Tekelistan Sinemasına Bir Örnek: Vizontele

Elif Genco /

Türkiye’de son yıllarda en çok konuşulan konulardan bir tanesi ülkenin gündeminin sık sık değişmesi. Yaşanan, gittikçe derinleşen bir bunalım olunca gündem – medyanın gündemi – ne kadar değişirse değişsin, gündemimiz demeyelim öyleyse, yaşamımızı belirleyecek şey mülksüzler için daha fazla yoksulluk daha fazla işsizlik olacaktır. Böylesi bir süreci yaşayan Brezilya’da sokak çocukları öldürülmeye başlandığında ya da gettoları ortadan kaldırmaya varan planlar yapıldığında bunalımın varabileceği derinlik görüldü… Burada Latin Amerika sinemasının krizde “çektiklerine” dair bir parantez açmak istiyorum. Döneme tanıklık eden üç Latin Amerika filmi, dönemin en ağır koşullarında yaşayan insanı merkeze koyarak, “ağır filmler” olarak karşımıza çıkmışlardır. Bunlardan biri Merkez İstasyonu’dur (Central do Brasil). İkincisi yönetmenliğini yine Walter Salles’in Daniela Thomas ile ortaklaşa yaptıkları Geceyarısı (Meia notte) filmidir. Bu filmde de Brezilya’nın ‘favela’lardaki – ka-pitalizmin acımasızlığının üzerinden esirgemediği yerler, yoksul gecekondulardaki – zor yaşam, yaşamaya çalışanlar anlatılır. 2000 yılı için, yapılan bu filmin sorusu sorulmaya devam ediliyor ya da bu soru hala geçerlidir diyelim: Özgürlüğün yılı hangi yıl olacak? Üçüncü film ise bir Arjantin filmi. Buenos Aires doğumlu genç yönetmen Daniel Burman’ın Mesih’i Beklerken (Esperando al Mesiah) filmi. Bu filmin iki erkek kahramanı (Ariel ve Santamaria) vardır. Bana yakın gelen Santamaria’nın öyküsü, bugün Arjantin’de de dinmek bilmeyen krizin kurbanlarından birinin öyküsüydü. Santamaria’nın çalıştığı banka batınca ve kapatılınca, Santamaria eşyalarını toplamak için bankaya gelir. Kapıda bekleyen ve içeri girmek isteyen insanlara bakar. Bakışları banka camlarına içerden sürülen kireç boyayla kesilir. Santamaria, sandalyesini ve kişisel dosyalarını alıp, akşama doğru evinin yoluna koyulur. Evine vardığında karısı ona bir daha eve gelmemesini söyler. Santamaria kendine kalacak bir yer arar ve bulur: Demiryolları özelleştirildiğinden ve karlı hat üzerinde bulunmadığından kapanan tren istasyonlarından birinde kalmaya başlar. Tren istasyonu kapanmıştır ama orayı terketmeyen biri daha vardır. Tuvaletlere bakan, temizlik yapan kadın. Santamaria zamanla geçinmenin de bir yolunu bulur. Çalınan çanta ve cüzdanları çöplüklerde bulup sahiplerine iade ederek aldığı bahşişlerle geçinmeye başlamıştır. Filmlerden sonra son bir not: Bugün bu ülkeler, kapitalist sistemlerine işlerlik kazandırmak için IMF, Dünya Bankası ve G7 ülkelerinin vereceği yeni programlar ve yeni katlanılamayacak borçlar nedeniyle Türkiye’den farklı değildir. Bu ülkelerde program bolluğunun yanısıra ekonomiyi kurtaracak “put”lardan da geçilmez. Türkiye’nin putlar listesine de bugünlerde benzer bir biçimde Kemal Derviş’in eklendiğini gördük… Parantezi kapatmak için ekliyorum: Ve yine bu ülkelerde enkazın paylaşılmasına ses çıkarılmasın diye, enkazın altında kalanlar ses çıkarmasın diye uzlaşma talep ediliyor. Uzlaşma sağlayabilme potansiyeline sahip olanlara ise putlaştırma vaad ediliyor.

İşte böyle bir dönemde yoksullara ve Kürtlere karşı hissiyatıyla da tanınan, ancak en önemlisi uzlaşmacı kimliğiyle öne çıkan Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak ile birlikte çok paralar harcayarak ama harcadığından daha çok kazanarak, yine medyanın gündeminden de yararlanarak Vizontele seyrini başlattı.

