“Şellale” Film Setinden

Seray Genç /

Semir Aslanyürek ilk önce sizinle tanışmamızı istedi. Filme nasıl bir katkınız oluyor; buradan başlayalım isterseniz?

Nihat Aslanyürek – Ben Semir’den daha büyük, daha yaşlı olduğum için buradaki insanların karakterlerini ondan daha iyi biliyorum. Kendisi buradan uzak kaldı. Şimdi filmde aslında bu bölgede geçtiği halde bu bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel yaşantısını, yani 1950-60 yılları arasındaki dönemi kapsadığı halde aslında bütün Türkiye şartlarına uyan bir karakter çeşitliliği var. Şöyle diyeyim, sistemin bu toplumu nasıl böldüğünü hatta birkaç kişiden ibaret de olabilen kümeleşmeler oluşturduğunu, siyasal ayrımları nasıl ortaya çıkardığını ve sonra da nasıl yozlaştırdığını anlatır. Filmde kardeşler arası bölünmeye kadar gelindiğini; burada 2 kardeşin düşman olduğunu görürüz. Biri Demokrat Partili diğeri Halkçı Partili iki kardeş. Kümeleşen bu insanların ancak ve ancak bir felaket sonucu konuşabileceklerini; iki kardeşten birinin başına bir felaket geldikten sonra kardeşlerin bir araya gelebileceğini görürüz. Ancak böylelikle düşmana karşı bir olunabiliniyor. Acı karşısında…

(Film ekibi az sonra çekime başlanacak sahne için eski evin avlusunu hazır hale getirmeye çalışıyor… Hayk Kirakosyan ve Semir Aslanyürek çektikleri plan üzerine konuşuyorlar. Yıllar önce öğrenmeye çalıştığım Rusça’dan birkaç kelimenin anlamını çıkarıyorum.)  

Simgesel olarak iki avluyu ayıran şu gördüğümüz duvar da yıkılacak.

N- Evet yıkılacak.

Siz başından beri filmde varsınız. Sinema derslerinde sizden, ailesinden bahseder, Semir Aslanyürek. Hem memleketiyle bağlarını koparmamış, hem de bir aydın olarak memleket meselelerine sahip çıkan bir tavrı vardır. Siz ailecek böylesiniz galiba.

N- Buranın, Antakya’nın insanı genel olarak kültüre, sanata yakınlık duymaktadır. Fransız işgali sırasında Fransız kültürüyle tanıştık. Öncesinde de tarihten gelen bir kültürü, ayrıksılığı var. Bu yüzden filmdeki her karakterin bir anlamı vardır. Hiçbiri boşlukta değildir.

Çekimler nasıl gidiyor peki?

N- İyi gidiyor, kamera çok titiz davrandığı için ağır gidiyor ama iyi gidiyor. Oyuncuların bir bölümü buralı amatör oyuncular olduğu için de sorunlar çıkıyor.

Başka Üçüncü Dünya ülkelerin sinemalarına baktığımızda, örneğin İran sinemasına, amatör oyuncuların büyük bir başarıyla gündelik hayatın içinde perdeye aktarıldığını görüyoruz.

N- Bu yüzden gecikmeler oluyor. Amatör oyuncularla çalışmanın belli zorlukları var, bu yüzden.

Profesyonel oyuncular da program uyuşmaması vs. çeşitli nedenlerle gecikmeye yol açabilir.

N- Doğru, bu sorunlar da yaşanıyor.

(Bunun üzerine ben de Nihat Aslanyürek’e hak veriyorum…) Gerçi film 50’li yıllarda geçtiği için amatör oyuncuların dönemin ruhunu yansıtabilmeleri zor olabilir.

