Ve Trier Grace’i Yarattı

Beste Atvur / 

Dingin bir müzik, 17. yüzyıl barok eserlerinden… Ekrandaki beyaz ışık, üzerine düşen yazılar… Burunlara epik bir koku çalınırken duyulan anlatıcının sesi… Böyle başladı –şimdilik- 18 epizotluk hikaye.

Ve Trier, Grace’i yarattı! Beraberinde türlü gerçekliği de kurgulayarak… Kişileri, sıklıkla değişen ışığı, az sayıda ‘şey’i Dogville ve Manderlay’deki yerlerine, bu iki kasabayı ve onların dışındaki sonsuz karanlığı da ABD haritasına yerleştirerek… Dogville ve Manderlay’in kişilerini, duvarların ardını görmekten aciz bırakarak, ama mekanları beyaz bir tebeşirle belirleyip, önünü ardını gizli saklı olmadan izleyiciye sunarak, yani onlar için keskinleştirdiği sınırları bizler için önemsizleştirerek.

Trier Grace’e can vermişti ya bir kere, elinden geleni ardına koymazdı artık. Bu, yönetmen için yeni bir şey değil, önceki filmlerinde de çoklukla karşımıza çıkan bir tercih. Ne yapıp edecek, burnundan fitil fitil getirecekti ana karakterinin. Onun burnundan gelirken, izleyici de neye uğradığını şaşıracak, hayranlıkla öfkeli bir tepkisellik arasında gidip gelecekti. Bu kez önce Dogville’e düşürdü kahramanını, sonra Manderlay’e yolladı. Şimdiyse yolculuk sürüyor, bir sonraki adrese gitmekte üçlemenin esas kızı. Peki ne yapmak gerek şimdi? Bu filmi nasıl analiz etmeli? İmkan olsa, Trier’nin aklı okunsa, birçok izleyicisi bir hayli rahatlayacak mutlaka, ama madem olası değil böylesi, o zaman anlamaya çabalamak gerek, üzerine düşünmek… Çünkü; “Trier’nin gör dediği” bir şeyler var!

Başlarken ilk filmi kısaca hatırlamakta fayda var. İlk film, Grace’in –sonra babası ve onun adamları olduğunu anlayacağımız- birtakım adamlardan kaçarak Dogville’e saklanmasıyla başlıyor. İleride sevgilisi olacak olan Tom, Grace’i bu kara arabalılardan saklıyor, ardından da Dogville “sakinleri”ne tanıtıyor. Dogville’in 15 sakini, Grace’e iki hatta vermeye ve bu süre içinde güvenlerini kazanıp kazanamayacağını görmeye karar veriyorlar, onu saklamalarının tek yolu bu. Grace, ani bir ışık değişiminin –ışık burada ton değiştiriyor, soğuk, kuşku uyandıran beyazlıkta karakterlerin sırtından veriliyor- de yardımıyla insanların yüzlerinde beliren kuşkulu ifadeyi fark ediyor. Tom durumu betimliyor; ona bir yardımda bulunulmuştur, minnetini sunmalıdır o da, böylelikle hem insanlara gönül borcunu ödemiş olacaktır, hem de sosyalleşerek Dogville’den biri haline gelecektir.

Zaman geçiyor, Grace herkes için zamanının bir bölümünü ayırmaya, onlara işlerinde yardımcı olmaya başlıyor. Başlarda kimsenin yardıma ihtiyacı yokken, biraz da inatla esas kızımıza yapılacak işler bulunuyor. Başına ödül konmasıyla, adına asılan kayıp ilanlarının “aranan”(wanted) ilanlarına dönüşmesiyle işler karmaşıklaşıyor. Artık mesele sadece yapılan bir iyilikten ibaret değil, değil mi ki insanlar Grace’i saklarlarken ödülden de olmaktadırlar, borç da büyümüştür bu durumda. Tom’un karşı denge olarak tanımladığı bu yeni durumda, Grace’in varlığının Dogville için çok şeye mal olduğu öne sürülüyor ve işgücünden, kadınlığından gitgide daha fütursuzca faydalanılıyor. Öyle ki, kişiler birer birer Grace’in efendileri haline geliyorlar. Meğer Dogville’de yapacak ne çok iş, Grace’e ne çok ihtiyaç varmış…