Aydın düzeninin yıkıldığına inanılan, devletin pek çok işlevinin büyük tekeller tarafından gasp edildiği bir dönemde, “plak-kaset, kitap, matbuat ve televiz-yon imkanlarını eline geçiren ve bunları bir ahtapot kolları örneği kullanan tekellerin hızlı bir tanrıcılık, ya da put yaratma işine koyulduklarını gözlüyoruz. Hiç şaşırtıcı değil, hiçbir teolojik veya ideolojik düzen bir putlar sistemi kurulmadan ortaya çıkamıyor; burada tanığı olduğum şehevi ikon-yarama işini, oligarşinin hem se-vinç ve hem korku, aynı zamanda hem destekli ve hem de yalnızlık komplekslerinin yansıması olarak algılıyorum. Yıkımdan sevinç duyarken anlarından korkuyorlar; dışlarından destekli içlerinden yalnız olduklarını anlayabiliyorlar, şaşkın putçuluk bu nedenledir.” (1) Bugünkü düzenin her alanda put yaratma pratiği ihtiyaca göre belli bir değişkenlik ve esneklik kazanmıştır. Put yaratmada kullanılan fabrikasyon teknikleri incelemeye değerdir. İşte böyle bir inceleme sahasında Yılmaz Erdoğan ve Vizontele’si yerini almaktadır diye düşünüyorum. Putlar ortak özellikler taşımaktadırlar; uzlaşma kültürü elçisi olmaları, üzerlerinde uzlaşılması gerekli-liğinin yanısıra kendilerinin de dokunulmazlık kazanmaları, günlük ve her güne uygun olmaları en başta sayılabilecek özelliklerdir.

Bu putlar yüzündendir ki “Vizontele” eleştirisi yapmak kimsenin haddine bırakılmadı. Vizontele’yi izlemeye giden insanların sayısı filmin reklamında kullanılan en önemli unsur oldu. “En çok izlenen Türk filmi” sıfatı daha sonra sinemanın içselleştirilmesiyle “Türk sinema tarihinin en çok izlenen filmi”ne dönüştürüldü ya da düzeltildi. Doğrusu da buydu. Yılmaz Erdoğan sadece tacir miydi? (Sinan Çetin bundan geri kalır mı, o da gazetelere verdiği ilanlarda, izleyen kişi sayısını verip, “bu sezonun en güzel filmi” şeklinde, Suavi Kemal Yazgıç’dan alıntılı-yordu.) Bir de tabii “en iyi Türk filmi Vizontele” başlığıyla Emre Kongar’ın yazısı. Bu yazının kendisine de değinmek gerekmekte ama filmin sunumuna, putun deşifre edilmesine ilişkin söylenecek o kadar çok şey var ki. Toplumu sarıp sarmalayan popüler kültürün tüm gereklerini yerine getiren Yılmaz Erdoğan bu sunumun, bu tarzın ortaya çıkışını ve hedefini şöyle anlatıyor: “Ben işi şansa bırakan biri değilim. Hele 2 milyon doları…” (2) Bu nedenle deneme ön-gösterimlerle seyircinin tepkisi önceden ölçülür. Buna dayanarak Yılmaz Erdoğan şöyle devam ediyor aynı söyleşide, “Dolayısıyla seyircinin çok ilgisini çekeceğini zaten biliyorum. Sokakta şimdi herkes ‘Vizontele’yi biliyor ve ne zaman gösterime gireceğini soruyor. Benim, Demet’in, Cem’in ve kadrodaki diğer oyuncuların da çok seyirci getireceğini düşünüyorum. Filme yoğun bir ilgi olacak. Salona gelecek seyircinin durumunu biliyorum. Çıkan seyircinin durumu da iyi olursa o zaman bu film çok büyük rakamlara ulaşacaktır tahmin ediyorum. Kaçsa şimdiki rakam o rekoru kırmak istiyoruz.” Yılmaz Erdoğan’ın söyledikleri gerçekleşti. 3 milyonu aşkın kişi filmi izledi. Çünkü, Yılmaz Erdoğan ne yaptığını ve ne söylemesi gerektiğini hep biliyor. Uzlaşma kültürünün en yetkin örneklerinden biri olarak en geniş kitleyle uzlaşabilmenin yollarında hep onun adımlarını görüyoruz Televolelerde, Aktüel’de, hatırlarsınız Çağlar’ın banka reklamlarında, askerde, podyumlarda, talk-şovlarda, Hakkari’de, Gevaş’ta, eski dostlarıyla, onu çok seven Muhsin Kızılkaya ile… Ve en son Gaffar Okkan’ın öldürülmesinden sonra Diyarbakır’daki futbol maçında. Aslında benim asla yetişemeyeceğim bir gündemi olduğu için kimi kaynaklara başvurmakta fayda var. Buraya yazdıklarım kısmi olarak mekan ve ilişkilerini yansıtabilir ancak.

