Doğa Belgeselleri: Modern Misyonerler Olarak Belgesel Yapımcıları

Doğan Yılmaz /

Biyografiler, otobiyografiler, belgeseller ya da belgelere dayalı diğer anlatılar hayatın, çeşitli yönleriyle, sanatsal kaygı taşımadan aktarıldığı önemli faaliyetlerdir. Sözü edilen her tür kendi içinde bir toplumsal ya da doğal olayı, bir insanın ya da bir diğer canlı türünün yaşamını çeşitli yönleriyle ele alır, konu edinilen ‘şeye’ doğrudan, aracısız bir bakış sağlamaya çalışır; ya da aracının düşünsel etkinliği bu uğraşılarda en aza indirilmeye çalışılır, en azından böyle olduğu iddia edilir. Bu iddia anlatılan şeyin gerçekliğinin ‘el değmeden’ aktarıldığı iddiasını da içinde taşır. Peki ama gerçekten böyle midir? Raskolnikof’un hayatı usta bir biyografi yazarının elinde çeşitli yönleriyle ele alınsaydı bugün Raskolnikof çoğumuz için bu kadar önemli bir ‘karakter’ olabilir miydi; ya da Raskolnikof’un gerçeğine biz bu kadar yakın olabilir miydik? Anna Karanina adı kaç kişi için bir şey ifade ederdi? Tolstoy’un eşi az görülür bir gerçeklikle betimlediği Anna Karanina bu kadar yaşamın içinde, böyle hepimize ait bir şeyleri ruhunda yaşatan biri olarak algılanabilir miydi? Her birimiz Akhillius hakkında hiç bir bilgiye sahip olmamamıza rağmen onun hakkında çok şey bilmemizi nasıl açıklayabiliriz? Genç Werther’in, Faust’un, Hamlet’in ya da Oblomov’un, hakkında çok az şey bildiğimiz Odeyssus’un gerçekliğinden nasıl şüphe edebiliriz? Amacım belgelere dayalı anlatının karşısına sanatsal üretimin derinliğini koyarak ilkinin etkinliğini azaltmak değil; aksine amacım, gerçeğe, belgelere dayandığını, anlatıcının öznel müdahalesini en aza indirdiğini iddia eden belgesel yapımcılığının herhangi bir durumun gerçekliğine ne kadar yaklaşabildiğini sorgulamaktır. Önemli ölçüde olgulara dayanan belgesel yapımcılığı olgulara ya da nesnelliğe duygusal (ruhsal) bir derinlik kazandıran sanatsal üretim karşısında etkinliğini önemli ölçüde yitirir aslında. Bu bağlamda natüralizm’i genel anlamda belgeselci anlayışın sanattaki uzantısı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Doğalcılık (natüralizm) kısa bir dönem ve çok başarılı bir kaç örnek dışında sanat tarihinde önemli bir yere sahip olamamıştır. Pazar ekonomisi açısından bakıldığında bile sanatta doğalcılığa yönelik önemli bir talepten söz edilemez. Okur ya da izleyici sanatçının öznel yaklaşımını her zaman tercih etmiştir. Borges bir yapıtında kendisinin hazcı bir okur olduğundan sözeder. Bu, sanırım çoğumuz için geçerli bir saptamadır. Haz, sanatsal bir beğeni anlayışını hem önceler hem de onun bir sonucu olarak sanatçıyı ve yapıtını belirler. Ancak, haz duygusunun sanat eseri ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi bozarak okuyucunun algısını manipüle etme tehlikesi taşıdığı her zaman göz önünde bulundurulmalıdır . Belgesel anlatımla sanatsal anlatım arasında birinin içerdiği öznelliğe karşılık diğerinin içerdiği mesafeli olguculuktan kaynaklanan fark haz arayışındaki okuyucu için belgesel anlatının ikinci planda kalmasına neden olur çoğu zaman. Bu noktada, birbirine çok yakın ama aynı zamanda birbirinden oldukça farklı iki filme değinmenin düşüncemi başka bir yolla ifade etme açısından yararlı olacağı kanısındayım. Çok önemli bir film olmasına rağmen Sıradan Faşizm izleyici üzerinde Charli Chaplin’in Büyük Diktatör filminin bıraktığı etkiyi bırakmaz. Faşizm üzerine yapılmış en etkileyici yapımlardan biri olmasına rağmen Sıradan Faşizm izleyicide daha çok nesnel bir tarih okumasının bıraktığı etkiyi bırakır. İzleyici uzak geçmişe dair bir olayla karşı karşıya olduğunu düşünür. Diğer taraftan, Büyük Diktatör faşizmin güncelliğini her zaman hissettirir. Yararsız bir karşılaştırma gibi görülebilir ancak her ikisi de en azından benim açımdan neredeyse eşit öneme sahip bu iki filmin izleyici üzerinde bıraktığı etki derinlik bakımından birbirinden farklıdır. Sanat eseri belgesele göre daha yüksek bir etki gücüne sahiptir. Başka bir yönden daha bakılabilir; örneğin Helenistik tiyatroda sahne kullanılmaz, doğa dekor olarak kullanılır. Doğanın dekor olarak kullanılmasının izleyicide gerçeklik duygusunu artıran bir işleve sahip olduğu düşünülebilir ancak bugün biliyoruz ki dekorun doğal ya da yapay oluşu, sahnenin varlığı ya da yokluğu değil, yapıtın kendisidir izleyiciyi gerçeklik duygusuna yaklaştıran. Sanatçının dekor seçiminden çok onun niyeti ya da ideolojisidir önemli olan. Masmavi bir denizin önünde sergilenen bir oyun pekala izleyiciyi doğa üstü bir düşünceye götürebilir. Sonuç olarak, gerçekliğe doğrudan, aracısız bakış her zaman iddia ettiği sonucu doğurmaz; her koşulda anlatılan şeye yönelik bir müdahale kaçınılmaz olmaktadır.

