerden bir kısmı öğrencileri bırakıp hopörlöre saldırır. Fakat hopörlör biraz yüksekte olduğu için susturmak için akrobatlık yapmak zorunda kalırlar. Hopörlör susturulunca bu kez tam karşı taraftan yine aynı müzik duyulur. Polisler müziğin geldiği yöne saldırırlar…

Mike Santore, herşeyin aydınlandığı, sonun beklendiği süreçte “ne yapacaksınız?” der. “Sizinkilerin ne yapacağına bağlı” yanıtını aldığında, bütün hayatını adadığı pislik düzeninin nihayetinde bir hiç olduğunu bildiğinden, “onların ne yapacağını biliyorum, önemli olan sizin ne yapacağınız” der. Sorgulama bittiğinde gerilla ‘böylesi bir yaşam’ı ‘niye’ seçtiğini sorunca, gerçek insanların her zaman seçim yaptıkları yanıtını alır. Elbette seçim bir dünya görüşünden kaynaklandığı ölçüde özgürleştirir. Ama, bu noktada bile insanlara bakışında sınıfsal bir ayrım yapan ajan, halk nezdinde işçi sınıfını küçümseyip onların seçimsiz, özgürlüksüz olduğunu belirtir. Gerillanın yanıtı “biz gerçek insanlardan değil, yaşayan ve insan olduğu içim güzel olan herşeye layık insanlardan sözediyoruz”dur. Gerilla, bütün bunları niye yaptığını sorunca da, “siz hristiyanlığın insan anlayışını ve varlığını tehdit edi-yorsunuz” diyerek, bütün pisliğe bulaşmasını kendisiyle tamamen çelişerek temizlemeye çabalar.

Filmin, diğer önemli bir kısmını hükümet ve mecliste olanlar oluşturuyor. Bir bakanlar kurulu toplantısı öncesinde hükümet binasına gelen bakanları görürüz. Her birini tek tek tanırız. Bu adamlar, ABD ortaklı şirketlere, bankalara ve gazetelere sahiptirler. Hükümetin tek çulsuz bakanı içişlerinden sorumludur, o da askerdir.

Sıkıyönetim filminde anlatılan ilişkiler ya da kontrgerilla gizli olmadığı gibi; bu yapılanma ve onun mağdurları ulusal meclislerin de gündemine defalarca gelmiştir, bu konuda komisyonlar kurulur, raporlar açıklanır. Filmde, Uruguay meclisi işkence komisyonu raporu:

“1. İşkencenin ülkemizde sistemli bir şekilde uygulanmakta olduğu kanıtlanmıştır.

2. İşkence görenler arasında daha sonra mahkemece yargılandığında beraat edenler olduğu gibi hiç bir yasal işlem yapılmadan gözaltına alınıp aylar sonra yasa karşısına çıkarılmış olan masumlar da bulunmaktadır.

3. İşkenceye maruz kalan kişiler arasında en çok sendika liderleri ve öğrenciler bulunmaktadır.

4. Ülkemizde işkencenin bulunmadığını iddia eden yetkililerin sözlerini ciddiye almak mümkün değildir. Ancak, hiç birinin bunu itiraf etmesini beklemiyoruz. Çünkü böyle bir şey güvenlik örgütünün içinde, hükümetten bağımsız ve dışında, başka güçlerin var olduğunu kabul etmek anlamına gelecektir…”

Gladio’nun Kurbanları, İtirafçılar: Nikita

Luc Besson iki filmi, Nikita ve Leon Sıkıyönetim ve Resmi Tarih’in belgesel yanını taşımıyor, daha çok aksiyon filmleri; fakat gizli devlet örgütlenmelerinin kullandığı insanları ve bu örgütlerin nasıl finanse edildiğini anlatmak için önemli bu filmler.