“Filmin galası oldukça görkemliydi. Gece için 3000 davetiye dağıtıldı. Hatta Yılmaz Erdoğan, 1500 kişiyi tek tek arayarak galaya davet etti. Ancak Lütfi Kırdar’a tam 5 bin kişi geldi. Davetliler büyük salona sığmayınca ikinci bir salon daha açıldı. Yılmaz Erdoğan, filminin reklamını bizzat kendisi üstlendi. Erdoğan katıldığı tüm televizyon programları için ‘programa filmde rol alan bir sanatçıyla beraber katılma ve sadece film üzerine konuşma’ şartı koydu. Hülya Avşar şov, Beyaz şov ve Atv ana habere katılan Yılmaz Erdoğan (…) bu uğurda Yusuf Tunaoğlu anısına düzenlenen futbol turnuvasına katılıp Beşiktaşlı futbolcularla maç yaparak basının ilgisini üstüne çekti.” ( 25/1/2001 Sabah)

Bu haber Vizontele’nin İstanbul’da yapılan galasını anlatıyor. Devam edeceğiz. Ancak devam etmenin ne kadar tehlikeli olduğunu bildiğimi göstermek için Yılmaz Erdoğan’ın kimi eleştirilerini buraya almak istiyorum. Şov dünyasının anlaşmalı yıldızının filmini “şov amaçlı” olarak niteleyen Metin Akpınar da filmin oryantalist bir yaklaşım içerisinde çevrildiğini ve kabare tarzına sahip olduğunu söyleyince çok ileri gitmiş oluyordu. Ya da herkesin adını koyduğu ama altını pek doldurmadığı televizyon filmi-sinema filmi ayrımında Vizontele’nin televizyon filmi olarak görülmesi de yanıtsız bırakılmıyordu: “Bu ülkede Titanik oynadı, ‘senaryosu zayıf’ dediler. Vizontele için ‘televizyon filmi olmuş’ eleştirisi sadece bu ülkede yapılır. Yeterince toplumcu gerçekçi bulunmamak da beni rahatsız etmez. Belki sorun biraz da bu ülkede sinemacıdan çok eleştirmen olmasından kaynaklanıyor.” (3) Aslında Yılmaz Erdoğan’ın kendisini eleştiren pek olmuyordu da hedeflerine ilişkin, örneğin Vizontele’yi çekerken İstanbulist olmayan bir film çekmeyi he-defliyordu, yapılan her eleştirinin karşılığı ya da cevabı hazırdı: “Oscar alacakmış, hadi oradan! diye belirsiz yazılar yazan da çıktı ama orada esnaf pankart açtı [Sözkonusu pankartı çekim yapılan yörede bildik ‘esnaf’ açıyor. Pankartta Vizontele’ye ‘Oscar yolunda başarılar’ yazıyor- y.n]. Yani ben hayat boyu Oscar alamayacak biri dahi olsam hangisi daha iyi, hangisi daha naif şimdi? Üstelik bu yazıyı yazan gerizekalı, art niyetli herif daha filmimi izlememiş bile. İstemiyor yani anlatabildim mi? Sen alma, diyor. Bu ülkede birisinin başarısı diğerine başarı-sızlık çağrıştırıyor çünkü. İnsanların hedefleri ya da sınırları kendileriyle ilgilidir ve kendilerini bağlar. Bu Oscar’ı her sene seyrediyoruz. E, ben de istiyorum ki artık bizden de bir adam koşa koşa gitsin alsın, ne var yani? Roberto Benigni çıktı san-dalyenin üzerine, ben de avizeden sarkmak istiyorum.” (4) Yılmaz Erdoğan komik, Yılmaz Erdoğan hedefleri olan biri. Hedefleri, sınırları olan biri. Sınırlarını başkaları söylediğinde kızan biri. Biraz önceki notlar İstanbul’da yapılan galaya aitti. Şimdi, bu gala katılımcılarını saymaya imkan yok. Ancak İstanbul’da Semra Özal bile kendisine koltuk bulabilirken – belki bu nedenle – İbrahim Tatlıses, Çelik ve Buket Saygı ikilisi ayakta kalıyorlar. Çankaya davetine ‘nispet’ yapan gala olarak gazetelere geçiyor. Çünkü Çankaya’ya davet edilmeyen popçu ve hatta topçular bu galaya davet ediliyor. Sırada Ankara ve İzmir galaları var. Resmin bütünü ya da aile fotoğrafını göz önüne çıkarmak için. Ankara’daki galaya TBMM damgasını vururken İzmir’deki gala Tansaş’ın sponsorluğunda ‘Sokak Çocuklarını Koruma Derneği’ yararına düzenleniyor. Davetiyeler de İzmir Efes Convention Center’da satışa sunuluyor. Yılmaz Erdoğan sıcak bir insandı, yardımseverdi, herkesin elini tutuyordu. Her şeyden önce iyi kabul görmek istiyordu. Hesabını kitabını da iyi yapıyordu yapmasına da, “Günahıyla sevabıyla bize ait bir film oldu. Çok güzel bir kabul gördü. Bence filmler arasında yarış değil, dayanışma olmalı. Umarım sinema endüstrimizi oluştururuz. Bizim hata yapma hakkımız yok. Çünkü bu endüstriyi oluşturursak, sektörden dışarı döviz kaybını önlemiş oluruz” (25/01/2001 Hürriyet) deyip, filmin dağıtımını Warner Bros. Pictures’a veriyordu. Ama ne diyelim kriz ‘nedeni’ döviz kaybı sorununa da bir katkısı oluyordu. Vizontele’nin ulaşmadığı yer kalmıyordu.