Doğa belgeseli yapımcılığının bugün gördüğü talep genel tezimizi çürütür gibidir bir bakıma. Ancak yazının devamında ele alınacağı üzere belgesellerde yapımcıların öznel müdahalesinin yoğunluğu, haz ögesinin varlığı ne demek istediğimizi açacaktır. Günümüzde belgesel yapımcılığı önemli bir faaliyet alanı haline gelmiştir. Çeşitli alanlar üzerinde uzmanlaşan belgesel kanalları ve bu kanallara yönelik her geçen gün artan talep çözümlenmeyi gerektiren bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Discovery Channel, National Geographics, Animal Planet, History Channel gibi kanallar ülkemizde de seyredilen kanallardır. Bu kanallar bugün belgesel yapımcılığını finanse eden, belgesel yapımlar vasıtasıyla önemli paralar kazanan kanallardır. Diğer taraftan Reality kanalı gibi belgesel formatında reality show yayını yapan kanallar da bulunmaktadır. Bu kanallar cinayet, tecavüz, çeşitli doğal felaketler gibi konular üzerine belgesel tarzında yapılmış filmler yayınlamaktadırlar. Bu iki farklı biçimde yayın yapan kanalların izleyici kitlesi arasında eğitim ve gelir seviyesi yönünden önemli farklar bulunsa da doğa belgeselleri her türden izleyicinin ilgisini çekmektedir. Bu yazının konusunu doğa belgeselleri oluşturmaktadır. Her ne kadar üretim koşulları ürünün kendisini belirlese de doğa belgesellerinin üretim koşulları bu yazıda ele alınmayacaktır. Bu yazı doğa belgesellerinin izleyicinin üzerinde bıraktığı etki açısından ele alınacaktır. Genel olarak belgesellerin özel olarak doğa belgesellerinin yapım koşulları ayrı bir yazının konusu olarak incelenmeyi beklemektedir.

