Yüksel Aksu ile Söyleşi

Yüksel Aksu

Film Ekibi /

Dondurmam Gaymak’ı ilk İstanbul Film Festivali’nde izlemiştik, son halini görme fırsatımız olmadı.

Tözünden bir şey değişmedi aslında. Teknik bir revizyon var. Önceki halinde hikaye başlangıçta biraz sarkıyordu. Esasa ilişkin bir değişiklik yok, seyir tadına ilişkin bir gelişme var.

Festival sırasında Fransız Kültür Merkezi’ndeki gösterim kötü koşullarda yapılmıştı, yeniden izlemenin gerekliliği de bir yana belli eleştirilerimiz olmuştu filminize ilişkin; mizahın filme içerilmesi, ya da filmin mizahının kendi içinde üretilmesine ilişkin. Bir de artık fazla bir şey söylenmese de anlatılabilecek durumlar bir yerde bitmiyor, devam ediyor gibi geldi. Mizah konusuna örnek; dondurmacı Ali Usta’nın karısıyla muhabbetleri ve kaybettiği motorunu arama sahneleri olabilir. Kasabanın sokaklarında yaşlı dedeyle konuştukları sahnede, konuşmanın üzerine bir de müziğin gelmesi örneğin. Bunun dışında genel olarak o dünyayı sizin çok iyi tanıdığınız anlaşılıyor. O dünyayı ve filmi sevdiğiniz de söylenebilir. Filminizde içinde yetiştiğiniz yörenizi anlatıyorsunuz ve çok hoş bir deyişle ben bir derleme yaptım diyorsunuz.

Eleştirilerinize yönelik bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. Rasyonel olarak baktığında binlerce kusur bulabilirsin ama sonuçta kuzguna yavrusu şahin gelir. O senin çocuğun ve boyu kısa da olsa, şişman da olsa, aptal da olsa, zeki de olsa sen seversin onu. Sevmemek herhalde ontolojik olarak mümkün değil. Bu da bir sanatçı için inanılmaz acı verici bir duygudur herhalde. Çıkardığın işi bir şekilde seviyorsun yoksa katlanamazsın. Ama eleştirel akılla baktığın zaman kendi metninde de, kendinde de, toplumda da eleştirilecek pek çok nokta bulursun. Şimdilik işin tadını çıkartıyorum açıkçası, eleştirmek yerine.

Ülkemizde böyle bir sinemanın birkaç örneği oldu. Ahmet Uluçay’ın kısa filmleri ve bu filmleri derleyip toplayan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Nuri Bilge Ceylan’ın kasabada geçen filmleri de sayılabilir. Diğer ülke sinemalarında da böyle. Sinemadaki arayışlardan biri de yerele bakmak oldu. Proje nasıl başladı, diğer çektiğiniz kısa filmlerle ilgili midir?

Bence ilgili. 1994’te çektiğim Underground Kadir ve Sinema Çetesi adında dokümanter drama çalışmam vardır. O projede 60-70 ihtiyarla dağa kalktık; Antep’in kurtuluşu, Şehit Şahin’in direnişi, bir de Kara Yılan’ın ilerleyişi… İki epizotluk Antep’in kurtuluşuyla ilgili, mücahitler derneğindeki ihtiyarlarla bir kısa film çektik. Bu da bir tür derleme, Anadolu köy seyirliği gibiydi. Anadolu’daki gösteri sanatları benim eski bir araştırma alanım, Anadolu’daki trajik damar ya da satirik, komik damar, bunun kültürel arkeolojisi benim ilgi alanlarımdan. Öğrencilik dönemi ve sonrasında konuyla ilgili epeyce kitap taradım. 9 Eylül Üniversitesi öğrencilerinin eğitiminde son yıllarda Anadolu araştırması gibi bir kısım oluştu. Biz bunun ilk mezunlarındanız. Özellikle Oğuz Adanır, Anadolu ekseninde portlaç kültürü üzerine Marcel Mauss referanslı, kapitalizm öncesi ilişkiler üzerine bizimle çalışmalar yapıyordu. Onun dışında şovenizme saplanmadan, Cevat Şakir’lerin, Azra Erhat’ların estetik ve ideolojik olarak Anadolu uygarlıklarına ilişkin yaptıkları çalışmaların üstü 70’lerin tozu dumanı ve Türk-İslam hareketi tarafından örtülmüş durumdadır. Mavi Anadolu diye adlandırabiliriz bu akımı, bugünden baktığımda biraz abartılı buluyorum onları, özellikle antik Yunan’ın, Helenistik uygarlığın Anadolu kökenli olduğunu iddia ederler. Bu kesin midir, değil midir bu yetkinliğe sahip değilim ama Anadolu’da antik uygarlıklara kadar eski medeniyetlerin günümüze sirayetleri üzerine çok kafa yordum. Bugün Ege’nin birçok yerinde boğa güreşleri yapılır ve filmin giriş sahnesidir. Boğa güreşlerinin altını kazıdığınız zaman Minia Taurus’a, Toroslar üzerinden Girit’e ve sürrealistlerin dergisi Taurus’a kadar uzanan mitolojik ve kültürel kodlarla karşılaşırsınız. Bunlar filmde birkaç yerde vardır. Hem ihtiyarın konuşmalarında hem de antik tiyatro sahnesinde vardır.