N- Sizin gözleminiz nedir? Antakya’ya geldiniz. Film çekimlerine katıldınız…

Antakya’ya 3. gelişim. Daha önce Harbiye’yi görme fırsatım olmamıştı. Hiç yabancılık çekmedim. Antakya insanına ilişkin hep olumlu izlenimlerim oldu. Semir Aslanyürek de bu insanlardan biri…

N- Ben 1960’tan sonrasını hatırlıyorum. Buranın insanı çok sıcaktı o zamanlar. Zaten buranın adı aslında arapça kökenli Harbia’dır. Harbia ‘sıcak yöre’ demektir. Har sıcak, bia yöre. Buranın insanları gerçekten sıcaktır, adına yakışır yani. Buradaki insanlar geçimlerini daha çok hayvancılıkla, tarımla kazanırlardı. Şimdi öldü. Bahçecilik, sebzecilik, meyvecilik… Sular bitti ve öldü. Su, bahçe sulama diye bir şey kalmadı. Hayvancılık öldü. Amik ovası bitti. Ekilmiyor artık. İnsanlar göç etmeye başladı bu nedenle. Başka yerde geçinme derdine düştü. Burada yaşayan insanların yarısı şimdi Türkiye sınırları dışında çalışıyor. Genellikle Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirliklerine gitti insanlar çalışmak için.

Anlaşabildikleri ortak bir dil de var.

N- Dil sorunları yok. Bir meslekleri de var. Bu bölgenin en büyük özelliklerinden biri, tarihtede hep, zenginlerin yemek deposu, eğlenecekleri, gelip gezecekleri, yiyecekleri içecekleri bir yer olmasıdır. Buranın insanı daha çok yemek konusunda uzmanlaşmıştır. Lokantalarda çalışırlar. Aşçı, garson, komi gibi. Suudi Arabistan’ın çoğu lokantasında çalışanlar genellikle Harbiyelidir veya Antakyalı.

Filmde Enis Aslanyürek dışında aileden oyuncu var mı?

N- Kızım, Yusuf Usta’nın kızını oynuyor. Heyecanlı bayağı.

(Avluda ‘başla’ denmesini bekleyen oyunculara, Yusuf Usta’nın çocuklarına bakıyoruz birlikte… Yemek sahnesi için avlu hazırlanmış. ‘Sessizlik sessizlik’ deniyor ‘başla’dan önce. Susuyoruz biz de. Çekim bitip yeniden sesler yükseldiğinde bu kez Nihat Aslanyürek soruyor bana: “Siz senaryoyu okudunuz değil mi?”, “Evet” diyorum ben de, devam ediyor o zaman)

N- Senaryo bana Nazım Hikmet’in şiirlerini anımsatıyor. Yani senaryo şiir diliyle yazılıyor. Okurken bile bir şiir okuyor gibi oluyorsunuz. Film başlıyor, bitiyor farkına varmıyorsunuz. En önemli şey filmin kendisinin çekiminde de bu akımı, gidişatı yakalamak. Bundan sonrası Semir Hoca’nın ekibine bağlı artık.

Senaryoyu yazarken de birlikte mi çalıştınız?

N- Semir çok zaman buradan uzakta, dışarıdaydı. Yazarken o dönemin tarihine ilişkin kimi sorular sordu.

Kardeşlerden en iyi sizinle anlaşıyor gibi.

N- (Gülüyor) Evet. O, tüm Harbiyelilerle anlaşır ama tartışmaktan da çekinmeyiz bak. Tek bir kelimeyi, çok basit bir şeyi, bütün gün tartıştığımız olmuştur. Buraya geldiği zaman insanlarla çok konuşur ve bu çoğu yer ve olaylar gerçeğe yakındır. Fantazi azdır.

Siz Antakya’yı çok iyi tanıyorsunuz. Hiç ayrılmamış gibisiniz.

N- Hep buradaydım, burada çalıştım, TEK’ten emekli oldum.

Enis Aslanyürek- Amca, amca. Sen var ya göreceksin sen!

(Neyi diye soruyoruz ikimiz aynı anda. Aldırmıyor aslında, sohbete katılmak ister gibi buluyorum onu ve soruyorum hemen. Filmdeki adıyla hitap ediyorum.)

Cemal hoşgeldin, nasıl gidiyor film?

E- Benim gözümde mi?

Evet.

E- Durmadan bekliyorum. Zor birşey beklemek.