Avrupa’da kurulan gizli devlet örgütlenmeleri genellikle Gladio adıyla anılıyor. “Kurt Adam” projesinin Gladio’ya esin kaynağı olduğu sanılıyor. Ancak, Gladio projesinin arka planında Nazi istihbaratının efsanevi ismi General Gehlen var… Gehlen, Sovyetler Birliği’nin yokedilmesine gelecekte ABD’nin öncülük edeceği inancıyla ABD istihbaratı OSS ile temasa geçiyor. Bavyera’daki merkezde sakladığı Sovyetler Birliği ve Doğu cephesine ilişkin bütün belge ve bilgileri ABD’nin “ilgisine” sunuyor. Amerika’ya götürülen Gehlen, Gladio ağı-nın oluşumunda belirleyici rol oynuyor. ABD gizli servisi OSS ve sonrasında CIA örgüt ideolojisi, kadrolaşma ilkeleri ve yöntemleri anlamında Nazi İmparatorluğu’nun mirasına sahip çıkıyorlar.” [2] Gladio örgütlenmeleri Nato ile birlikte tüm Batı Avrupa’ya ve bu arada Türkiye’ye de yayılıyor. Nikita’nın geçtiği Fransa bir ara Nato’dan ayrılmasına rağmen Gladio örgütlenmesinden ayrıl(a)mıyor.

Gladio, provokasyon, suikast, adam kaçırma gibi destabilizasyon eylemlerini gerçekleştirecekleri -bu eylemler yerel devrimci güçlere ve Doğu Blokuna karşı yapılıyor- yerel faşist güçler ve aşırı şiddete eğilimli suçlular arasından seçiyor. Nikita filmi, böyle bir kadının öyküsünü anlatıyor (Nikita aynı zamanda filmin kadın kahramanın da adı, Anne Parillaud oynuyor). İçinde uyuşturucu bağımlısı Nikita’nın da bulunduğu bir gençlik çetesi bir soygun sırasında kıstırılır. Nikita, dışında herkes polis tarafından öldürülür. Nikita çıkarıldığı mahkemede ömür boyu hapse mahkum edilir. Fakat, hem mahkemede hem de sorgusu sırasında sergilemiş olduğu şiddet, Gladio’nun dikkatini çekmiş olacak ki, hapishaneden ajan olarak eğitilmek için kaçırılır. Nikita’nın sorumlusu adından Amerikalı olduğunu anladığımız bir (Bob) ajandır. Bob kendini devletin bir görevlisi olarak tanıtır. Nikita’ya devlete hizmet için eğitileceğini, zaten başka bir seçeneğinin olmadığını çünkü şu an resmi olarak öldüğünü söyleyip cenaze törenini ve ölümü hakkındaki doktor raporunu gösterir. Bu eğitim 3 yıl boyunca sürer; içeriği bilgisayar , silah, kadınlığın kullanımı(!) gibi konuları içermektedir. Geçenlerde, TV haber bültenlerinde, Antal-ya’da MOSSAD’ın (israil gizli servisi) eğitim verdiği, Nikita’dakine benzer bir kamp ile ilgili haberler yer aldı. Bu kampta özel tim mensubu 80 kişiye, savunma yöntemlerinden provokasyon yöntemlerine, çilingirlikten kılık değiştirmeye kadar geniş bir programı içeren eğitim verilmiş ve bu eğitimi 55 tanesi geçebilmiş. Haberde eğitimden sonra bu kişilerden bazılarının Antalya sokaklarında kadın kılığında dolaştığı da söylendi. Doğrusu bu kadarı Luc Besson’un hayalgücünü bile aşıyor(!) [3]