Antik tiyatro sahnesi üzerinde durmakta yarar var. Bu sahnenin katmanlı bir yapısı olduğunu düşündük.

Filmin popülist, “a bak toplanmış halkla beraber film yapmış” şeklinde bir parça vulgar bir bakışla ele alınmasını engelleyen sahnelerden biridir. Dondurmacı tiyatro sahnesinin ortasına girer, basamaklarda çoban ve keçiler var, dikkat edin koyunlar değil. O keçileri antik tiyatronun basamaklarına çıkartıncaya kadar anamız ağladı. Aşağıda da satir var. Dondurmacının genel oyunu ve karakteri keçi gibidir. Laftan anlamaz, sivri burunlu, kesik kesik hareketli, seyrek akıllıdır. Sahneye girdiği yerde diyalog bellidir: – Sen ne sütünden yapıyorsun dondurmayı?/ – İnek /-Olmaz keçi sütünden yapılacak. Çobanın elinde de üzüm salkımı vardır, karpuz değil, kavun değil. Bunlar doğrudan Diyonisos’a göndermedir ve aşağıdakine de doğrudan söyler: “Arkadeş sen benle oyun mu oynayıp duryon, dondurma alyon mu almıyon mu?” der. Ben ne oyunu oynayacağım esas oyuncu sensin, der. İkinci okumaya geçtiğin zaman başrol oyuncusunu ima eder, aynı zamanda küçük esnafın diyalogudur. Keçi tiyatronun tanrısı, ikonasıdır. Tragedya, bir dondurmacı gibi eskimiş, köhnemiş, turistik olamamış bir antik tiyatroda geçer. Aspendos, Didim değildir; çalının çırpının bağladığı, dondurmacı gibi örtülmüş, yok olmuş ve kadim kalmış bir tiyatrodur. Tragedya, tragos ve oidie’den yani keçi türküsünden gelir aynı zamanda. Bu sahnede her şey ortadadır ama düz okuduğunda “barbar Türkler güzelim antik tiyatroda keçi otlatıyor” diye bir sonuç da çıkabilir.

Filmin başındaki boğa güreşine dönersek, hala dünya kapitalizminin en büyük rekabet sembolüdür boğa, bereketi temsil eder. Dondurmacı bağırır “hadi aslanım!” Rüyasında boğalar birbirine girer, kamyonlar üstüne gelir. Köylülerin dünyası çok doğrudandır. Ekmek teknem derken, gerçekten tekne kastedilir.

Tiyatroya geri dönersek, filminizin kaynağında tiyatronun önemi daha da belirginleşiyor bu durumda.

