Duvar ve Duvarlara Dair

Tahir N. Duran /

Kötü video kasetlere mahkum edilen Yılmaz Güney’in “illegal” filmi Duvar, 17 yıl sonra Türkiye’de ilk kez beyazper-deye yansıdığında başlayan tartışma, 12 Eylül medyacılığının türettiği köşe yazarlarının geçtiğimiz yıl başlattığı “lümpenlik tartışması” kadar ilgi görmedi, ne yazık ki. Duvar eksenli tartışmada bir yandan temel noktalar sürekli göz ardı edildi; geniş bir “yazar” kesimi, Duvar’ın göste-rime girmesini Türkiye’de demokrasinin katettiği yolun göstergesi olarak Güney’in, Duvar’da – en iyimser ifade ile – geçmişte yaşanmış olayları anlattığını seyirciye kabul ettirmeye çalıştı. Şu haliyle her ne kadar kendini “dördüncü kuvvet” ilan etse de aslında “beşinci kol” görevini üstlenmiş olan burjuva medyanın köşe taşları tarafından Duvar’ın bu yönlü bir propaganda ile sunulmasının izleyiciyi etkilediği ortada. Bu da bir diğer “ne yazık ki”.

Cezaevi gerçeğini bizzat yaşayarak gözlemleyen bir sanatçı olan Yılmaz Güney’in 1977’de yayınlanan ve 1976’da Ankara Cezaevi’ndeki çocuk mahkumların “pencere camı, soba, odun, doktor, bit ilacı, yatak, günde iki ekmek ve gardiyanların kötü muamelesinin son bulması” talepli eylemlerinin konu edildiği, “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek” romanından senar-yolaştırdığı ve 1983 yılında Fransa’da çektiği filmdi Duvar. Vahşet düzeyindeki şiddet ortamını hiçbir sinema deneyimi olmayan, binlerce mülteci ile sete taşıyan ve filmin her karesi, “hapishaneyi anlatmak, bir yerde Türkiye’yi anlatmak” demek olduğu bilinciyle işleyen Yılmaz Güney, 12 Eylül darbesinin “yarı açık cezaevi”ne çevirdiği ülkeye duvarların ardından bakmış ve ortaya çıkardığı yapıtıyla bakış açısının ne kadar doğru olduğunu ispatlamıştı.

12 Eylül sonrasında dizginsizleşen devlet terörünün, hapsedilmiş insanlar üzerindeki o korkunç, öldüresiye baskısının, abartısız anlatımı olarak Duvar, son 20 yılın Türkiye’sinde devlet cephesinin “dün faşisttik ama bugün demokratikleştik” demagojik söylemini yalanlayabilecek ve şiddet ortamının dünden bugüne sürekli-liğini gösterebilecek bir yapıttır. Filmin bu yönünün göz ardı edilmesi yolunda çaba gösterenler, seyircinin filmi “geçmişte yaşanmış üzücü olaylar”a gözyaşı dökmesini, öfkelenmesini ve perdeye yansıyan vahşeti lanetlenmesini ama tüm bunlardan sonra salonu terk ederken “bugüne şükretmesi”ni ve “demokratik bir ülkede yaşadığını düşünmesi”ni amaçlıyorlardı. Başarılı oldukları bu propaganda ile 17 yıldır yasaklı Duvar’ın “içinin boşaltılması”nı sağladılar.

Yılmaz Güney’i “lümpen” ilan edenler ile “sanatını değerlendirmek” adına Yılmaz Güney’i “kaba gerçekçi” ilan eden ve Duvar’ın sanatsal bir değeri olmadığını ileri sürenlerin söylemlerindeki tüm farklılıklara rağmen sonuçta aynı noktada buluştuklarını gözler önüne seren “tartışmalar”da bugünden çok dünün gelmesinin nedeni de budur.