Eğitim bittikten sonra Nikita, eğitimin başarılı olup olmadığını anlamak için eksik bilgi verilerek bir suikastte denendikten sonra, bir hemşire kimliğiyle şehre yerleştiri-lir ve operasyonlar için talimatları beklemeye başlar. Bundan sonraki ilk operasyon yine bir suikasttir. Burada ilginç olan Nikita’nın öldüreceği insan hakkında hiç bir şey bilmemesidir. Tetikçi olan Nikita sevgilisiyle Venedik’te tatil yaparken kod adıyla gelen telefon üzeri-ne banyoya geçer, dürbünlü tüfeği hazırlar, kulaklığını takar ve son anda gelen bilgilerle iki el ateş eder. Tüfek, kendisine özel kanaldan bilgi gelmesini sağlayan kulaklık ve diğer malzemeler Venedik’te tatil biletini veren ajan Boblar tarafından hazırlanmıştır. Nikita, ne oraya giderken görevlendirileceğini, ne de kime niye ateş ettiğini bilmemektedir. Bu, gizli örgütlerin ‘çalışma’ ahlakını ve biçimini gösterir. Sonraki operasyon da bilgi topladığı öğrenilen bir Doğu Avrupa ülkesi büyükelçisinin elindeki bilgilerin geri alınmasıdır.

Her ne kadar şiddet uygulamaya yatkın olsa da Nikita, eğitimden sonra yeni sevgilisiyle başladığı yaşamını bu operasyonların belirlemesine bir süre sonra daynamamaya başlar. Sevgilisiyle ne yaptığını paylaşamamaktadır, ona yaşamı hakkında hiç bir şeyden bahsedemez, insani olan hiç bir şeyi yaşamaya hakkı yoktur. Yavaş yavaş kendini saran Gladio’dan kopmaya başlar. Sorumlusuna: “Biliyor musun, sen hastasın, Bob. Mesleğini içindeki kötülükleri tatmin etmek için kullanıyorsun” diye çıkışır.

Doğu bloku elçiğine yapılan operasyon, elindeki yetkiler hiçe sayılarak ‘temizleyici’nin (Jean Reno oynuyor) -temizleyici önüne gelen herkesi gözünü kırpmadan öldüren bir katildir- karıştırıldığı Doğu Bloku büyükelçiliği operasyonu Nikita için son nok-ta olur.

Evine döndüğünde sevgilisi, hastaneye gittiğini, orada Nikita’nın hiç çalışmadığını öğrendiğini, herşeyi bildiğini söyler. Nikita sevgiyle ağlayarak ona bakar: “Hayatımda rastladığım tek güzel insan sensin.” Nikita’nın yapabileceği tek bir şey kalmıştır artık; kaçmak. Filmin sonunda ortadan kaybolan Nikita’yı aramaya gelen Bob’u Nikita’nın sevgilisi evde karşılar. Sevgilisi Bob’dan, Nikita’yı rahat bırakmalarını ister. Fakat Bob, Nikita’nın borcunu ödemediğini söyler: “Onunki silimesi çok zor bir borç…” Türkiye’de devletin Nikita gibi suçluları filmde kullanılan yönetemlerle hapishanelerden kaçırarak, bu tür eylemlerde kullanıldığı biliniyor. Bunların en tanınmış örnekleri Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Oral Çelik… Oral Çelik pek çok davadan aranmasına rağmen elini kolunu sallaya sallaya yurda döndü ve hakkında hiç bir soruşturma açılmadı, hatta memeleketi Malatya’da kahraman gibi karşılandı. Türkiye gibi devlet şiddetinin sınır tanımadığı ülkelerde bununla da yetinilmiyor. Özellikle Kürt hareketine karşı PKK itirafçılarının kullanıldığı amansız operasyonlar düzenleniyor. İtirafçılık, başta devlet televizyonunun propogandaları ile bir kurum olarak ülkeye yerleştiriliyor, kanunlardaki yerini alıyor, topluma kabul ettiriliyor.