“Eşyanın gerçeği epik bilimin romantizmidir”

Dünyanın her bölgesi doğa belgeseli yapımcılığı için uygun bir yer olsa da bazı bölgeler hepsinden daha elverişlidir. Doğa belgeselleri doğal yaşamın canlı olduğu, çeşitli türlerin iç içe yaşadığı doğal parklarda ya da vahşi doğada çekilmektedir. Serengeti, Massai Mara, Afrika’nın diğer düzlükleri, kutup bölgeleri, Güney Amerika’nın ya da Güney Doğu Asya’nın tropik ormanları, denizler, Afrika’nın iç bölgeleri doğa belgesellerinin çekildiği alanlar olarak öne çıkmaktadırlar. Bu daha elverişli bölgelerin çoğunun dünyanın az gelişmiş yörelerinde bulunduğu hemen göze çarpar. Bu yöreler gün geçtikçe artan yoksulluğun, hızla çoğalan nüfusun, kentleşmenin, sanayileşmenin doğal hayatı hızla yok ettiği, dünyayı çevre felaketleri ile karşı karşıya getirdiği bölgelerdir. Yalnızca bu bölgelerin kendi iç dinamikleri değil gelişmiş ülkelerin ihtiyaçları da doğal yıkımın önemli bir nedenidir. Almanya’nın kereste ihtiyacının bir kısmının Yeni Zelanda ormanlarından karşılandığı düşünüldüğünde bunun gibi bir çok dış etkenin bu yörelerde doğal hayatı olumsuz etkilediği görülmektedir. Diğer taraftan, bu yörelerde bozulan yalnızca hayvan ya da bitki hayatı değildir; yerli halkın doğal hayatı da büyük bir yıkımla karşı karşıyadır; geleneksel yaşam biçimi tehdit altındadır. Gelişmiş ülkelerde bu bölgelerde yaşanan yoksulluk sıkça dile getirilir, UNICEF gibi çeşitli kuruluşlar yerli halkın yaşam koşullarının içler acısı durumunu çeşitli raporlarla dünya kamuoyuna duyurur, çoğu kağıt üzerinde kalan çözüm paketleri sunulur. Belgeseller de zaman zaman yaşanan yoksulluğa vurgu yaparlar. Aslında yerli halkın yoksulluğundan söz edilirken yoksulluğun dünyanın bu tarafına ait bir kavram olduğu, zenginliğin ya da yoksulluğun bizim bildiğimiz anlamının yerliler için pek bir şey ifade etmediği üzerine düşünülmez. Yoksulluğun tüketim düzeyiyle birlikte düşünülmesinden dolayı yerli halkın araba, televizyon, salon takımı gibi nesnelere sahip olmaması, ihtiyaçlarını herşeyin bol bulunduğu süper marketlerden değil de doğrudan doğadan karşılıyor olmaları bu insanların sefalet içinde yaşadıkları konusunda izleyicinin kendini ikna etmesi yönünden yeterlidir. Modern insanın (izleyicinin) yerlilerin ihtiyacın kadar tüket anlayışını anlamalarını beklemek iyimserlik olur. Çoğu belgeselde çocukların giydirilmesi, açların doyurulması, yaşlılara bakılması gereğinden söz edilerek bu yörelere hızla müdahale edilmesi gerektiği savunulur. Bu durumun Hıristiyan inancından haberdar olmayan yerlilerin hayatını ruhani anlamda yoksul bulan misyoner anlayışından pek farkı yoktur aslında. Yerlilerin Hıristiyan inancına ihtiyaçları olmadığını anlamayan misyonerler gibi izleyici de bu insanların araba, televizyon ya da salon takımı olmadan yaşayabileceğine inanmaz. Bir açıdan, belgesel yapımcılarının çeşitli yönlerden Hıristiyan misyonerlerin devamı olarak görmek mümkündür. Gelişmiş ülkelere mensup belgesel yapımcıları misyonerler gibi uzun zamandır bu bölgeleri koruma ve dünyaya tanıtma adına bu yörelerin doğal zenginliğini paraya tahvil etmektedirler. Başka yaşam formlarına duyulan merak ve korku her şeyi paraya dönüştürme kaygısıyla birleşerek doğal yaşama zarar vermektedir. Dünya genelinde gelir dağılımı, iş bölümü, doğal kaynakların ne şekilde kullanılması gerektiği gibi konular asla tartışma konusu yapılmaz. Hatta bazen öyle anlar olur ki kendilerine bir avuç tarım arazisi açmak için ağaçları kesen yerliler bütün çevre felaketlerinin nedeni olarak gösterilir. Gelişmekte olan ülkelerde demokrasi ve serbest piyasa konusunda oluşturan baskının bir benzeri bu bölgelerde çevre adına oluşturulur; yerel hükümetler çevre konusunda baskı altına alınmaya çalışılır; kimse sorunun temeline inme kaygısı taşımaz.