Ben her yerde söylüyorum ve burada da söyleyeceğim. Ben diyalektiğe inanan bir insanım. Diyalektik hayatın her alanında, özellikle de kültürel alanda karşımızdadır. Bastığımız coğrafyada 8 bin yıllık uygarlıklardan bahsediyorsak bu uygarlıkları da herhalde bir takım toplumlar çiğneyip bir günde yok etmemişlerdir. Kültürlerin diyalektiğine inanıyorsak, bizim bildiğimiz anlamda tragedya ve komedyanın ortaya çıktığı yer Ege Bölgesi’dir. Diyonisos’un propaganda sahasıdır binlerce yıl, Sardes (zenginliğiyle ünlü Karun’un hüküm sürdüğü, bugünkü Salihli yakınında antik kent) merkez olmak üzere. Dünyanın ilk tiyatrosu da Manisa Sardes’tedir bir çok literatüre göre. Boğa güreşi örneğinde olduğu gibi gündelik hayattaki bir takım faaliyetler bize o kültürlerin devam ettiğini gösterirler. Bugün Ortadoğu’nun başka herhangi bir ülkesinde benim oradaki insanlarla çektiğim açık saçık, müstehcen sahneleri çekemezsin. Dondurmacının abartılı erkekliği, yanındaki şişko kadın, iri, biraz Kibele’dir o da. Türkan Şoray kanunlarından daha ileri bir sahne çekiyoruz, cilveleşiyorlar, aşna fişne yapıyorlar.

Bu projeye başlamadan önce ve projeyi gerçekleştirdiğim sırada onu hep İtalyan Yeni Gerçekçilerin, Vertov’un yaşadığı dönemdeki bütün çılgın fikirlerin rasyonalize edilmiş hali olarak düşündüm. Konvansiyonel sinemanın dışında Yeni Gerçekçilerden buraya uzanan, beni de etkileyen bir damar var. Yeni Gerçekçiliğin ortaya çıktığı damar, Akdeniz havzası, faşizm sonrası yaşananlar, antik medeniyetlerin etkileri vb., şimdi de tuttu bize çarptı.

Yola çıkarken birincisi insanın oynayan bir hayvan olduğunu kabul ettik. Bölgenin tarihsel mirasının üzeri üflendiğinde ortaya çıkacağını tahmin ederek gittim. Zaten kendi bölgem. Üçüncü olarak gündelik hayatta çok iyi oyun kurma geleneğinin olduğunu bilerek gittim. Retorika toplumudur, bizde muhabbet toplumu demek daha doğru. Diğeri logostur, anlamaktır. Bizde öyle kavramlar yoktur. Sekiz saat aralıksız konuşurlar –Ege’ye git, başka bölgeleri bilmem- manasız yere, incir çekirdeğini doldurmayan muhabbetler bulursun. Hatta “evinsiz muhabbet etme arkadaşım” derler. “Evinsiz evinsiz gonuşma, adamın da asabını bozma” derler. “-Geçen gün Derya’yı gördüm, gıpgırmızı boyayı sürmüş, nereye gidip duru” der biri. Bir diğeri lafı alır “-Yahu, evinsiz evinsiz muhabbet etme” diye tıraşlamaya, goygoylamaya başlar. Ordan bir oyun kurulur. Evin, içerik demek… Hani ekinin evini yok derler, özü, içeriği yok anlamında.

Buğday başakları evinsiz olunca boş olur…

İşte boş olunca estetik başlıyor zaten. Oyun kurma geleneğini biliyordum, çok rahat olduklarını da biliyordum. Akademik çalışmalardan da yararlandım. Oyun sahneyle, sanat da profesyonellerle sınırlı değildir benim için. Gidip yaptık çalışmayı. Kamerayla çalışmanın teknik sıkıntılarını gidermek için 6 haftalık bir çalışma yaptık. Kameraya bakarsan böyle olur, bakmazsan böyle olur diye göstererek. Kameraya bakarak oynayanlar daha sonra izlediklerinde “-ha! o zaman yavan oluyo, ya…” dediler.

Biz şekillendirmedik ya da kurs vermedik, bunu özellikle belirtmek istiyorum, biz birbirimize tecrübe aktardık. Kameranın, diğer aletlerin yaratacağı anksiyeteyi, nutuk tutulmasını kırmak için simülasyonlar yaptık. Önce içlerindeki yabanıl oyuncuyu ortaya çıkarttık, sonra sahnede çalışmasını yaptık, sonra tekst çalışması yaptık, sonra da teknik alet edevatlarla çalıştık. Altıncı haftada biz artık bir mahalleydik. Eyüp filmi çekiyordu, Cafer ışıkcıydı, Yüksel yönetmendi…

Dondurmam Gaymak

Dondurmam Gaymak

Senaryonun ne kadarı filmle birlikte ortaya çıktı? Başladığınızda senaryo tamamlanmış mıydı?