Film bittiğinde beklediğini görmeyeceğiz ama ne seyirci olarak biz, ne de oyuncu olarak sen. Sinemaya gidiyorsundur, seyrettiğin filmlerin çekimi de bundan farklı olmuyor. Kaça gidiyorsun?

E- Beşe. Karnemi almadım daha (böylelikle notlarını sormama izin vermedi).

Cemal’le aran nasıl?

E- Çok şeker ama ben daha azgınım. Bir sahneyi benim yüzümden iptal ettiler. Azgınım ya… Gülemedim, gülemiyorum… Herkes bana şöyle diyor: “Paramız bitecek, şu bitecek, bu bitecek.” Eee, ben nasıl gülücem şimdi. Nasıl beklerler gülmemi. Gece saat 12’ye kadar çalıştık, çalıştık ve çalıştık. Ben hiç yemek yemedim o akşam.

Kuvvetin yerinde görünüyor.

E- Öyle görünüyorum sadece.

Oyuncu-yönetmen olarak babanla çalışmak nasıldı?

E- Sette sana en ilginç bulduğum on kişiyi sayayım mı? İlk önce Adnan abi var. Hayır Adnan Abiden önce Enis Abi var. Bana benzer biraz.

Adı yüzünden olmasın?

E- Yok yok. Bak şimdi en sevdiğim on sıralaması da var. Adnan Abi işte orda var. Babam da bu sıralamaya girer. Bir de Japon bir arkadaş vardı.

“Şurda bak” deyip Japonca sesler çıkardığını düşünerek filmde kostüm sorumlusu olarak çalışan Özlem Özkarpat’ın yanına gidiyor… (Enis’le söyleşimiz onun istediği kadar ve istediği biçimde oluyor. Semir Aslanyürek’le yoğun günün akşamında buluşuyoruz. Yusuf Usta’yı oynayan Aykut Oray’da bize katılıyor.)

Yeni İnsan Yeni Sinema’ya yazdığınız yazının sonundan başlamak istiyorum. Orada Ne yapmalı, nereden başlamalı diye bitirmiştiniz. Bir kriz sineması tarifi yapmış, son dönem Türk sineması filmlerini değerlendirmiştiniz. Siz Şellale’den başladınız. Şellale’den mi başlamak gerekiyordu?

Semir Aslanyürek – Belki Şellale’den başlamak gerekmiyordu. Gerçi bu gecikmiş bir projedir. Geçen sene başlamış, bitmemiş ve bu sene tekrar çekiliyor diye gecikmiş bir proje değil sadece; dönem olarak da gecikmiş bir proje. Belki 1970’lerde yapılmalıydı. Aslında daha da gecikmiş projeler var. Ben örneğin Eve Giden Yol’da olduğu gibi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi ele almak istiyorum. Bu geçiş dönemi arada büyük tarihsel kopuklukların yaşandığı bir dönemdir. O günlerde atılan adımlar bizi bu günlere getirdi.

Ben de tam olarak bugün böyle bir dönem filminin çekilmesinin anlamı üzerine sormak istiyordum.

SA- Aykut Oray çok güzel bir şey söyledi: Hiçbir şey değişmedi. Tabi diyalektik anlamda bu mümkün değil ama yöntemler, formüller değişmedi.

AO- Eskinden halkımızı kandırmak çok daha kolaydı. Çok daha sade ve basit yollarla kandırlardı. Savaştan elde kalmış süttozu, tereyağı, peynir, eski silahlar, arabalar gibi malzemeleri Marshall yardımı adı altında bize gönderdiler. Ama örneğin arabaların yedek parçasını bize vermediler. Böyle olunca çok büyük aksaklıklar, gerilemeler yaşandı. Bugüne bakarsak, birtakım güzel hortumcularımızla, politikacılarımızla ülke soyuluyor. Bu sefer yardım gönderenler başında adamını da gönderdiler. Ben parayı veriyorum ama bu para nereye gidiyor diye kontrol edeceğim diyor. Osmanlı döneminde Düyun-u Umumiye, 50’lerde yardım malzemeleri vardı. Şimdi paranın başında adam var. Bu adam da hükümetin 4. ortağı. Değişen hiçbir şey yok. Halk aynı biçimde kandırılmaya devam ediliyor. İyi günler, aydınlık günler ilerde. O iyi günler, aydınlık günler bir türlü gelmiyor. Vaadedilen bir türlü gerçekleşmiyor. Kandırılan hep aynı halk. Bu seferkinin farkı paranın nasıl harcanacağını kontrol edecek bir adam göndermeleri.