Belgesel yapımcıları gelişmiş kapitalist dünyaya aittirler; bu belgesellerin asıl tüketicileri de gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlardır. Büyük ölçüde kentlerde doğadan uzak yaşayan gelişmiş ülke insanı için vahşi doğadaki yaşam bir tüketim nesnesine dönüşür. Doğa belgeselleri yayınlayan televizyon kanallarının varlığı bu programlara yönelik önemli bir talebin olduğunu gösterir. Her tür ticari ilişkide olduğu gibi talebin arzı önemli ölçüde belirlemesinden dolayı izleyicinin beklentileri belgesel yapımcılığının nasıl olması gerektiğine yön verir. Bu alanda da ‘reyting’ kaygısı öne çıkmaktadır. Peki izleyicinin talebi nedir? Bu konuda yapılmış bir araştırmaya rastlamadığımdan kendi kişisel izlenimlerimle konuyu ele almaya çalışacağım.

Öncelikle şunu belirlemek gerekiyor; belgesellerde haz ögesini doyuran kurgudur. Kurgu bir dış sesin varlığı ile birlikte öne çıkar. Dış ses, yani anlatıcı yalnızca bilgi vermekle kalmaz aynı zamanda izleyicinin algısını yönlendirir. Kurgu devreye girdiğinde doğallık bozulur, doğallık bozulduğunda yani kurgu öne çıktığında seçim gündeme gelir, her seçim kaçınılmaz olarak ideolojiktir. Dış ses ideolojiyi aktarma işlevi görür. Bu ses etkileyicidir; genellikle ses tonu etkileyici seslendirmenler kullanılır. Etkileyici görüntülerle birleştiğinde dış ses izleyiciyi doğadan doğaüstüne uzanan bir yolculuğa çıkarır; belgesel bir masal havasına bürünür. Amaç izleyiciye bilimsel bir takım gerçekler aktarmak değil seyir zevki yaşatmaktır. Bu nokta önemlidir; izleyicinin doğa bilimlerine yönelik bir ilgisi yoktur aslında. Televizyon karşısında geçirilen zamanın verdiği hazdır önemli olan. Bu durumda belgesel yapımcılarının işi hayli kolaylaşmaktadır. Muhteşem doğa görüntüleriyle birlikte etkileyici bir müzik ve dış ses, yaratıcı bir kurgu seyir keyfinin garantisidir.