Senaryo hazır gittik. Filmde değiştirdiğimiz üç sayfayı, dört sayfayı geçmez herhalde. Bire bir senaryoya sadık kalarak çektik.

Bire bir diyaloglara da sadık kaldınız mı?

Birkaç yerde doğaçlama vardır, onlar da sahneye uygun olduğu için çıkartmadık. İhtiyar kadını kontrol etmek imkansızdı. Bildiği gibi yaptırdık sonunda, yakın bir anlam çıktı.

Film çekme tarzını önceden net bir biçimde belirlemiştiniz…

Evet, hiç tartışmasız.

Filmdeki göndermelerden, esinlendiği kaynaklardan söz ettik. Kimileri daha dolaylıydı, kimileri daha doğrudan. Filminizin içerdiği doğallık ve sahicilik dışında bir yöntem olarak da doğallık ve doğaçlamalar olabilirdi.

Eminim ama belli bir bilinçle ve kültürel donanımla gitmek gerekir, yoksa onların oyuncağı olursunuz. 20 yıllık bir bilgi düşmanlığı, entelijansiya taşeronluğu, 12 Eylül ve dünya sağının insanlara attığı kazığın neticesinde bilgi biriktirmek, kültür biriktirmek suç gibi görülüyor. Ben o taşranın, o habitatın çocuğuyum, Muğlalı’yım, Ulalı’yım. Ama bir o kadar da Latin Amerika’daki insanlarla empatim var. Bir o kadar da dünyalıyım. Oraya giderken Vittorio de Sica’nın deneyimleri de aklımdaydı, Dede’nin (Marx’ın) yazdıkları da aklımdaydı. 1844 elyazmaları da aklımdaydı, yabancılaşma teorileri de aklımdaydı. Yine Dede’nin öğleye kadar ziraat, öğleden sonra balıkçılık, akşam da roman yazmak istiyorum dediği komünist ütopya da aklımdaydı. Ben komünist ütopyanın adamı mıyım bilmiyorum ama bu literatür aklımdadıydı. Satirler de aklımdaydı. Memlekette incir ağaçları var, çitlembik var, melengiç var ama ağırlıklı olarak üzüm bağlarının yoğun olduğu mekanları çektim ki üzümle Diyonisos arasında geçişimli bağlantılar kurulsun, işaretler olsun diye.

Diğer yandan, filmde çarşı esnafı ve aralarındaki ilişkiler filmin gerçekliğinde önemli bir yer tutuyor. Çarşı atmosferi güçlü bir biçimde yaratılmış. Oradaki yaşamı belirleyen pek çok kesim, pek çok insan sizin perspektifinizden yer alıyor filminizde. Solcu Mustafa’nın durumu, küçük esnafın durumu, ekonomik yaşam ve bir yandan da belki çocukluğunuza dair anılar ve bu anılarda yer ettiği anlaşılan kuran kursu, din adamı…

Gene Marx’tan referansla söyleyeceğim. Oradaki cami ve din, ‘insani olan her şey bana yakındır’ın camisidir. Gerçekten insanidir, o camide oturasın gelir. İnsanla evren arasındaki ilişkiyi anlatan, bu ikisini ilişkilendiren toplumsal, kamusal bir mekandır cami. Kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhu ve ‘halkların afyonudur’un bakış açısıdır aynı zamanda. İtalyan yeni gerçekçi filmlerindeki papazları ya da Latin Amerika’daki din adamlarını severiz mesela. Bu filmdeki dini telakki çok laik bir idraktir. Laikliği klasik anlamıyla söylüyorum. O kubbenin altında başka bir dünya kurulur ve etik değerler oluşturulur. Bunu ısrarla söylüyorum, birçok arkadaşım rahatsız oluyor. Kadim ve etik değerler oluşturulur orda: Hırsızlık yapma, başkasının ırzına bakma, bilmem kimin malında gözün olmasın. Son 20 yılın durumunu ben bilmiyorum, daha çok çocukluğumun, 70’li yılların camisi ve etrafındaki toplumsal hayat üzerine gözlemlerim vardı. Caminin dışında, sloganlar, yazılamalar, politika başka bir hayat vardı, camiye girdiğinde başka şeyler konuşulurdu. Sonra cami dernekleşti ve siyasal parti mekanına dönüştürüldü. Uhrevi olmaktan çıkıp çok dünyevi oldu ve tamamıyla doktrinerleşti. O zaman da tatsızlaştı ve ayrımcı hale geldi.