Putların stok listesine ulaşmak zor değil, kimi yenilemelerle bu listede yer alan isimlerin görüşleri ve bu isimlere ilişkin haberler başta Doğan Grubu tarafından belli aralıklarla yayınlanmaktadır. 31 Aralık 1999 tarihli Hürriyet gazetesi, “yeni bin yıla 42 mektup” adında bir kitapçıkla Aydın Doğan Grubu’nun putlarını ve adaylarını yayımlıyordu. Bu listeyi görmemiş olanlar için listeden kimi isimler: E. Özkök, F. Terim, O. Pamuk, Ç. Altan, E. Mumcu, E. Batur, Y. Erdoğan, S. Turgut, C. Özdemir, K. Köprülü, A. Alatlı, Ö. İnce, İ. Ortaylı, N. Mahruki…. “Bu listeyle ilgili genelleme yapacak olursak ephemere, ve herca-i, günlük her yere uygun diyebiliriz; hepsi değil, ancak çok büyük bölümü köksüzdürler.” (5) Yakın zamanda “geleceğe aşk mektupları” yazdıran Hürriyet’in bir başka stok listesinde yer alan isimlere bakıldığında, ortak isimlerle birlikte, bu kez siyasal yelpazenin belli amaçlarla biraz daha genişletildiğini görürüz. Konu aşk ve bu nedenle Fethullah Gülen, İsmet Özel, Kazancı Bedih’e de mektup yazdırılıyor. “Bizim işimiz kolay görünmüyor, ancak, tekeller düzeninin, putlar sistemini yerleştirmesi ise çok daha zordur; yalnız hırslı oldukları ortadadır. İki gözlemle bunu ortaya koyarak bu incelemeyi tamamlayabilirim; birisi hiç kuşkusuz 42’ler listesinde yer alan ve ancak büyük bir nankörlükle bu liste dışında bırakılan Fethi Naci’nin de pazarlama gücüne hayranlığını yazdığı Orhan Pamuk ile ilgilidir. Her zaman şansı güçlü Pamuk, Mesut Yılmaz’ın ‘uygarlığın kapısı Diyarbaker’den açılır’ yollu manzumesinden sonra Diyarbaker’e giderken bir kazaya uğruyordu, biliyorsunuz, Belediye’de konusacağı saatte, uygarlık kapısı kapatılıyordu ve belediye başkanı gözaltına alınıyordu; talihsizliktir. Haberlerden anlamıştık, Pamuk bu kaza karşısında, heyecanlı kalabalığa, ‘siz Kürtseniz, ben de Türk, sizin diliniz var benim yok mu’ tarzında son derece heyecanlı ve milli bir konuşma yapmayı tecih ediyordu; salon boşalmıştır. Gelişmelerin heyecanı ile ilk gün kanallar ve matbuat bu hoş olmayan durumu haber ettiler; bunun bir ‘ikonoklast’, put-kırma işi olduğunu anlamamışlardı. Fakat sonra hemen anladılar ve bütün büyük gazeteler önemli sayfalar ayırarak Diyarbakır insanlarının Pamuk’u ne kadar çok sevdikleri konusunda bize güvence yazdılar; böylece putumuzu put olarak koruyorduk” (6)