Belgeseller yalnızca keyif vermekle kalmazlar ideolojik bir öz taşırlar aynı zamanda. Doğal hayatın dengesi, yasaları, kendi içindeki ilişkileri bir güç, iktidar ilişkisi olarak sunulur. Hayvanlar arasında bir hiyerarşiden söz edilir. Doğa belgesellerinde insan sosyalliği, bu sosyal yapı sıkça referans alınır. Doğal yaşamda, hayvanlar ya da bitkiler arasında hiyerarşiden söz etmenin ne ölçüde olanaklı olduğu tartışılmaz.. Antilopla beslenen aslanı küçük bir kurtçuk öldürebilir; ya da herhangi bir nedenle av hayvanlarının sayısında meydana gelen dramatik bir azalma avcının da hayatını tehlikeye sokar. Hiyerarşi söz konusu olduğunda piramidin tepesine hangi hayvanın konulması gerekmektedir? Aslan, yılan, fil ya da vahada yaşamı diğerlerine zehir eden sivri sinekler, hangisi ormanın gerçek hakimidir? Bu tartışmanın anlamsızlığı hemen fark edilecektir. Herhangi bir bölgedeki besin zincirinin hayvanlar arasında bir hiyerarşik yapı olarak şematize edilmesinin taşıdığı fikir açıktır aslında.

Doğal hayatla kapitalist ekonomi arasında bir paralellik kurulur böylece. Tıpkı kapitalist ekonomide olduğu gibi hayvanlar dünyası da güçlü olanın kazandığı zayıf olanın kaybettiği bir dünyadır. Zayıf olana, yaşamak için türün diğer üyelerine muhtaç olana yer yoktur bu hayatta. Böylece içinde bulunduğumuz iktisadi ilişkilerin bir doğrulaması yapılmış olur. Doğada eşitlik olmadığına göre insan hayatında da eşitliğin olamayacağı gibi bir sonuca ulaşılır. Bir vahşi at sürüsünde atlardan birinin ayağı kırılır; grubun diğer üyeleri hemen bu atı sürüden dışlarlar; diğeri bir süre onları takip etse de aralarına giremez ve ölüme terk edilir. Dış ses topal atın sürüyü avcılara karşı zor durumda bırakacağından söz ederek duruma açıklık getirir. Bu bir akıl yürütmedir. Atların böyle bir davranışta bulunmalarının nedeni her şey olabilir. Ancak sorun bu değildir. Zayıf olana yer yoktur; asıl anlatılmak istenen ve değişik örneklerde tekrar tekrar vurgulanan budur. Bu gibi durumlarda belgesel yapımcıları neo-liberal iktisatçılar gibi davranırlar çoğu zaman; hayvanlar dünyası tıpkı serbest piyasa ekonomisi gibidir; kendi kendini düzenler, kendine özgü yasaları vardır, kaynaklar optimum düzeyde kullanılır. Hayvanlar dünyasının ekonomi politiğinden söz etmek akla aykırı gibi görünebilir ancak belgeseller yakından incelendiğinde yapımcıların doğal hayattan doğal bir ekonomi-politik çıkardıkları görülecektir.

İnsan sosyalliğinin referans alınması başka şekillerde de görülür. Filler, aslanlar, maymunlar, vahşi köpekler gruplar halinde yaşayan, grup halinde avlanan ya da beslenen türlerdir. Belgesellerde bu türlerin kendi aralarındaki dayanışmadan, onların sosyalliğinden, aralarındaki iş bölümünden söz edilirken sıkça insan yaşamı ile paralellikler kurulur. Bu ilişkiler aslında her türde farklı işlevler görür. Bütün besin alanlarına ve suya giden yolları bilen en yaşlı fil sürüye liderlik eder. Bir dönem fil avcılarının dişinin değerinden dolayı sürüdeki en yaşlı fili avlamları sebebiyle fil sürülerinin başsız kaldığı, bu nedenle beslenme alanlarına ve suya ulaşamayan genç fillerin yok olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde erkek aslanın sürü içindeki işlevi tamamen bu türe özgü bir durumdur. Vahşi köpeklerin ve kurtların yavrularını besleme şekli çok az türde görülür. Sonuç olarak, herhangi bir türün kendi içindeki iş bölümünü ve hiyerarşiyi insan sosyalliği ile benzerlik kurarak anlamaya çalışmak bir yere kadar akla yakın görünebilir ancak buradan açıkça yapılmasa da içinde bulunduğumuz kapitalist toplumu doğrulayacak sonuçlar çıkarmaya çalışmak gerçek anlamda ideolojik bir tavırdır. Bunun, Kanal 7 ya da Samanyolu gibi islami kanallarda belgesellerin tanrının varlığının kanıtı gibi sunulmasından pek bir farkı yoktur. Bu kanallar doğadaki mükemmelliğe vurgu yaparak bunların tesadüfi olmadığını, her şeyin ancak bir yaratıcı tarafından var edilebileceğini iddia ederler ve belgeselleri bu amaçla kullanırlar. Doğa onlar için mükemmel bir tasarımdır ve ancak bir tasarımcının varlığı her şeyi açıklayabilir.