Bundan sonra Grace’in günden güne köleleşmesini izliyoruz. Boynuna takılan tasma ve sürüdüğü ağırlık tutsaklığının son noktası oluyor. Ama asıl son nokta, esas kızımızın babasıyla arabada yaptığı konuşma ve sonunda yaptığı seçim: Grace merhameti değil intikamı seçiyor, merhametin kibrinden arınıp içsel gücünü ortaya çıkarıyor, tüm Dogville’i, adını veren köpek dışında her şeyiyle yok ediyor. Üstelik çocuklardan başlayarak.

Filmin sonu önemlidir, Trier, sözünü söylemiştir ve ikinci durağa dek tartışılacaktır bu söz, öyle de olmuştur. Şimdiyse konuşulacak iki bölüm var hikayede, yer yer ayrıştırarak yer yer ortaklaştırarak.

mandarley2Yeni film, bir A.B.D. haritasının üzerinde başlar. Kara arabalar bu kez bir eyaletten diğerine hızla ilerlemektedirler, Alabama sınırları içindeki Manderlay’in kapalı kapıları önünde duraklayana kadar. Dogville’deki zaman karmaşası bu filmle çözülür. 1930’lar Amerika’sındayız. Köleliğin üzerinden 70 yıl geçmişken, o günün gerisinde kalmış bir kasabanın önünde Grace, babası ve adamları yerlerini almışlardır.

Film daha başından tezini öne sürer: Oryantalizm göndermeleri ilk sahneden başlar. “Ne kadar demokrasi ve uygarlık lafı etseler de, kadınlar için bu çekici değildir” der babası, Grace’in sonunu neyin hazırlayacağını sezmek olanaklıdır izleyici için, Trier ilk ipuçlarını verir, çelişki ortaya konmuştur.

Bu noktada seçebileceğimiz iki yol var, ya ilk filmi yaptığımız gibi, Manderlay’i de bir özet yardımıyla hatırlayacağız, ya da hatırladığımızı varsayarak üzerine düşünmeye başlayacağız. İkinci yolu seçmek daha anlamlı olacak sanıyorum, hem yerden hem emekten kazanmış olalım böylelikle.

Sosyoloji ile haşır neşir olanlar bilirler, “white man’s burden” dedikleri şu yük (sorumluluk olarak da çevrilebilir), kimi zaman bir emperyalizm meşrulaştırması, kimi zamansa bir muhalif avuntusu olarak karşımıza çıkar. Demokrasi götürme, özgürleştirme, gelişmekte olan ülkelerin elinden tutma, yol gösterme sözleri hep bu beyaz adamın ağzından çıkar. Beyazlığı kimi zaman siyahlığın zıttıdır, kimi zaman doğululuğun, kimi zamansa geri kalmışlığın, tabi hepsi tırnak içinde!

Manderlay’de beyaz adam Grace’te vücut bulur, ancak esas kızımızın üzerini örtmeye ihtiyaç duyacağı emperyalist emelleri yoktur, o düşündüklerinin savunucusudur yalnız. Bu kasabaya ve sonlanmamış kölelik düzenine tepkisi ve değiştirme arzusu da bundan ileri gelir. “Onları bu hale getiren bizim kötü muamelemiz” der babasına ve madem beyaz adam borçludur ötekine, o zaman yükü bir kat daha artmaktadır, öyle düşünür, ilerletmelidir geride kalanları.

Peki suçlanacak olan uzatılan eli almak için uzanmayan mıdır, yoksa eli uzatanın kendisi mi? Film uzar gider, sürekli bir sorgulamayı da beraberinde getirerek. Grace sonunda elini geri çeker, oysa eli çoktan bırakılmıştır, büyükhanımın kanununa dönme önerisi oylanarak karar kılınmıştır.