Filminizin dev dondurma şirketlerine karşı mücadele eden yerli bir dondurmacıyı anlattığını biliyoruz. Tabi bu pek çok şeye işaret ediyor: Ekonominin küreselleşmesini, en temel beslenme maddelerine kadar her şeyin birkaç şirket tarafından tasarlanması ve üretilmesi gibi çağımızın temel sorunlarını görmek mümkün burada. Bu küresel, devasa şirketler karşısında yerel unsurlar da yavaş yavaş yok olmaya başladı, işte orada dondurmacı, burada bakkal, terzi vb. birer birer yok oluyorlar. Fakat film aynı zamanda bu üretim biçiminin tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğini de gösteriyor bizlere. Bu nedenle dondurmacıdan taraf da değil. Diğer yandan, küreselleşme dediğimiz, sermayenin küreselleşmesi olgusu sadece üretim ilişkileri bağlamında ele alınmamalı, bu aynı zamanda kültürel ve toplumsal dokuya da zarar veriyor. Bir kültür ortadan kalkabiliyor. Kültürel dokunun yok oluşuna da şahitlik ediyorsunuz siz ve bu anlamda buna oradaki insanlarla karşı koyuyorsunuz, bir direnç noktası oluşturuyorsunuz ve bunu yaparken aynı zamanda Anadolu uygarlıklarının ürettiği çağrışımları, simgeleri kullanıyorsunuz. Konuşmanızın başında sözünü ettiğiniz keçi, boğa, üzüm gibi simgelerle karşı duruşunuzu tarihsel, kültürel bir yere de taşımış oluyorsunuz böylece.

Ne zamandır kafamda adlandıramadığım bir şeyin adını koydun. Yerellik, ulusallık tehlikelidir bir taraftan, dikkatli kullanılmadığı zaman. Birincisi, tarihsel sürecin nasıl işlediğini çok net koydum. Deyim yerindeyse, pozitivist akılla, neredeyse hiç duygusuz bir biçimde. Benim karakterimle özdeşleşemez seyirci. Ben bunu yapmasını bilirim aslında, dizi yönetmeniyim. Beyaz saçlı, motorlu, ihtiyar bir adam koyarsın filme, izleyiciye: ‘ ah canım aynı dedeme benziyor, yok amcama benziyor… nerde o eski dondurmacılar, sokakları çın çın çınlatırlardı ne güzel’ dedirtirsin… Bir maniniz yoksa annemler size ekmek almaya gelecek… “Nostalji”nin o gerici tarafının tuzağına düşmemeye özen gösterdim. Neyse, öyle gösterdim. Manifaktür böyleydi, böyle oldu. Ama el zanaatlarının daha insani olduğundan, daha az yabancılaştırıcı olduğundan eminim. Küçük esnafın ne kadar ahlaksız olduğunu biliyorum ama nesnesiyle olan insani ilişkisinden de eminim. 80’li yıllarda Avrupa komünistleri manifaktürü epeyce önerdiler. Özellikle İtalya kaynaklıydı bunlar. Postmodernizm, geç kapitalizm tartışmalarından sonra.