Her ne şekilde olursa olsun doğal yaşamı mükemmel bir tasarım olarak görmek insanı doğadan uzaklaştıracaktır. Doğa gerçekten mükemmel midir? Yoksa ona bu değeri yükleyen doğal hayat yoluyla kendi ideolojisini doğrulamaya çalışan insan aklı mıdır? Türlerin zaman içinde geliştirdikleri özellikler mükemmelliğin değil hayatta kalma uğraşının bir sonucu değil midir? Tarih boyunca bir çok türün yok olması, yeni türlerin ortaya çıkması, her türün her an yok olma olasılığının bulunması doğayı hiç kimse için mükemmel yapmaz aslında. Her tür yarını ile ilgili bir belirsizlikle karşı karşıya iken doğa kimin için ve ne adına mükemmeldir? Doğal hayatla yakından ilgilenenlerin çoğu zaman içine düştükleri temel bir yanılsama hemen dikkati çeker: Doğal yaşamdaki her hangi bir ana ya da herhangi bir coğrafyaya özgü doğal dengeden ve doğal yaşamın kendi iç işleyişinden öyle etkilenirler ki buradan insan sosyalliğine uzanan bir ideoloji üretirler. Tanrısal bir sonuca varmayanlar doktriner bir bilimselliğe ulaşırlar ve insan sosyalliğini oradan anlamlandırmaya çalışırlar. Engels’in Doğanın Diyalektiği yapıtının hala farklı tartışmalara konu edilmesi bu anlamda dikkat çekicidir. Doğayı anlama çabası insanın en eski uğraşlarından biridir ve insanın kendini ve tarihini anlama uğraşında önemli bir yere sahiptir. Felsefenin yanı sıra sanatta da doğayı anlama, ona yeni anlamlar kazandırma uğraşı insanoğlu varoldukça devam edecektir. Ancak bilimsel anlamda kimi erken bulgulardan büyük toplumsal tasarımlara varmaya çalışmak saçmalıktan başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Belgesellerde dikkati çeken bir nokta da doğa belgesellerinin zaman zaman pornografik olmasıdır. Bir çitanın bir ceylanı yemesi doğal bir eylemdir ancak onun gösterilme şekli pornografiktir; tıpkı cinselliğin doğal bir eylem olması ama onun doğrudan gösterilmesinin pornografik olması gibi. Bu pornografik öge programın ‘reyting’ini arttırır ve izleyici tarafından da talep edilir. Belgesellere erkeklerin daha fazla ilgi gösterdiğine ilişkin bir araştırma var mı bilmiyorum ama çevremden edindiğim izlenim kadarıyla söyleyebilirim ki doğa belgesellerine erkekler daha fazla ilgi göstermektedir. Doğal yaşamın erkekçe bulunmasının yanı sıra yukarıda değindiğim pornografi unsurunun bunda belirleyici olduğunu düşünüyorum. Hangi türle ilgili olursa olsun belgeseller bir hayvanın avlanma faaliyetine etraflıca yer verirler. Belgeselleri izleyen birinin herhangi bir türün bütün özelliklerinin sanki avlanma ya da savunma amacıyla tasarlandığı sonucuna ulaşması istenir gibidir. Aksini iddia edecek durumda değilim ancak yapımcıların sürekli bunu öne çıkarmaları dikkat çekicidir. Avın, avlanmanın, bir hayvanın diğerini parçalamasının, büyük yırtıcıların izleyicinin ilgisini daha fazla çekmesi üzerinde düşünülmesi gereken hususlardır.