Daha ilk bölümde, Wilhelm (yaşlı köle) tamamen yeni bir hayat şeklinden duyduğu korkuyu Grace’ e tanımlarken; “insan özgür olunca akşam yemeğini kaçta yer?” diye sorar. Grace’in yanıtı nettir: Acıkınca. Mantıksal olarak çok basit ve makul görünen bu önermeyi, anlatıcının uyarısı izler. Gerçekten öyle mi? Kapitalist özgürlük tanımının bilerek eksikli bırakılmış yanı gözümüze çarpar, Trier, ışığı bu kez kapitalizmin sırtından verir, dünya insanların her acıktıklarında yemek bulabildikleri bir yer değildir, Grace ise, sistemin ilk okul kitaplarında okuttuğu özgürlük tanımlarıyla yaşamaktadır. Altı yaşındayken kafesinin kapısını açıp özgürleştirmeyi denediği kuşunun ölmesi onu Manderlay’in kapılarını açmaktan da alı koyamayacaktır üstelik.

Evet, düzen değişmektedir, feodal anlayış bir gecede şekil değiştirmiş, pamuk parçalarının yerini gerçek para almış, kölelerin adı işçiye dönüşmüş, ölen büyükhanıköleleri işçileştirecek bu kontratları ya liberal toplumdan gelen birileri imzalayabilirdi, ya da başka şansı kalmamış biri! Grace’in duruma müdahalesi, Manderlay plantasyonunu, Manderlay Hürleştirilmiş Teşebbüsü’ne dönüştürse de, hürleşme yine tırnak içine alınmaya mahkumdur; “hür” kişiler, teşebbüse yanaşmamış, tarlaların ekimi için üç hatta geç kalınmıştır.

Grace salt özgürlüğün yeterli olmadığı deneyiminin ardından yeni kararını uygulamaya koyar. Dogvilleli Tom’un yaptığına benzer şekilde, ama çok daha tanımlı bir biçimde bu hürleşmiş toplumu eğitmeye karar verir, gangsterlerin silah zoruyla derslere katılmaya gönüllü ettiği toplumu.

Grace’in vereceği ilk ders kolektiviteye dair olacaktır: Birlikte çalışmak! Ama ondan önce, büyükhanımın yatağının altında duran kitabın sayfaları açılır. Manderlay gerçekliğinin kağıda dökülmüş halidir karşımıza çıkan. Numaralandırılmış ve sıfatlar verilmiş gruplara mensup kölelere verilecek yemekten tutun da onlara nasıl yaklaşılacağına kadar her şey bu metinde yazılıdır. İnsan haklarına temelden aykırı bu detter Grace’i çileden çıkarır, ama çelişki belirir yeniden, Grace kişilere numaraları ve yakıştırılmış sıfatlarından bağımsız olarak yaklaşamayacaktır bundan böyle. Öyle ki; sonunda 1 ve 7 rakamlarını karıştırmaya varacak derecede önemsemektedir bu sınıflandırmayı, Timothy’yi mitleştirmesinde biraz da bu yatar.

İlk ders birlikte çalışmaktır, buna birlikte karar vermek de dahildir. Grace, Manderlay toplumuna demokrasiyi ve yöntem olarak da oylamayı öğretmek niyetindedir. Alıştırmalar yapılır; önce kırık tırmığın kimin olduğuna, sonra da yaptığı esprilere gereğinden fazla gülen toplum üyesinden rahatsız olunduğuna oy çokluğu ile karar verilir. Son olarak da saatin kaç olduğu oylamayla belirlenir ve Manderlay’in resmi saati kurulur! Manderlay toplumu gerçeklik için oylamış ve hangi gerçekliği seçtiğine karar vermiştir. Bu filmin sonunda Grace’e pahalıya mal olur, zamanı elinden kaçırıverir.

Demokrasiyi tekrar tekrar pratik eden kasaba sakinleri, zamanla kendi adalet sistemlerini de buna göre kuracak, hasta Claire’in yemeklerini gizlice yiyen Wilma’nın ölümüne karar verecek, hatta bununla da kalmayarak, Grace’i Manderlay’e tutsak edip yeni büyükhanımları yapmak için oy birliği edeceklerdir.