Paranın nasıl tahsil edileceği onlar için daha önemli.

AO- Para nasıl olsa geri ödenecekte… İşte bu nasıl konusunda benim şüphelerim var; egemenliğimiz tümden elden mi gidecek, toprak mı isteyecekler, manda mı olacağız yine…

SA- Çok ayıp olacak ama ben bir laf kullanacağım: Yani düzenler değişiyor ama düzülenler değişmiyor.

AO- Onu şöyle özetleyebiliriz: Düzen değişsin değişsin diyoruz ama bir türlü değişmiyor.

Sanırım bunun bir nedeni de sistemin geçmişte kullanılan araçlara pek ihtiyaç duymaması. Sistemin kendi kendini üretir hale gelmesi.

AO- Türkiye’de sistem çökmüş durumda. Sömürü düzeni gayet güzel işliyor ama sömürülen düzen çökmüş durumda.

SA- Ben size birşey söyleyeceğim. Ben de devlet memuruyum eninde sonunda. Biliyorsunuz memur adı üstünde emredilen kişidir. Bu adama nasıl bir politika uygulanıyor? Hani Marx’ın dediği gibi artık zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok mu? Üç nokta var: Kaybedecek ufak tefek şeyleri var, asla karnı doymuyor ama doyacak diye umudu var. Bu üçünü sağladığı zaman devlet, memur işte bugün olmadı yarın, bir dahaki dönem, bir sonraki hükümette diye bekliyor. Neden? Memuru doyurursan karşı çıkar. Böyle bir mantık var. Onun için ne doyuracaksın ne öldüreceksin. Şimdi ben yine Türkiye’yi ABD’nin, kapitalist sistemin bir memuru olarak görüyorum. ABD Türkiye’ye aynen devletin memura yaptığını yapıyor. Ne tam doyuruyor ne öldürüyor ve bir umut kapısı bırakıyor.

Filminizin bugün için taşıyacağı anlam, egemen politikaların geçmiş dönemde yaşattıklarıyla belli paralellikler kurulması sonucunda bir kez daha önemli oluyor.

SA- Ben filmimin çok özel bir anlamı olsun istemiyorum. Öyle bir şey algılansın bile istemiyorum. Bu herkese hitap eden bir film. Yani bütün topluma hitap etmek istiyorum. Elimden gelse benim hedefim 6 milyar insana hitap edebilmek. Sanıyorum bu film 6 milyar insanı da hedefliyor. Çünkü istiyorum ki Brezilya’da ya da Jamaika’da biri seyretse, vay be biz de böyle şeyler yaşadık dese. Bir bakıma, deyim yerindeyse evrenselliği yakalamak istiyorum. Umarım öyle bir karakteri olacak.

AO- Ben bir şey ekleyeyim. Amerikan yardımının gittiği her ülkede aynı duygularla izlenecek film.