Aslan, kartal gibi başarılı büyük avcıların antik dönemden bu güne kimi toplumların ya da büyük ailelerin arması olarak tercih edilmesi bu hayvanların üstün avlanma yeteneklerinden çok temsil ettikleri güçle yakından ilgilidir. İnsanoğlunun hayvanlar dünyasıyla ilişkisi karmaşıktır. Çeşitli türler taşıdıkları sembolik anlamlar nedeniyle öne çıkarlar; insan korku ile karışık saygı duyar hayvanlara. Bunun mükemmel örneği Moby Dick’te görülür. Kaptan Ahab içinde duyduğu yakıcı yok etme tutkusuna rağmen beyaz balinaya ve onun niteliklerine saygı duyar; yok olma pahasına balinayı yok etmek için mücadele eder. Bu heyecanlı serüvenin de gösterdiği gibi insanoğlu nihai olarak her tür hayvandan üstün olduğunu ve doğanın gerçek hakiminin kendisi olduğunu kanıtlamak ister. Bugün artık bunu kanıtlamaya gerek yok; insanoğlu egemenliğini ilan etmiştir. Afrika’nın düzlüklerine düzenlenen turistik turlarda insanlar vahşi yırtıcılara iki adım kadar yaklaşıp onların resimlerini çekmektedirler. Moby Dick’in kaptanının yerini balinaların yaşamının korunması bilinci almıştır ancak bu bilincin toplumsal bir bilinç haline geldiğinden söz etmek ne yazık ki mümkün değildir.

Son Söz

Tüketim düzeyi ile doğal hayatın yok oluşu arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Her türden tüketim talebi doğrudan ya da dolaylı olarak çevreye zarar vermektedir. Kapitalizm bu gidişe çevre ile dost bir üretim anlayışını gündeme getirerek müdahale etme arayışına girmiş durumdadır. İnsanın yaşadığı doğal çevreyle dost olmaktan başka bir seçeneği yok aslında. Kapitalizmin çevre ile dost üretim anlayışının çevre bilincine katkısı kadınların kürk giyme alışkanlığını bırakmalarından fazla olmayacaktır. Canlı, cansız bütün türlerin yaşama alanı olan dünyamızın korunmasını, doğal kaynakların bütün insanlıkça eşit olanaklarla, doğal çevreye duyarlı bir şekilde kullanılması bilincinin toplumsallaşmasını belgesellerden ve izleyicilerden beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. Yine de her şeye rağmen belgeseller olağanüstü güzellikteki doğal mekanları, olağanüstü güzellikteki hayvanları, bitkileri, nehirleri, denizleri, buzulları bizlere tanıttıkları için önemli bir iş yapmaktadırlar. Belgesellerin dünya çevre hareketiyle bağlantılı olmasını, çevre felaketlerinin asıl nedeninin kapitalizmin kendisi olduğunu ve çevre ile dost üretim ideolojisinin büyük bir kandırmacadan ibaret olduğunu vurgulamasını beklemek şu aşamada pek mümkün görünmemektedir. Bu işe gönül verenleri, onların iyimser çabalarını hafife almasak da taşıdıkları ideolojiyi amansızca yermek, belgesel kanallarının ticari ilişkilerini her zaman göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Doğal çevrenin kurtuluşu modern misyonerlerin romantizminin çok ötesinde politik bir mücadeleyi gerektirmektedir.