Putların seçim, yaratım ve korunması süreci her isimde aynı biçimde işlememekle beraber, sistemin putların yerleştirilmesi konusunda hırsı, put adayının hırsıyla birleşince ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. ‘Dansın Sultanları’ örneği var önümüzde. Yılmaz Erdoğan’ın parasal desteği ve sunumuyla, kardeşi Mustafa Erdoğan’ın fikriyle yapılan (ilk haberi hep Muhsin Kızılkaya’dan aldığımız için, arkadaş desteğiyle de haber edilen), ‘Fire of Anatolia’ iken ‘Sultans of the Dance- Saltıns of dı dans’ olan ama özünü koruyan bir dans gösterisi yapılmıştır. Ve gösteriyi izleyenler, “(…) Kökenleri farklı, yürek atışları benzer, aynı ağıt için ağlayıp, aynı komediye gülen yüzlerce parçadan, o parçaların çıkardığı yüzlerce sesin ortak ahenginden, benzer dans adımından, farklı kulakların hiç de yabancısı olmadığı farklı müzik notasından müteşekkil olduğunu görecekler ve Mustafa Erdoğan gibi bütün renklerimizin boyalarını aynı tuvalde eritmeye kalkışan yaratıcılara da, ‘Ne mozaiki ulan, biz betonuz’ diye azarlama cesaretini kendilerinde bulamayacaklar.” (7) Bu dans gösterisi Broadway’e gitmeden önce Maydanoz’da gösterilecek. Hollywood ayarında film Vizontele gibi, bu kez de Dansın Sultanları Broadway ayarında olduğu vurgusuyla karşımıza çıkıyor. Bir diğer öne çıkarılan ortak nokta, uzlaşmacılığı meşrulaştıran bir söylemin ürünü olarak okuyabileceğimiz, tuvalin ne olduğu bahsinden bağımsız, aynı tuvalde eritilen renkler vurgusu. Yerelden evrensele!… Bu bana, Aktüel dergisinin Yılmaz Erdoğan’a ‘Kürt Şarlo’ demesini hatırlatıyor. Ne maksatla söylendiği anlatılmamakla beraber, Aktüel’in kapağına çıkarılan Yılmaz Erdoğan için şöyle denilmiş: “Hakkari’nin Kürt köylüsüyle sosyeteyi yanyana oturtan adam, Yılmaz Erdoğan: 32 yıl tekmili birden… Kürt Şarlo” (8-14/2/2001, Aktüel Dergisi, sayı 499, yazıyı yazan Meçhul Kadın rumuzunu kullanmış.) İç sayfada ise şöyle deniyor: “Vizontele operasyonu ile Yılmaz Erdoğan, ‘Siyah Türkler’in son zaferi olarak tarihe geçti. İyi de bunu nasıl başardı?” Sayfa 20’de. Magazin dilinin kullanılışında bir sıçrama gerçekleştiren Aktüel Dergisi, Kürt ve Şarlo’yu yanyana getirip, ‘Kürt Şarlo’ diyerek burada “Yılmaz Erdoğan’ı diğer kitle kültürü starlarından ayrı kılanın ne olduğunu, kendi özgün ve ilginç yanlarını açığa çıkarmıyor, en fazla, popülaritesine yeni bir imaj çalışmasıyla müdahale ederek satışını kuvvetlendiriyor.” (8)

Putların üstlendikleri misyonların farkında olmalarına bağlı olarak gelişen kimi karakter bozukluklarına ilişkin örnekler verebi-liriz. Ancak burada kesiyorum ve sadece Fatih Terim’i hatırlatmakla yetiniyorum. Fatih Terim (imparator, putun böylesi!) örneğinde, putların, bu uzlaşma mis-yonunun, her daim cevap verme gayretine ve megalomanisine eklenerek ne denli can sıkıcı olabileceklerini göstermek açısından önemli buluyorum.