Yasaklı on yılların yaşam ve buna bağlı olarak sanatın bütün dallarında yarattığı erozyonun kendilerine sunduğu olanakları kullanarak Yılmaz Güney’i “tartışanlar”ın ne kadar başarılı oldukları; bugün duvarın iki yanında da devlet biz solcular için azrailin taşeronluğunu gönüllü üzerine almışken, geniş yığınların “duvar sessizliği”ni sürdürmelerine bakılarak anlaşılabilir.

Bakmak, görmenin olmazsa olmaz ön koşuludur. Bakmak salt kendi başına ahlaktır; insanı duygulandırabilir, titretebilir ama her şeye rağmen bakmak gelip geçicidir. John Berger’in ifadesiyle bakmak, “bir seçme edimi”dir. Berger, “bu edimin sonucu olarak gördüğümüz – nesne her zaman elimizle ulaşabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da – ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiş olur” der ve “gerçek”in göreceliliğine şu sözlerle vurgu yapar: “Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere bakarız her zaman.” (Görme Biçimleri, John Berger, Metis Yayınları, s.5)

Berger’in sözleri, gerek Duvar filmi ile gündeme gelen tartışmalarda ve gerekse hiç gündemden düşmeyen cezaevleri sorunu üzerine kişilerin/kesimlerin tepkisini anlayabilmemizi kolaylaştıracaktır. Çok basit bir örnekle, bugün F tipi cezaevlerini “lüks otel odaları” olarak sunanlar ile bu cezaevlerinin kendileri için “ölüm” anlamına geldiğini belirten siyasi mahkumlar arasındaki “görüş farkı”, F tipi cezaevlerine kimin nereden baktığı ile doğrudan ilişkilidir.

Cezaevlerinin sürekli gündemde olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hemen herkesin cezaevi sorunlarının çözümü üzerine bir görüşü, önerisi bulunuyor ama tüm bu tartışmalarda dikkat çekici olan bir yan var. Cezaevleri sürekli tartışılıyor ama cezae-vleri tartışılırken, cezaevlerinin niçin gündemin ön sırasında yer aldığı tartışılmıyor. Ya da bu türden bir tartışmada sorunun esasını oluşturmayan nedenler esas kabul edilerek at izi ile it izi birbirine karıştırılı-yor.

Cezaevleri sorunu tartışılırken öncelikle cezaevlerini kuran ve işleten devletin hangi mantık ile hareket ettiğinin tespit edilmesi gerekiyor. Türkiye’de dönüm noktası olan 12 Eylül, cezaevleri için yeni bir dönemin başlangıcını oluşturur. Toplumsal muhalefetin bastırılması için yapılan darbe ile cezaevleri, iktidarın, toplumsal muhalefetin dinamiklerini toplumdan yalıtmak, belli bir süre de olsa susturmak için kullandığı en önemli kurum oldu ve bu yönüyle bir “toplama kampı” işlevi gördü. Devlet, bu noktada, hapsedilen kişinin, kendisini hapseden iktidar karşısındaki tutumunun meşruluğu üzerine kurduğu direniş geleneğinin daha da güçlenmesinin yarattığı sorunlarla karşılaştı ve kişiliksizleştirme, kimlik-sizleştirme amaçlı politikalarında (örneğin tek tip elbise uygulaması gibi) çok fazla ısrarcı olma şansını en baştan yitirmiş oldu.

Burjuva demokrasisinin temel kurallarını bile “lüks” olarak gören iktidarın, her türlü hak arama eylemini “terör” faaliyeti olarak görmesi ve cezalandırmaya yönelmesinin yarattığı zaafiyetin ürünü olan 12 bin “terör” mahkumu, sadece sayısal olarak bile iktidarın tutumunu tartışma konusu yapıyor. Üstüne üstlük bir de bu “teröristler”in hak arama mücadelesini sürdürmesi iktidar için büyük bir çelişki, cezaevi politikasının ise iflası anlamına geliyor.