Söylediğin gibi tarihsel direnç noktaları bulmaya çalıştım hep. Açıkçası da meydan okudum. Üzerimden olduğu gibi dünya modernizmi de geçse, -daha önce üstümden İskender geçti, Pers kralları geçti, Sultan Murat’lar geçti, yedi düvelin işgaline uğradım- ben yine kendi bildiğimi yaparım gibi bilinçaltımda bir şeyler vardı. Yanımda Memet Ali Alabora vardı. Bir sahne oynatırdım, afişe de koyardım. Hiç para vermeden Türkiye’de istediğim oyuncuyu oynatabilirdim rahatlıkla ve bir yıldızlar geçidine de dönüştürebilirdim filmi. Kültürün sadece İstanbul merkezli olmasına da meydan okudum, dünya metropollerinin kültürün merkezi olmasına da meydan okudum. Bilindik zavallı, gönül sızısı yaratan taşra algısına da meydan okudum. Taşra şiddetle eşdeğer görülüyor oysa kent eşittir şiddet de diyebilirim. Neye baktığına, objektifini nereye doğrulttuğuna bağlı. Meşhur deyimle kameranın gözü objektiftir, yönetmenin gözü sübjektiftir.

Türkiye’deki sosyalistlerin, demokratik güçlerin en temel sorunu pozitif enerji üretememeleri. Oysa o kadar değerli işler yapıyorlar. Bugün Türkiye’de üç kuruşluk cümleyi adam gibi kurabiliyorsak bunu sosyalistlere borçluyuz. Çok muteber işler yapmalarına rağmen birbirlerini onurlandırmıyorlar. Bitmiş gitmiş, işgal edilmiş bir taşra algısı var şu anda genel olarak entelijansiyada; yobazların, şiddetin işgal ettiği bir taşra algısı. Birincisi böyle değil, ikincisi sen terk edersen işgal edilir. Bırakma, kovulmaya bak, kovulduktan sonra şikayet et. Uzun hikaye bu, bir yirmi beş yılın hikayesi. Tarih kapışmayla, meydan okumayla ilerliyor.

Şu anda belli bir konjonktürde yaşıyoruz. Tarih ise çok daha kapsamlı, çok daha uzun bir süreç. Bugün dirseğimizi yere dayayıp yeniden ayağa kalkabileceğimiz bazı destek, nirengi noktalarına ihtiyacımız var. Bunları yerelliğin kendi içerisinde üretegeldiği bazı değerlerde de bulabiliriz. Genel olarak sanatın, özelde sinemanın buna başvurduğunu görüyoruz. Kimi filmlerde yerellik, kaybolmaya yüz tutmuş bazı değerleri öne çıkmaya başladı. Bu aynı zamanda tüketilmeye, suistimal edilmeye de uygun bir alan. Dünya festivallerinde kendini göstermek için geçerli bir formül de olabilir. Bütün bu süreçte yönetmenin ideolojik tavrının belirleyici olduğunu düşünüyoruz. Bunu niçin yaptığının yanıtını başta kendine verebiliyor olması lazım.

Doğru, yoksa otantizm avcısı olursun.

Sizin çıkış noktanız nedir bu anlamda?

İnsan oynayan bir hayvandır dedim, herkesin oynayabileceğini düşündüm. Komünist, toplumcu estetikten yola çıktım. Toplumcu estetik, Fransız ihtilaline, aydınlamaya kadar uzanır, kültürün, sanatın, bilincin adem-i merkeziyetçi olmasını önerir. Bilginin elitin elinden alınarak yaygınlaştırılması, demokratikleştirilmesi önemlidir. Onun için ajit-trenler, kolhozlar vs. önemli deneyimlerdir. Bunlar verimliliği düşürür ama insanı geliştirir. Verimliliği, “produktiviteyi” düşündüğün zaman uzman olacaksın, “ceo”lar yönetecek seni. Ben yola çıkarken çok net olarak, herkes şarkı söyleyebilir, herkes şiir yazabilir, herkes sinema oyuncusu olabilir, herkes film yapabilir, herkes ziraat de yapabilir düşüncesiyle yola çıktım. Herkes herkesin işini yapsın gibi bir kaosu önermiyorum. Uğraşılarını, dolayısıyla kültürel zenginliklerini kaybetmiş bir dünya ve Türkiye var. Beş kişi bir araya geliyorsun, tık yok. Siyaseti stratejistler yapıyor, şarkıyı şarkıcılar söylüyor, şiiri şairler yazıyor… Ne münasebet ya, bir A4 kağıda bakar şiir yazmak. Tabi herkes Nazım, Elliot, Baudelaire olamayabilir, bu başka bir şey. Müsabaka ile rekabeti karıştıran bir dünyada yaşıyoruz şu anda. Son derece uzmanlaşmış cahiller ve tamamıyla nesneleştirilmiş kitleler var. Akşama kadar dünyanın en iyi oyuncularını, şarkıcılarını seyrediyorlar. Dost meclisinde iki saz çalmak, bir gitar tıngırdatmak, bilmece söylemek tarihe karıştı, bienallik bir mevzuya dönüştü şimdi.