SA- Örneğin süt içme hikayesi, ben pek çok yerden duydum. İlginçtir, o süt hep dayakla içilirdi. Bütün bunlar o dönemde geçiyor. Ama film hangi dönemde geçerse geçsin, isterse milattan önce geçsin ben bugünün mesajını vermek zorundayım. Ben ve bunu seyredecek insanlar bugünü yaşıyorlar. Bu yüzden bugünü direkt ilgilendirmek zorunda. Böyle olmadığı zaman hiç önemi yok filmin. 2000 sene önceki bir olay beni şimdi ilgilendirmiyor, yaralarımı deşmiyorsa zaten tarihte onun adı bile geçmez. Silinir gider. Niye hatırlanır bazı olaylar. Çünkü, güncelliğini korurlar. Burda bir sorun var benim üzerine parmak basmak istediğim. Bunu pek çok yerde söyledim, yazılarımda yazdım. Bir yapıtın ruhu ona sanatsal düşünceyi katmakla oluşur. Size bir örnek vereyim. Belki siz sordunuz. Bana çok soru soruldu böyle, işte Türk sinemasının durumu falan fistan. Bence Türk sinemasının temel sorunu özünde hiçbir sanatsal düşünce barındırmayan ürünlerdir. O yüzden filmlerin ömrü kısa oluyor. Ona emek verenlerin, seyircilerin affına sığınarak söylüyorum. Örnek veriyorum sadece, mesela Vizontele seneye izlenmeyecek. Ama ben Stalker’i herhalde 300 kez izledim ve elimden gelse 5000 kez daha izleyeceğim. Ve düşüncem şu, ona rahmet okuyalım yani ne derlerse adını analım, insanlığın onu aşması zor. Sanatsal düşünce olduğu zaman yapıtı yaşatır, ruh asla ölmez, ölümsüzdür. Türkiye’de çok sorun var ama Türk sinemasında hiçbir sorun yok. İşte ben bunu aşmaya çalışıyorum. Çorbanın tuzu azsa eklersin sorun çözülür. Burada bir çelişki yoktur.

Filminizde ele aldığınız dönemin politik taraflarıyla çözümlenmesi diğer yandan yaşanan insani bir geçimsizlik. özgün karakterlerle anlatılmaya çalışılıyor…

SA- Mevcut sosyoekonomik durumun bir yansıması aslında. Bütün dönemlerde aynı şeyi yaşıyoruz: Kavga. Kardeşsiniz, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor, değişik partilere mensupsunuz ama eninde sonunda aynı sınıfsal konumdasınız. Ama değişik biçimlerde adlandırıldığınız için birbirinizi öldürebilirsiniz. Ben bunu anlamıyorum. Anlamak istemiyorum.

AO- İşçi sınıfı bilincine ulaşamamış toplumlarda hep böyle.

SA- Tabi, bu hep ön plandadır ve böyle olacaktır. Biraz önce birşey söyleyecektim. O aklımdan gitti şimdi.

AO- Yapma be, ben mi engelledim?

SA- Yok, zararı yok. Demek ki önemli değil eğer unuttuysam.

Semir Hoca’ya soru sormaya gerek yok ki. O kendi sorularını her şekilde formüle edip cevaplarını anlatıyor. İyi bir öykü anlatıcısı olduğunu biliyorum ama Semir Aslanyürek’in sinemada o dilini nasıl kullanacağını merakla bekliyorum. Az önce söylediğim şeyi filminizde önemsiyorum; bir taraftan bir dönem filmi bir taraftan da kardeşler arasındaki insani ilişkinin çözümlemesi bu filmde olacağı için. Filminizde delilik kahramanlarınızın ortak noktası. Diğer taraftan, berber Kel Selim örneğinde olduğu gibi en deliler en ilerici karakterler aynı zamanda.

SA- Önce dönem filmi konusunda şunu söyleyeyim. Ben karakterleriyle, olaylarıyla 1960 filmi yapıyorum ama sorunuyla 2001’i yapıyorum. Hatta 2002-2003-2004’ü… Demin şöyle diyordum. Biz tarihten ders alamıyoruz. Yaşadıklarımız, okuduklarımız bize ders vermiyor. Bir deprem oluyor ve yaygara başlıyor. İşte böyle yapmalıyız, böyle etmeliyiz. Bakın İstanbul hala aynı tehlike altında ve unutuldu. Eminim hala çimentodan çalınıyordur. Sorunu yaşadığımız an eyvah diyoruz, onu yapalım, bunu yapalım diyoruz ve o bittikten sonra ertesi gün unutuyoruz. Yunanlılar bize depremde yardım etti, yakınlaşma doğdu. Depremden sonra yardımlar unutuldu, tekrar düşman olduk Yunanistan’la bir şey olmadan.