Kontrgerilla Kendini Uyuşturucuyla Finanse Ediyor: Leon

Bu sefer öykümüz kontrgerillanın merkezi ABD’de geçiyor. Bir kiralık katil olan Leon (Jean Reno), yan dairede oturan Matilda’yla tanışır (Jean Reno, Nikita filminde de temizlikçi rolünde). Matilda’nın babasının, evinde sakladığı uyuşturucunun bir kısmını kendisine ayırdığı için, kentin uyuşturucu ticaretini yöneten polis ‘çetesi’ ile başı derde girmiştir. Bir gün Matilda alışverişe gittiğinde, kendileri de uyuşturucu bağımlısı olan polisler eksik teslim edilen malın hesabını sormak için Matilda’nın evine gelirler. Evde bulunan herkes, Matilda’nın 4 yaşındaki küçük kardeşi de dahil olmak üzere, polisler tarafından katledilir. Alışverişten dönen Matilda’yı Leon evine alarak yargısız infazdan kurtarır.

Aklı kıt ‘temizlikçi’ Leon ve Matilda arasında saf ve insani bir ilişki başlar. Matilda’nın intikamını Leon polislerden alır, fakat kendisi de özel tim tarafından öldürülür. Önemli bir nokta da ‘özgürlükler ülkesi’ Ameri-ka’da özel bir kiralık katil olan Leon’un, parasını ve görevini aldığı kişiden başka kimseyi tanımamasıdır. Leon, birkaç polisi te-mizlediğinde, polis şefi doğruca Leon’un bağlı olduğu adama gider. Adam hiç bir şey söylemeden herkesi yollar ve ‘iş’ konuşurlar. Katilliği bile özgürleştiren bir düzen…

Leon, bir kiralık katil ile küçük bir kız arasında geçen ilişkiyi konu alsa da bu ilişkinin de başlangıcına neden olan devlet eliyle yürütülen uyuşturucu ticaretine değinmesi açısından önemli. Bugün uyuşturucu ticareti kontrgerillanın kendisini finanse etmekte kullandığı en önemli araçtır. Açık ya da gizli tüm devletler, bu devletlerin silahlı kuvvetleri ve polis güçleri bu ticaretin içindedir. Aynı zamanda bundan kişişel çıkarlar da sağlanmaktadır. Türkiye, bu ticarette öenmli bir rol oynamaktadır. Altın hilalden (Afganistan, Pakistan, İran) gelen tüm uyuşturucu Türkiye üzerinden ABD ve Avrupa’ya pazarlanmaktadır. Suat Parlar’ın deyimiyle Türkiye’nin narko-politik önemi çok büyüktür. TC’nin PKK’yı uyuşturucu ticareti yapmakla suçladığı biliniyor. Bir devlet dergisinde PKK’yla mücadeleye değinilirken bu işin nasıl finanse edildiği de itiraf ediliyor:

“1. Bu çevreler dehşet içinde farkettiler Türk Silahlı Kuvvetleri PKK’yakarşı yürüttüğü mücadele sürecinde olağan koşullarda hiç bir manevranın, hiç bir tatbikatın kazandırmasının mümkün olmadığı bir askeri bilgi ve deneyim kazanmıştır. Hem muvazzaf subaylar düzeyinde, hem de celple silah altına alınan yedek subay ve erat düzeyinde. Öyle ki yakın gelecekte bir seferbelik ilan edilecek olsa Türk ordusunun subay ve erat olarak kadroları daha baştan her türlü savaşı yürütebilecek bilgi ve deneyime sahip olarak düşmanla cenk edecek durumdadırlar.

2. Yine aynı çevreler kuşkulanmaya, kara kara düşünmeye başladılar ki bu savaş Türkiye’ye ağır bir maliyet bindirmiş gözükmesine rağmen gerçekte pek de öyle olmuyor. Ve özellikle son yıllarda Türkiye de, PKK yürüttüğü mücadeleyi hangi yollarla finanse etmişse, onunla mücadeleyi benzer yollardan finanse ediyor. En azından bir taraftan giden dövizler bir başka taraftan geri geliyor. Yani PKK’nın Türkiye’deki işbirlikçilerinin yaydığı yüksek rakamlı faturalar aslında büyük ölçüde Türkiye düşmanlarının cebinden çıkıyor! Şimdi bu kuşku beyinlere düşmüştür! Yıllarca PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığına gözyuman, kara para aklamasına ses çıkartmayan; hatta şu veya bu yollarla destek veren çeşitli batılı başkentlerde; son sıralarda ansızın Türkiye’ye yönelik ‘kara para aklama’ suçlamaları boşuna değildir!” [4]