Uzlaşmadan bahseden sınıf, çıkar ve karakteri gereği, yükü doğrudan üstlenmezken, uzlaşma atmosferi yaratma potansiyelleri nedeniyle putlaştırılan isimlerin karakterleri belki de bu yük nedeniyle açıkça deformasyona uğramaktadır.

“Bestseller” Vizontele üzerine yazmaya başlamak ister istemez sizi Yılmaz Erdoğan üzerine yazmaya sürüklüyor. Filmin Yılmaz Erdoğan elinden çıkma olduğunu söylemek kolay oluyor. Film tipleri ve diyaloglar Bir Demet Tiyatro’nun farklı bir sahnede sergilenmesini çağrıştırınca, benzetme yapmakta haklı gerekçeniz de ortaya çıkıyor. Filmin net bir tezinin olması gerekmiyor. Seyirci buna ihtiyaç duymu-yor. Ancak film, bir “doğu” ya da “güneydoğu” kasabasının merkezi yönetimden uzaklığı ve mahrumiyeti, televizyonun kasabaya devlet televizyonu TRT ma-rifetiyle yarım gelmesi, öte yandan kasabanın genç erkeklerinin askere alınması; devlet ve “doğu” arasındaki ilişkinin nasıl olduğuna dair belli kıssalarla Yılmaz Erdoğan-Mükremin Abi diliyle anlatmayı hedeflemektedir. Ve bu hedef de ilgilenmeyen seyirci için dile getirilmektedir.

Şimdilerde yeni olarak sinemada, televizyonda fantezilerle dolu bir Kürt coğrafyasının izi sürülmektedir. Bu ize yıllarca Anadolu’dan Görünüm’de Kürtlerle psikolojik savaş yürütmüş TRT’nin yeni dizilerinde bile rastlanmaktadır. Örneğin, TRT’nin yeni dizisi Vasiyet, “Güneydoğu rüzgarının getirdiği sarı topraklarda geçen bir aşk öyküsü” olarak sunulmaktadır. “Vahşi Batı” mitolojisi bizde “Fantastik Güneydoğu” olarak yeniden üretilmektedir: “Son yıllarda güneydoğu toprakları ülkemizin görsel kültüründe “terra incognita”ya dönüştürülmekte. Eşkıyanın sular altında kalmış güneydoğu köylerinden, Propaganda’nın dikenli telle bölünmüş uçsuz bucaksız topraklarına, Hazırkart reklamlarının dere tepe düz gidilen boşluklarından Vizontele’nin tozlu dağ yollarına kadar, gözümüzün önünde yaratılan bir mitoloji var. Görsel imge-lerdeki benzerlikler, temelde alabildiğine farklı bu görsel kültür ürünlerinin ardında aynı imgelemin yatmakta olduğunu ortaya çıkarıyor.” (10) Örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak, söylenebilir ki, bu imgelem doğrudan Western sinemasını çağrıştırıyor ve Vizontele’deki Güneydoğu da bu filmlerden farklı çizilmiyor.

Yılmaz Erdoğan, beslendiği kaynakları, arkadaşı Muhsin Kızılkaya’nın yazısının başlığı gibi -Üç Şehir, Bir Yılmaz Erdoğan- üç şehri sayıyor: Hakkari, Ankara ve İstanbul. “Hakkari’de doğdu, Ankara’da okudu, İstanbul’da yaşamayı seçti. Ankara’ya giderken, yanına Hakkari’den torbalar dolusu malzeme aldı. Ankara’da okurken biçimlendi. İstanbul’da yaşamayı seçerken, yanına aldığı malzemeden biçimlendirdiklerinin ürünlerini verdi. Onun için, Kürt’ün mizah anlayışını Ankara’nın bıçkın kahve ağzına uyarladı. İstanbul’da bütün bunları entelektüel bir süzgeçten geçirip beyaz kağıda dökerken, Anadolu coğrafyasının ana renklerini aynı ‘bünyede’ toplamaya çalıştı. Şimdi baktığınızda ürünlerinde Hakkari’nin sıcaklığını, Ankara’nın bıçkınlığını, İstanbul’un Türkçesini bulursunuz (…) Hakkari’de kalsaydı, dost meclislerinde arkadaşlarını güldüren küçük bir devlet memuru, Ankara’da kalsaydı zoraki mühendis olurdu, eminim. Ama İstanbul ondan yeni bir adam yarattı. İstanbul içindeki cevheri keşfetmesini sağladı.” (9)