Filmde birçok kahramanda bir delilik hali var demiştik…

SA- Benim bütün kahramanlarım deli. Ben de deliyim biliyorsun. Usludan yeğdir delimiz. Ve her birinde benim ruhumdan bir şeyler var. Yani hepsi benim değişik yönlerimi yansıtırlar. İnsana özgü şeyler bize de yabancı olmamalı. İkincisi Kel Selim burada yaşayan insanların bir versiyonu.

AO- Bir bilge, toplum bilgesi diyelim.

SA- Dünyanın her yerinde böyle insanlar var. Mesela ben bir Cezayir filmi izlemiştim. Ateş Yılları Olayları diye çevrilebilir. Fransız işgali dönemini anlatıyor. Ve Cezayirlilerin bir kısmının satılıp boyun eğmelerini anlatıyor. Boyun eğmeyle bitiyor film. Bir deli var filmde Kel Selim gibi, ona kimse dokunmuyor. Sokakta gezen, elini ısıran, çamurda sürünen, altına çişini yapan bir deli. Ama o, o toplumun bilgesiydi. Filmin sonunda çok güzel bir sahne var. Filmin sonunda Cezayirli çocuklar Fransız milli marşını söylüyorlar okulda. O, onu işitiyor ve mücadelede ölenlerin mezarları olan bir mezarlığa gidiyor ve değneğiyle mezarları dövüyordu: “Kalkın, kalkın! Yeter! Uyumayın!” diye bitiyordu. Kel Selim böyle bir adam. 1000 sene önce de yaşasaydı ilerici olacaktı.

Filminizin geçtiği dönem düşünüldüğünde Antakya’da mekan bulmada veya çekimlerde güçlük yaşadınız mı? Yapılaşma burada da yıkıcı bir biçimde yaşanmış gözüküyor.

SA- Genel plan bir şekilde bir köşede çekebiliyorsunuz, genel plandan ziyade açılarımız çok dar. Mesela yarın bir tek açıyla çalışacağız. 180 derece bile çalışamıyoruz. 120 derece çalışabileceğiz. İyi ki burada çok bahçe var ama onları da bitirdiler. Ağaçlar bizi kurtarıyor bazı çekimlerde. Ben buralıyım biliyorsunuz ama her gelişimde içim cız ediyor. Final sahnesini çekmek için bir yere gittik. Ekip şaşırdı. Kasabanın ortasında böyle bir jungle olur mu dediler. Geçekten jungle gibiydi. Fakat ben oranın öyle olduğunu değil, bütün bu beldenin öyle olmadığına şaşırıyorum. Çünkü bu çok değil 15-20 sene önce böyleydi. Tabi bu arada doğa da, tarih de katledildi. Ama ben şöyle sanıyorum. Mesela geçen sene bu çekim yaptığımız ev harabeydi ve yıkılacaktı. Geçen sene biz geldik. Film için çok önemli bu ev derken, sahipleri bir kısmını restore edip içine girdiler. Yani, hoş görünmeye başladı onlara. Başka biri geldi bugün bizim çerçevemizden kendi evini gördü ve ne güzelmiş dedi. Ben felek gelse artık bunu satmam yıkmam, bilmem ne etmem demeye başladı. Değerlendi gözünde, sanıyorum filmin bazı kareleri buna da yardımcı olacak, burdaki insanların eski kalıntıları harap etmemesi için belki bir neden olacak. Tabi şelaleyi de konuşmak lazım. Bu şelale Büyük İskender’den bu yana biliniyor ve bir mitolojisi var bu şelalenin. Fakat 1960’larda kaynağını genişletmek için tahrip edildi, dinamitlendi. Olmuş bir olay. Vokris tipi bir kaynak, ağzını genişletirsek çok su gelecek dediler, baraj yapacaklar. Sanırım Süleyman Demirel de vardı aralarında.

Görüntü yönetmeniyle ilgili bir sorum olacak. Hayk Kirakosyan’ın Türkiye’de sinema yapmasına siz mi neden oldunuz?