İdeolojik Manipülasyon, Burjuvazinin “Tarih Mühendisliği”: Resmi Tarih

Resmi Tarih Arjantin’in yakın ta-rihinden (1983) bir kesit sunuyor. 1976’daki darbeden sonra ortalık ‘temizlenmiş’tir. Film, ‘temizlik’ sürecini anlatmaz. Bunun yerine bu sürecin toplumda yarattığı tahribat ve uygulanmaya başlayan ekonomik programın toplumda yansımaları vardır arka planda: Arjantin devleti yalnızca devrimcileri değil, hamile tutukluların bebeklerini de ‘kaybetmiştir’ bu dönemde. Kayıp yakınları, hem çocuklarının hem de torunlarının bulunması için gösteriler yapmaktadır. Bu gösterilerde aynı zamanda dış borç yükünün aşarı derecede artması da protesto edilmektedir.

Darbe sonrası Arjantin’i iki gruba ayrılmıştır. Darbenin pasifize ettiği sosya-listler, sonrasında gelen ekonomik prog-ramın sömürdüğü emekçi kesimler, bu prog-ramla büyük sermayeye yem edilen küçük sermaye sahipleri ve zanaatkarlar ve bunların karşısında yeni ekonomik programla ve ABD sermayesiyle uyum sağlamış burjuvalar vardır.

Film Arjantin millli marşını söyleyen öğrencilerin görüntüleriyle başlıyor, verili olana, resmi ideolojiye ve resmi tarihe gözü kör inanmış bir küçük burjuva lise öğretmeninin, Alicia Ioanez’in kendi yaşamını ve inançlarını sorgulamak zorunda kalışını anlatıyor. Kocası Roberto darbeyi ve sonrasını iyi değerlendirmiştir. Roberto’nun geçmişi karanlıktır, bu geçmiş hakkında bilgilenmesek de bu izleyiciye hissetirilir. Roberto, Abdullah Çatlı edasıyla Ameri-kalılar, subaylar ve büyük sermaye çevreleri ile işler yapmaktadır. Alicia, kocası, evlat edindikleri kızı ‘mutlu’ bir yaşam sürmektedir. Diğer yandan, öğrenciler, politik tavrından dolayı üniversiteden atılan, Alicia’nın lisesinin edebiyat öğretmeni, Roberto’nun komünist babası ve iflas eden marangoz kardeşi, kayıp yakınları, Alicia’nın geçmişte bir sosyalistle ilişkisi olduğu için tutuklanan ve sonra da sürgüne gönderilen arkadaşı baskı döneminden zarar görmüş insanlardır.

Alicia, arkadaşıyla sürgün dönüşünde görüşür. Bu görüşmede arkadaşı, 35 gün tutuklu gözaltında kaldığı zaman gördüğü işkenceleri ve bebekleri çalınan hamile arkadaşlarını anlatır. O güne kadar toplumda olup bitenlere gözünü kapamış Alicia, arkadaşının anlattıkları üzerine evlatlığının karanlıkta kalmış geçmişini sorgulamaya başlar. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, Alicia aşırı derecede ahlaklıdır, “hayatımda hiç kimseden bir şey çalmadım” der. İkincisi, çocuğu Gaby onun varlığının en önemli nedenidir, bütün sevgisini ona vermiştir. Onun hakkındaki gerçekleri bilmek ister. Alicia, İsa’ya bağlığının, dürüstlüğünün verdiği ahlakla varolan bir insan olarak, karşılaştığı insanların sonsuz güzelliği ile yüzleştikten sonra, kendi gerçeğinden kaçamaz. Esasen elinde değildir, vicdan azabı çemektedir. Çünkü, bunca yıl kendi hayatını resmi ideolojinin yalanları üzerine inşa ettiğini görmüştür. İsa adına konuşan insanların ahlakını da hem rahiple hem de kocasıyla konuşurken görür ve reddeder.