Trier’nin filmin başında bahşettiği ipin ucunu tutalım şimdi. “Ne kadar demokrasi ve uygarlık lafı etseler de, kadınlar için bu çekici değildir!” Gerçekten öyle midir? Dogville’in, fazlasıyla batılı, betimleme ustası, entelektüel erkek figürü Tom ve gerçek orijinini sonradan öğreneceğimiz hileli karakter Timothy arasındaki açı ne denli büyükse, Grace’in duruşu ile güdüleri arasındaki açı da o denli belirgindir. Evet, Grace, kadınlığını anlatıcının tarifiyle “kara deride, erkekte, siyah adamda” yaşamaya kilitlenir. Oryantal bir fon müziğiyle doruğa çıkan isteği Grace’in işlere olan dikkatini dağıtmaktadır, ama ilgisini mantığa oturtmaktan da geri durmaz. Aşık olduğu adam Timothy’dir bu kez. Timothy, Tom’un olmadığı her şeydir, serttir, cesurdur, güçlüdür, isyankardır, tepkilidir, siyahtır, onurludur! Bu resim, Timothy’nin Munsy adı verilen, Afrika krallarının gururlu kölelerinin soyundan olduğu hikayesi de katılınca tadından yenmez bir oryantalizmin ürünü haline gelir. Grace önce yok saymaya çalışsa da, sonunda tüm cinsel eşitlikçi ve medeni duruşundan sıyrılarak, muzip gülümsemesini takındığı yüzüne örtülen örtüyle bir ritüelin parçası haline gelir ve erkeğinin kadını olur. Sevişmenin ardından zıtlık Trier’nin ışık tercihiyle belirginleşir. Siyah simsiyah, beyaz da bembeyaz olarak yatmaktadır. Grace, sonrasında düştüğü tuzağı fark edecek, ancak durumun kendisinden çok Timothy’nin onurlu bir Munsy değil, “aşağılık” bir Mansy olmasına takılacaktır. Filmin sonraki kısmında ona yaptığı tüm suçlamaları buradan temellendirecektir. Büyükhanımın kanunundaki sınıflandırmaları ayrımcı bulan biri için bu fazlasıyla çelişik değil mi?

Dogville’den ayrılmadan önce Grace neredeyse tüm kasabayı yok etmişken Moses’in (köpek) sesini duymuştu, gangsterlerin onu öldürme teklifiniyse geri çevirmişti; Moses, hikayenin başında kemiğini çaldığı için ona biraz kızgındı, havlaması belki de bundandı. Grace’in ahlakçılığı daha ilk filmin başında ortaya çıkmıştı, o köpeğin kemiğini çalmıştı, suç işlemişti ve kendini cezalandırmalıydı.Tom’un verdiği ekmeği yemeyi başta bu yüzden reddetmişti. Şimdiyse adil olmalıydı, Moses’in canı böylelikle bağışlandı. Araba konuşması sırasında babası kızının kendine karşı bu denli acımasızken insanlara böylesi bir merhamet üretmesini şiddetle eleştirirken, o herkesin elinden gelenin en iyisini yaptığını savunuyordu. Oysa asıl soru başkaydı; en iyisi yeterli miydi ki? En iyisi Dogville’de de, Manderlay’de de yeterli değildi, Grace bunlarla tatmin olamazdı. İlkinde gangsterlerin kurşunlarıyla, ikincisinde elindeki kırbacı ve köleleri olmayı seçmiş topluluğu yalnız bırakışıyla “dünyayı daha iyi bir yer yapma amacı”nda başarısız olduğunu gösterdi. Öğrenerek, üçüncü filme doğru yola koyuldu! Grace’in birikimli ilerleyen, gelişen karakteri tüm çelişikliğiyle, içinde barındırdığı her şeyle inadın ve umudun resmedilişi belli ki… Ancak umut Trier’nin, üçlemenin iki filminde de hafife aldığı bir boş çabanın itici gücü olmaktan ileri gidemiyor. Bu da temel soruyu akla getiriyor? Trier ne demek istiyor?