Devlet son beş yıldır zaman zaman aşırı refleksler göstererek, Buca’da üç, Ümraniye’de dört, Diyarbakır’da on, Ankara Ulucanlar’da on siyasi mahkumu fiziki şiddet kullanarak ve ‘96 ölüm oruçlarında on iki siyasi mahkumu da siyasi şiddet uygulayarak katletse de bugüne dek cezaevlerinde genel anlamda bir hakimiyet sağlama politikasını hayata geçiremedi. Ta ki, arzuladığı ve tek araç olarak gördüğü hücre tipi cezaevlerinin somutlandığı F tipi cezaevlerini gündeme getirinceye dek. Bugün için devlet, F tipi cezaevleri ile bugüne kadar muhaliflerini toplumdan yalıtmanın ve denetim altına almanın bir aracı olarak kullanmakla yetindiği cezaevlerini, bundan böyle muhaliflerini kişiliksizleştirme, kimlik-sizleştirme, yozlaştırma politikalarının bir aracına dönüştürmek istiyor. Söylemeye gerek yok pek tabii ki, bunun için şiddet temel yöntem olacaktır.

Korydallos dağında yolu tutan ve buradan geçenleri soyan Prokrustes, Yunan mitolojisinden bir hayduttur. Bu yönüyle, örneğin bizde Deli Dumrul kişiliğinde olduğu gibi, hemen her kültürde izini sürdüren Prokrustes’in asıl dikkat çeken yanı, çok yönlü “eşitlikçiliği”dir. Prokrustes, bir yandan tüm mallarına el koyduğu kişileri yoksulluk yönünden eşitlerken diğer yandan da yolcuları o meşhur demir yatağına yatırarak boy olarak da eşitlermiş. Ölçüsünü kendisinin belirlediği bu yatağa uzun gelenleri, başından ve ayaklarından keserek, kısa gelenleri ise yine başından ve ayaklarından çekerek aynı hizaya getirirmiş.

Bugünün iktidar mekanizmasını Prokrustes’in hortlamışı olarak görmek hiç de yanlış olmaz. Devlet her şeyden önce büyük yığınları yoksulluk yönünden, küçük bir azınlığı ise zenginlik yönünden eşitleyen olarak Prokrustes’in mirasını sahiplenir. Diğer yandan iktidar, Prokrustes’in demir yataklarını çoğaltmıştır: Okullar, ordu ve güvenlik güçlerine ait kurumlar, basın yayın kurumları, hastaneler ve en dolaysız biçimde cezaevleri.

Devlet gündeme getirdiği F tipi cezaevleri ile demir yatağını sağlamlaştırmayı amaçlıyor. Bugüne kadar bireyleri gerek bedenen ve gerekse düşünsel olarak toplumdan yalıtma aracı işlevi gören cezaevlerinin, yeni biçimleriyle bireylerin toplumdan yalıtılması, tecrit edilmesinin ötesinde, ölçütü devlet tarafından belirlenmiş “tip”lerin seri üretim merkezine dönüştürülmesi hedefleniyor.

F tipi cezaevleri ile devletin uygulamaya koymak istediği tek tipleştirme politikasının aslında toplumsal alanın bütününde yürürlükte olduğuna bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor. Görünüm olarak cezaevlerindeki kadar kaba biçimde uygulanmasa da tek tipleştirme her alanda bir devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Bu gerçeğin bilincine varmak, devletin F tipi cezaevleri ile gündeme getirdiği saldırının boşa çıkartılmasında ve geleceğimize sahip çıkmamız anlamında belirleyicidir.

Yıllar sonra Türkiye’de gösterime girmesine rağmen, Duvar’ın ve sanatçısının bu denli seviyesiz saldırılara, aşağılamalara hedef olmasının nedenleri açık değil mi? Birincisi, Duvar’da konu edilen hapishaneler bu ülkeye aittir, filmin çekilmesinden bu yana geçen zaman içinde uygulanan şiddet yöntemleri çeşitlendirilerek hapishanelerin dışına taşmıştır. İkincisi, kendi gerçekliğimizi anlatabilen, iyi sinema yapan politik sinemacılar bugünün iktidarı tarafından istenmemektedir. Üze-rimizde dolaşan hayalet 21. yüzyılda da rahatsızlık vermeye devam etmektedir.

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.)