Alicia artık eski yaşamını sürdüremez olur. Kocasına sürekli Gaby’yi nasıl aldığına dair sorular sorar. Kocası onun sorularını geçiştirince de çevresinden Gaby hakkındaki gerçekleri öğrenmeye çalışır. Çocuğun, nasıl alındığını bilen diğer kişi rahiptir. Rahibe günah çıkarmaya gider ve ondan bilgi almaya çalışır: “Hep bana söylenen şeylere inandım. Artık inanmam imkansız. Gaby’nin kim olduğunu bilmiyorum. Gerçek annesinin onu istemediğini düşünürdüm.” Peder, Alicia’yı duymazlıktan gelir. Seni günahlarından arındıracağım, der. Alicia, “İhtiyacım yok, gerçeğe ihti-yacım var.” Rahibin, “Tanrının hediyesi, tanrı böyle istedi” diyerek varolanı sorgulamayı önlemeye çalışması rahip nezdinde dinin toplumsal işlevini hatırlatıyor. Bu konuşma sonrasında, kızının doktoruna gider ve ondan doğum ve doğum kayıtları ile ilgili bilgiler almaya çalışır.

Alicia, kızı hakkındaki gerçeği ararken toplumun yaşadığı acıları da “görmeye” başlar. Öğrencileri, onu protesto etmek için tahtaya kayıpların fotoğrafının bulunduğu gazete sayfalarını asarlar. Edebiyat öğretmenine bu listenin doğru olup olmadığını sorar. Öğretmen, Alicia’yı “Her zaman inanmamak daha kolay. Çünkü doğru olması karışık olmasını gerektirir.” diye yanıtlar. Daha önce kayıp yakınlarının gösterine karşı umursamaz olan Alicia, artık bu gösterilere karşı ilgisiz kalamaz, hatta kızıyla ilgili gerçeği düşündükçe kayıp yakınlarını korkuyla izler.

Kocasından, resmi makamlardan, hastaneden bilgi alamayan Alicia, kayıp yakınlarıyla ilişki kurar. Kızının gerçek büyükannesi ile tanışır. Gaby’nin büyükannesi kızı ve damadının kısacık yaşamlarını, nasıl tutuklandıklarını anlatır ona. Alicia duyduklarından dehşete kapılmıştır. Büyükanne ağlamaması gerektiğini, ağlamanın hiç bir şeyi çözmeyeceğini söyler.

Alicia, büyükanneyi kocasıyla tanıştırmak için eve getirir. Fakat Roberto, kadını evinden kovar, karısına da “bulduğun her deliyi mutlu aile yuvamıza getiremezsin” der.

Havuç ve sopa kapitalizmin kendi varlığını devam ettirmekte vazgeçmediği iki araçtır. Kitleler egemen ideolojinin sınırladığı çerçevenin dışına çıktıkları anda kapitaliz-min şiddetiyle karşı karşıya kalırlar. Resmi Tarih’te anlatılan ailede de bu çözümlemenin mikro bir örneği yaşanıyor. Karısının artık başka bir yolla ‘yola’ geitirilemeyeceğini anlayan Roberto hiç çekinmeden onu döver, elini kapının aralığında ezer. Şiddeti psikolojik yönle tamamlamak için de karısına o sırada evde olmayan kızlarının sesini telefonda dinletir. Onun çocuğu çok sevdiğini bilmektedir. Fakat artık Alicia, dönüşümünü tamamlamış, gerçeği öğrenmiş, düzenin kendini hapsettiği sınırların dışına çıkmıştır (Büyükanne evden ayrılırken yarınki gösteride buluşmak için sözleşirler). Alicia, evi ve kocasını terkeder.