Trier, siyasi film yapmadığının altını zaman zaman çizse de, dokunduğu her konunun fazlasıyla siyasal olduğu apaçık ortada. Karanlıkta Dans’tan Europa’ya, Gerizekalılar’dan, söz konusu üçlemenin ilk iki filmine kadar yaptığı tüm filmlerde olmaması gerekeni ana karakterlerinin ciddi yardımıyla seyirciye sunan yönetmen, çözüm üretmekten bilinçli olarak geri duruyor.

Manderlay’de büyükhanımın kanununu yanlış gözlerle okuduğunu iddia eden Wilhelm’in, kanunu Grace’e açıklayışını hatırlayalım: Köle olma durumunu yiyecek ve barınak sahibi olma olarak tanımlıyor yaşlı köle. Para yerine pamuk parçaları kullanılmasını, insanları Manderlay’e bağımlı kılmak için değil, kumar oynayıp varlarını yoklarını kaybetmemeleri için bir tedbir olarak tarif ediyor. İnsanların gruplandırılmalarının yaşamlarını iyileştirmek ve kolaylaştırmak için olduğunu ileri sürüyor. Her gün aynı saatte büyükhanımın penceresinin önünde toplanmalarınıysa günün o saatinde onları güneşten koruyacak tek gölgenin burası olmasıyla açıklıyor! Her ne kadar Grace’i bu açıklamalar tatmin etmese de izleyicinin kafasında kocaman bir soru işareti beliriyor! Rahatlıkla ırkçı denebilecek bir metin neredeyse anlaşılır hale geliyor.

Timothy’nin Grace’e son sözleri de aynı şeye hizmet ediyor: Grace, “siz ırkına ihanet eden hainlersiniz” diye topluluğa seslendiğinde Timothy, haklı olduğunuzdan eminim ama bu sizi neden bu kadar kızdırıyor diye soruyor; unutuyor musunuz; bizi siz yarattınız! İlk başta Grace’in sorumluluk duygusunun kaynağı olan bu silah, dönüp dolaşıp yine Grace’i vuruyor. İlk filmde yüzüne çarpan kibrinin ta kendisi gibi.. Trier, baştan beri Grace üzerinden tanımladığı gerçekliği karakterle beraber yerle bir ediyor, yalnızca karakteri değil, her iki kasabaya gelişinden itibaren oluşturulan yeni durumları da yok ederek. Ana karakterle olabilecek en yüksek düzeyde (Dogville’de daha belirgin biçimde) özdeşleşmemizi sağlayıp ardından, iyiliği farklı şekillerde yapaylaştırıp yıkarak! Yerine yeni bir olanak koymadan, bir gerçek umuda işaret etmeden… Bu da aydın sorumluluğu dahil bir çok soruyu akla getiriyor, kimileri Trier’yi ucuz klişeleri biçimsel yeniliklerle piyasaya sunan bir kurnaz yatırımcı olmakla suçlarken kimileri bir şeye işaret etmeyişin bilinçli bir tercih olduğunu ve yönetmenin duruşunun filmlerinden rahatlıkla okunabildiğini düşünüyor.

Trier’nin duruşu derin bir araştırmanın ürünü olacak bambaşka bir yazının konusu mutlaka, doğal sınırlarına erişmekte olan bu yazının değil. Fakat şiddeti meşrulaştırmaya, merhameti kibirle tanımlamaya, değişimi olanaksızlaştırmaya varacak büyük sözler eden Trier’ye yaklaşırken temkinli olmakta fayda var, yoksa elinizi, kolunuzu, her yanınızı kaptırarak ona tutsak olabilir, onun gör dediğinden başkasını aramayı unutabilirsiniz! Benden hatırlatması…

Manderlay
Yönetmen: Lars Von Trier / Senaryo: Lars Von Trier
Oyuncular: Bryce Dallas, Howard Isaach De Bankole,Willem Dafoe
119 dak., 2005