“İstanbulist olmayan bir film” yapmak istediğini söyleyen Yılmaz Erdoğan’ın kendisi yine kendi deyimiyle İstanbulisttir. Yukarıda anlatılan Yılmaz Erdoğan’da putların ortak özelliği aynı renkleri toplayan şeklinde ifadesini bulan uzlaşma misyonu bir kez daha övgüye uğramakta, köklerinden kurtuluşun yolu İstanbul’dan geçmektedir.

Haklı olarak Kürt tiplemelerin sinemada sunuluş biçimlerini de eleştiren Yılmaz Erdoğan, kendi deyimi “İstanbulist”i açıklarken, “Şimdiye kadar Kürtlerin yaşadığı coğrafyada geçen hikayeler, benim deyi-mimle, hep İstanbulist oldu. Hep burada oturulup, oradaki insanların buradaki yansımaları üzerine filmler yapıldı.” diyor. Peki, Yılmaz Erdoğan İstanbulist olmayan bir film yapabilmiş midir? Yine kendi de-yimiyle, gerçeğin izini sürebilmiş midir?

En başta belirtmek gerekir ki Yılmaz Erdoğan bir sinema filmi yapamamıştır. Bu Nijat Özön’ün deyimiyle Karagöz’ün perdeye yansıtılmasıdır. Bir Demet Tiyatro, aynı oyuncularla, mekan ve dekor fantastik Güneydoğu’dan seçilerek yeniden sahneye konmuştur. Diğer taraftan Vizontele deneyimi, Bir Demet Tiyatro’nun da Amerikanlaşmasını getirmiş, dizideki memur ailesi belli dönüşümlere uğramış, örneğin Amerikan dizilerinde görülebilecek cinsten yeni bir dubleks eve taşınılmıştır. Kürt coğrafyasının gerçekliğine uzak Vizontele’de, İstanbul’da kendisini bulan ya da İstanbul’un kendisini bulduğu Yılmaz Erdoğan’ın göstermek istediği ve göstermesi istenen, dolayısıyla üzerinde uzlaşılan bir gerçeklik kurgulanmıştır. Bir Demet Tiyatro’yla gelen deneyim ve popülaritenin rantı Vizontele ile paraya dönüştürülmüştür. Yoksa biz zaten Yılmaz Erdoğan’ın İstanbulist olmayan bir film yapıyorum derken, Güneşe Yolculuk’ta anlatılan Berzan’ın ya da Sarhoş Atlar Zamanı’nda anlatılan Eyüb’ün hikayesini, kendi halkını anlat(a)mayacağını biliyorduk.

Vizontele gerçeğin izini sürememektedir. Bu ülkede “kötü” Kürtler üzerine film yapmak zor ama gereklidir. Krizin, savaşın yıkıma uğrattığı insanları uzlaşmacı bir sinemada görmek mümkün değildir ama başınızı nereye çevirseniz bir put görebilirsiniz.

Notlar

  1. Yalçın Küçük, Tekelistan, Yazı-Görüntü-Ses Yayınları, Kasım 2000, s.224
  2. Popüler Sinema, Senem Erdinç, “Hayatı İlk Gördüğüm Yer”, Ömer Faruk Sorak ve Y. Erdoğan ile yapılan söyleşiden, Şubat 2001, sayı 71
  3. Yeni Gündem, Sinan Birvan, Ömer F. Kurhan, “Gerçeğin İzini Sürdüm”, Y. Erdoğan ile yapılan söyleşiden, 10/02/2001
  4. Popüler Sinema, ags
  5. Yalçın Küçük, age, s.224
  6. Age, s.225
  7. Muhsin Kızılkaya, “Anadolu’da Yanan Ateş!”, 25/2/2001, Radikal İki
  8. Göksel Aymaz, “Kürt Şarlo Ne Kadar Satar?”, 18/2/2001, Radikal İki
  9. Muhsin Kızılkaya, 4/2/2001, Radikal İki
  10. Tuna Erdem, “Vahşi Batı’dan Fantastik Güneydoğu’ya”, 10/2/2001, Radikal

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 9. sayısında yayınlanmıştır.)