İnat Hikayeleri: Bir Anadolu Hikayesi

Tuncel Kurtiz ve Karslı köylü amca

Eren Serim /

Bahar gözünü kapatınca ötemizde, çok uzaklarda; mesela Ağrı Dağı’nın eteklerinde başlanır muhabbete, insan kendine döner kış ayının gelmesiyle. İnsan düşünür, insan anlatır, insan tecrübe eder, insan yaşar. Oysa kentte insanlar hep susar yaz-kış, otururken televizyon kanepesinde…Ve yeryüzünün ilk hikayeleri, ilk destanları Ağrı Dağı’nın eteklerinde yazılır, anlatılır. Bunun sinemasıdır İnat Hikayeleri.

“Bir Reis Çelik anlatısı” olarak vizyona giren film “anlatı” adından da anlaşılacağı gibi öyle şaşalı bir iddia taşımıyor. İzleyiciye her gün televizyonda, orda burada gördüğü starları göstermeyi, gülmekten kırılacağı bir filmi vaat etmiyor. Sadece bizim insanımızı, Anadolu kültürünü anlatmaya çalışıyor. Filmde Tuncel Kurtiz ve köylüler ( Aşık Memet, Katip Amca, Meclis Emmi…) oynuyor. Anlatı bir ana öyküden ve üç yan öyküden oluşmakta. Minibüsçü Kaiser’in ve Kızakçı Daşo’nun köye kim daha önce dönecek diyerek tutuştukları iddianın yolcuları tehlikeye ve eziyete sokacak derecede inada binmesi üzerine anlatılan hikayelerle inat üzerine yakalanmaya çalışılan ortak tema, Çıldır gölü çevresinde geçen bir belgesel aslında.

Diğer öyküler de kızakta, mola verdikleri kahvede ve Kaiser’in dediği gibi teybi, kaloriferi olan, her daim sıcak olan minibüste anlatılmaya başlanıyor. Konu konuyu açıyor.

 

Şu gördüğünüz mezar var ya Kaço’nun mezarıydı. İnadına yenik düştü Kaço aklı aylarca Latif’le tutuştuğu ladeste kaldı. Çünkü silahı vardı işin sonunda, silah da namus demekti. Ve ilk hikaye Çıldır’ın üzerinde giderken anlatılır. İkinci hikaye ise birbirleriyle evlenmek isteyen Yusuf ve Şahsenem üzerinedir. Şahsenem Yusuf’a varabilmek için zor bir muammayı çözmelidir. Bu iki hikayede de insan, onuru için inatlaşır. Kaço silahını namusuyla özdeşleştirdiği için rüyalarında sürekli Latif’i ve karısını beraber görür. Bu inat onu bile bile ölüme götürür. Şahsenem, aşkı için muammayı çözmeye çalışır. Bir ay boyunca yemeden içmeden düşünür ve sonunda da döktüğü gözyaşıyla muammayı çözer. Ama onuruna yediremez bu kadar aşağılanmayı, aşkı için şart koşulmayı. Çeker gider. Bu hikaye tipik bir Shakespeare hikayesidir. Shakespeare de sözlü edebiyattan esinlenmemiş midir? Her ülkenin vardır Shakespeare hikayeleri, sadece şekil değiştirmiştir. Japonya’nın Ran’ı İngiltere’nin Kral Lear’i gibi.

En son hikayede de Cambaz Saho’nun bahis tutuşarak şehirli aklını yenmesi, kurnazlığı anlatılır. Ama bu hikaye yazık ki filmin genel yapısına uymuyor ve hikaye gereğinden fazla uzatılarak sinema olma hali yok oluyor. Belgesel tadı bozuluyor. Aslında bu, dramatik çatıyı ‘inat’ konusu üzerine toplamak için işin zorlanmasından kaynaklanan bir sorun. Oysa çelişkinin olmadığı yerde dramatik yapının da kurulması mümkün olamayacağı için bu zorlama yerine belgesel olma halinin devam ettirilmesi filmi daha akıcı kılabilirdi. Son hikaye filme sadece biçim olarak değil içerik olarak da uymuyor. Çünkü anlatılmak istenen inadın ateş gibi olduğu: “Çok tutarsan içinde için yanar, çok tutarsan dilinde dilin yanar”. Ama bu öyküde inat kazandırıyor. Hem de diğerlerinden farklı olarak para için inatlaşılıyor. Ayrıca diğer iki hikayenin ne zaman geçtikleri çok belirgin değildir. Hatta Yusuf ve Şahsenem’in hikayesinde Yusuf’un babasının kalesinde geçer öykünün bir bölümü. Bu yüzden bu hikayeler zamanın olmadığı “evvel zaman içinde” ile başlayan masallardır. Cambaz Saho’nun hikayesinde ise Kars Bankası’nın daha sonra da iç mekanın ve modern yaşantının gösterilmesiyle filmin masalsı biçimi bozuluyor. Bu da bizi filme yabancılaştırıyor. Çünkü artık zaman değişmiş, bir modern zaman fıkrası anlatılmıştır.