SA- Herhalde ben…

Biz Hayk hakkında pek bir şey bilmiyorduk ama Semih Kaplanoğlu’nun filminden sonra iyi bir görüntü yönetmeni olduğunu konusunda herkes hemfikir.

SA- Bizim okulun iyi mezunlarındandır.

Siz daha önce de birlikte çalıştınız mı?

SA- Ben bütün işlerimi onunla yaptım.

Aynı dönemde mi mezun oldunuz?

SA- Aynı dönemde, farklı fakültelerden. O görüntü fakültesindeydi, ben yönetim.

Vagon’da da birlikte çalıştınız…

SA- Evet. Orda farklı fakülteler arasında bir iletişim var. Yönetmen gidiyor senaristini buluyor senaryo fakültesinden, görüntü fakültesinden görüntü yönetmenini buluyor, oyuncularını buluyor ve ekip olarak uzun süre böyle çalışıyorlar, okuldan sonra da devam ediyorlar.

Hayk Kirakosyan ismini Türkiye Sinemasında daha sık göreceğiz, öyle görünüyor.

SA- Ben de buna inanıyorum. Yalnız bizim koşullarımız farklı. Bu filmi ben taş gibi yontmak isterdim. Ben 9 yaşımdan beri her gün taş yontarım. Siyah taş. Çok yakın bir tarihte de sergi açacağım belki. Taş yontmayı çok seviyorum, belki sinemadan daha fazla. Niye taş gibi yontmak istedim. Bir defa sabır isteyen bir iş, ondan sonra adım adım yaklaşıyorsunuz hedefinize ve çok titiz olmak lazım. Hata şansınız yok taş işlerken. Önce figürü görmek lazım taşın içinde, ondan sonra temizlemek lazım gereksiz kısımları. Ondan sonra taşın özündeki neyse ortaya çıkar. Burada bir zaman sorunumuz var. Mutlaka belirli bir çekim gününde, belli bir saatte bitirmeye yönelik bir plan var. Ona uymak zorundayız. Fakat bu plan hava bulutlanıyor aksıyor, bilmem ne oluyor aksıyor, Enis sorun çıkartıyor aksıyor, ışıkta bir sorun oluyor aksıyor. Mesela ışıkta 10 dakikalık bir gecikme, ampullerden birisinin sönmesi, onun tekrar soğutulup tekrar yakılması için geçen 10 dakika. Sizin ışığınızın renk ısısı değişiyor o arada. Bu durumda da bütün yansıtıcıları 10 derece değiştirmek gerekiyor. Gün başındaki 10 dakikalık her gecikme gün sonunda faiziyle 2 saatlik bir gecikmeye sebep olabiliyor. Ben böyle çekmek istemiyorum filmimi. Böyle öğrenmedim sinemayı ben. İçime sinmeyen planlar oluyor bu yüzden. Bakın demin sözünü ettik Tarkovski’nin. Tarkovski Stalker’i 3 defa baştan çekti. Bunu sanıyorum dünyanın hiçbir yerinde yapamazdı. Ama o zaman Sovyetler Birliği’nde yapabildi. İkinci defasında beğenmeyip tekrar filmi çekmek istediğini söylediğinde, artık reddettiler. Tarkovski gitti, filmine asit döktü ve yaktı. Sonra o büyük sorumluluk yüzünden filmi tekrar çektirdiler ona. Bu size daha iyi anlatabilir. Ben bu anlamda biraz dertliyim ama ilacı yok gibi. Umarım ileride daha iyi olanaklarla, daha çok zamanla film çekeriz. Benim için zaten bir de “Eve Giden Yol” kaldı.

Semir Aslanyürek’e daha önce hikayesini dinlediğim ‘İstanbul İstanbul’u unutmayalım diyorum ben. O da başını sallıyor, tamam der gibi. Ama beni duymadı bile. Sonra da ekliyor: “Maddi hesapların olmadığı, hiç yapılmadığı bir film çekmek istiyorum. Bunu yaz işte!”

18/09/2001 / Harbiye-Antakya

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.)