Sonuç: ‘Susurluk’ Filmini Çekeceklere

Susurluk’la ilgili görülmesi gereken ilk ve en önemli nokta bu olayın, sistem içi güçlerin -örneğin Asker Partisi / Polis Partisi [5] – bir hesaplaşması olduğudur. Olaydan hemen sonra Mehmet Özbay’ın Abdullah Çatlı olduğunun basına yansıması, devletin koynunda besleyip büyüttüğü medyanın olayı bir türlü Türkiye’nin gündeminden düşür-memesine kadar her şey bunun böyle olduğunun kanıtıdır. “Zaman zaman piya-saya sürülen MİT raporları sistem içi “arınma” kurgusunun bir gereğidir. Aksi takdirde eskiyen kadrolarda biriken çürüme tüm sistemi tehdit edecek sonuçlar doğurabilir. ABD’nin kontrgerilla belgeleri ne diyor, “rüşvet ve yolsuzluk makul seviyelerde tutulmalıdır”. Bu “makul seviye” ölçüleri MİT raproları ile başlatılan tasviye süreçlerinde eskiyen kadrolara anlatılmaktadır! Anla-mamakta direnenler ise komplo yumaklarına sarılarak “restorasyon” süreçlerinin hızlandırılmasında yakıt olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda kurumlar, çelik çekirdek gelenek ve yöntemleri, örgütsel temeller, “enternasyonel” dayanışma korunurken işlevsiz kalan kadrolar yedeklenmekte ve tasviye edilmektedir. Ancak kurumsal işleyi-şe zarar verecek, gizli devleti yıpratacak hiç bir tartışmaya ve eyleme izin verilmemekte, sermaye işlevsiz kalan kadroların tasviyesi temelinde “ilerici” ve “demokrat” rolünü oynarken eskiyen kadrolar “ilahlara kurban edilmektedir.” Bu bağlamda derinlikli iliş-kilere ve sistemin çıkarlarını temsile ehil deneyimli kadrolar dokunulmazlıklarını korurken özellikle ateşi tutan acemiler harcanmaktadır.” [6] Fakat, bu sefer mücadele denk güçler şeklinde devam ediyor. Şu ana kadar restorasyon sürecinde bir aşama kaydedilmiş değil. Susurluk davası ile ilgili tüm sanıkların tahliye edilmesi de Polis Partisi’nin dengeyi sağladığını gösteriyor. “Bu süreçlerde açığa çıkan bilgi ve belgelerin özünü oluşturan sınıfsal ilişikilerin, tarihsel sorumlulukların, halk tarafından kavranmaması için “ilerici”lik illüzyonları yaratma konusunda uzman medya yıldızları devreye sokulmakta, ayrıntılara boğulan, bilgi bombardımanı (dezenfermasyon boyutunda) ile aptallaştırılan kamuoyu bu sahte peygamberleri gerçeğin temsilcisi olarak kabul etmekte ve arkasında duran egemen sınıf iradesini algılayamamaktadır. Oysa bu irade ile çürümüşlüğün temsilcisi kadrolar ortak dinamiklerin ürünüdür. (Susurluk konusunda “meşruiyet”ini pekiştiren mali oligarşinin psikolojik harekat merkezi basın tekelleri, “halkın güvenini” kazanmıştır”! Bu “meşruiyet ve güven” global emparyalizmin özeleştirme saldırısında, darbelerin hazmedilmesinde kullanılmaktadır.)…” [7]