Gündelik hayatın akışını anlatabilmek. Popüler kültürün gündemini, gündeminin yarattığı oyuncuları kullanmadan insanı anlatmak. Örneğin, Nuri Bilge Ceylan sineması bunu kentte ya da Uzak öncesi filmleriyle Anadolu’nun batısında ya da Ege’de gerçekleştirdi. Ya ülkemizin doğusu? Genelde yönetmenler yaşamın akışıyla, dertleriyle ilgilenmeden oraları platform olarak kullandı ve bu ilginin mekan üzerinden kurulması moda halinde devam etti, hala da etmekte ( bu moda uzun zamandır TV dizilerine de taşınmış durumda). Oysa İnat Hikayeleri oraları, oraların insanını anlatıyor. Mekanı kendi gerçekliğinden çıkarıp, gözümüzün içine sokmaya çalışmıyor. İnsan doğayla birlikte var oluyor. Doğaya rağmen kendini var ediyor.

Yokluk çeken, yokluk içinde var olmaya çalışan bir sinema İnat Hikayeleri. Ama yokluğun sineması deyimini filmin dramaturjisinin tam olarak kurulamayışı ve hikayeyi sinemasallaştırmak konusundaki eksikliklerini meşrulaştırmak için kullanmaktan ziyade, teknolojiye esir olan ve bunu amaç haline getiren sinemanın alternatifi ve onun karşısında duran yeni bir şey denemesi açısından kullandığımı belirtmek isterim. Reis Çelik güzel fotoğraflar çekiyor, bir derdi var ama ne yazık ki bunlar yetmiyor filmin tamamlanmasına. Eksik kalıyor film. Bu yüzden de film daha işin başında üç beş kişinin izlemesiyle yetinmek zorunluluğunu bilerek gösterime giriyor

Güzel yüzlü insanlar, renkli kıyafetler, gölün üzerinde danslar ediliyor, halaylar çekiliyor… Malzeme hazır ama bunların harmanlanması, işte sorun ne yazık ki burada. Bu sorun yönetmenin eski filmlerinde ve İnat Hikayeleri’nin bazı diyaloglarında, görkemli mekanların olmadığı sahnelerde fark ediliyor. Örneğin Yusuf ve Şahsenem’in aşkı, hiç göremediğimiz ve anlatılanlardan birbirlerini sevdiklerini anladığımız “Yusuf ve Şahsenem’in aşkı” sözü olarak kalıyor. Banka Müdürü’nün odasında konuşmalar uzuyor, aynı diyaloglar yineleniyor, kamera nerede duracağına karar veremiyor. Yaşlı adam karı kürer gibi yapıyor… Oyuncuları yönetemiyor Reis Çelik. Burada Tuncel Kurtiz araya giriyor ve çoğu zaman filmi sırtlayan oluyor. Özellikle tek başına olduğu sahnelerde, eteklerinde durduğu dağlar kadar heybetleşiyor. Yeri geldiğinde kendini köylülerin, kameranın varlığını hissederek oynayışlarının düzeyine indirgeyerek oyuncuğunu bastırıyor.

“Ve her yıl Ağrı-dağında bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağının güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağının harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrıdağının öfkesini çalmaya başlarlar.” (Yaşar Kemal, Ağrıdağı Efsanesi) Bu sefer de dağların öfkesini dindirmek için, onu terk eden sevdalısı, bulutları geri getirmek için hikayeler anlatılıyor. Beyaz perdede ya da bir kahve köşesinde…

İnat Hikayeleri
Yön. ve Sen.: Reis Çelik / Gör. Yön.: Reis Çelik / Oyn.: Tuncel Kurtiz, Sabri Tutal, Kemal Gültekin, Ali Başkan, Aslı Sulan, Reyhan Ulu, Katip Amca, Meclis Emmi 2003, Türkiye