İkincisi, Susurluk bir ilk değildir, ne de kapi-talist sistemden ayrı “münferit” bir olay olarak sunulabilir. Yukarıda belli filmlerin ekseninde de açıkladığımız gibi, devletin yeraltı örgütlenmeleri ister Latin Amerika ve Türkiye’deki gibi kontrgerilla, ister Avrupa’daki gibi Gladio adıyla anılsın her ülkede ABD emperyalizminin öncülüğünde aynı biçimde ortaya çıktı ve mağdurları neredeyse tüm toplum oldu, olmaya devam ediyor. Bir kaç haftadır Türkiye’nin gündeminde Karadeniz’deki PKK gerilllaları girdi. PKK gerillaları ‘imzasız’ bir bildiri dağıtarak halka gözdağı vermiş! İçişleri bakanı, Karadeniz’de 30 PKK’lının olduğunu açıklamış [8]. 30 gerilla için Karadeniz’e büyük miktarlarda özel tim yerleştirildi. Bu timler yöre halkı üzerinde baskı uygulayarak sindirme çalışmalarına başladılar. İlk eylemleri çobanlık yapan iki çocuğu öldürmek oldu. Eğer 3. çocuk kurtulup olanları aktarmasıydı, şu anda PKK’lıların iki çobanı hunharca katlettiği tüm medyaca duyuruluyor olacaktı. TV’de, polis istihbaratında çalışan görevlilerin Karadeniz’de ‘incelemeler’de bulunduğu ve Karadeniz’e PKK’nın girmemesi için ‘savunma’ hattı oluşturulacağı duyuruldu [9]. PKK’nın Orta Asya Cumhuriyetleri üzerine kayan ve Kara-deniz’den geçecek uyuşturucu ticaretinde pay kapmak için Karadeniz’e geldiği söyleniyor [10]. PKK uyşturucu ticaretini kontrol için koskoca Karadeniz bölgesine 30 gerillayla giriyor. Bu 30 gerillayı da o bölgede şimdiye kadar gören yok. Açıkça belli olan o ki, ülkenin güneydoğusunda yaşananların aynısı bundan sonra kuzeydoğuda da yaşanacaktır. Karadeniz uyuşturucu ticaretinin rant merkezi olacağa benziyor. Düzen gizli açık tüm kuvvetleri ile bölgeye yığınak yapmaya başlamıştır. Yarın Yeşil’in Karadeniz’de görüldüğü haber olursa hiç şaşmamak gerekiyor.

Son olarak, gizli devlet hakkındaki bir film çaşılması, açık ya da dolaylı bir anlatımla, gizli devlet örgütlenmesinin kapitalizmin bir parçası olduğunu göstermek zorundadır. Bu örgütlenme bugün krizde olan sermayeyi beslemektedir. Sermaye paranın “kara” ya da “ak” olduğuna bakmaz.

“Susurluk” olayının üzerinden 1 yıl geçtiğinde görülmüştür ki bu pislik ancak kapitalizmin yıkılmasıyla temizlenebilir. Sıkıyönetim filmine geri dönmek istiyorum: CIA uzmanı Santore’nin ülkeye giriş yaptığı havaalanında bir devrimci tarafından gözetlenir. Filmin sonunda Santore öldürülür ve aynı havaalanında, daha önceki görüntülerin benzerini görürüz, onun ye-rine gelen uzman ülkeye ayak basmaktadır. Filmin başında ve sonundaki görüntüler arasında değişen tek şeye vardır. İkinci uzmanı bir kişi değil en az dört kişi gözetlemektedir. Mücadele büyüyerek sürmekte…

Notlar:

1- Manisa emniyet müdür vekili Fazlı Sezgin, Aktüel Sayı 243,29/2/96, aktaran Suat Parlar

2- Suat Parlar, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, Bibliotek yay., 1997, S.47

3- ATV Anahaber 17-19/9/97

4- Türk Tarihi Dergisi, Şubat 1997, aktaran Suat Parlar (S. 334-335)

5- Dünya Armağan, Gelenek 54

6- 2- Suat Parlar, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, Bibliotek yay., 1997, S.350

7- a.g.e, S.351

8- Radikal, 22/9/97

9- ATV, Anahaber

10- Radikal, 22/9/97

(Yeni İnsan Yeni Sinema’nın 3. sayısında yayınlanmıştır .)