Siyasete gelince, bir sürü adam televizyonlarda car car ötüyor. Ben sığırım ya, konuşamam bu konuda, ben sadece sinema yönetmenliği üzerine konuşabilirim. İnsanı daraltan, zihnini işgal eden, tahakküm eden bir yapı var. Yola çıkarken bundan rahatsızdım. Tamamıyla köylülerle çalıştık, natürel olsun diye değil, bu tekst bunu gerektirdiği için. Hamlet’i çekekecek olsam bu konuda ciddi deneyimleri olan oyuncularla çalışırım. Hep beraber toplanalım da bir de Hamlet çekelim değil benimkisi.

Dondurmam Gaymak

Dondurmam Gaymak

Daha önce de değindiğiniz, Yalçın Küçük’ün Mavi Yolcular diye dalga geçtiği, bizce hafife alınmayacak bir ekip var. Bir de müzikte, özellikle Bela Bartok, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek gibi Anadolu’ya gidip ya da Anadolu’da olup derlemeler yapanlar var veya Cem Karaca, Fikret Kızılok gibi Anadolu türkülerini kendi tarzlarında yeniden üretenler var. Sizin filminizi de bu çabalar içerisinde değerlendirebilir miyiz? Sizin filminizdeki farklılar nedir bu anlamda? O dönem aslımıza dönelim derken farklı bir konjonktürdeydik.

Farklılığın nerde olduğunu şu anda bilemeyeceğim ama bir kültürel akrabalığım, daimiyetim var. Bahsettiğin isimler pratiklerini önemsediğim ve çıkarsama yaptığım insanlar, bütün tartışmalı yanlarına rağmen. Bu dönemin sanatsal öznesinin ayakları hep kendi coğrafyasına basar. Sadece değil ama, sadece kendi kültürel coğrafyasına basarsa şovenist oluyor, gerici oluyor. Anlamsız bir etnolojik daralma oluyor. Mesela Yılmaz Güney sinemasına baktığınızda da mutlaka arkasından 3000 yıllık tragedya geleneği çıkar. Çok eskilere uzanan, Anadolu’daki trajik kahraman mitleridir eşkıyalık.

Fakat burada bıçak sırtı bir durum var. Edward Said, Entelektüel kitabında ‘entelektüelin işi öyle zordur ki dine, folklora, memlekete, ulusa, ideolojiye, bilime, kısacası her şeye hem içkindir hem de dışarlıklı olmalıdır’ der. Çık işin içinden çıkabilirsen. Ben memleketimi çok seviyorum, aynı Kavafis’in Şehir şiirindeki duygularla seviyorum. Fellini’nin Rimini’si neyse, Fernando Solanas’ın Buenos Aires’i neyse O bir ana rahmi benim için. Sigara içmene bile kıyamazlar, tabi aynı zamanda baskılarlar. Buradan da taşra sıkıntısı çıkarırsın. Çocuk olarak kaçırılmayacağını, böbreklerinin satılmayacağı, tinerci olamayacağın bir yer. Tabi bunu mutlaklaştırırsan öteki bilinci, tarih bilinci olmayan, düğünlere falan çıkan mahalli bir sanatçı olursun. Bana göre evrensellikle yerellik arasında soğan zarı kadar bir mesafe var.

Ben burada pozitif enerji üreten bir cemaat toplumunu öneriyorum ama eleştirmekten de geri durmuyorum… dedikodu var, arkadan konuşma var vs. Tarihe tanıklık ediyorum, küçük esnafı savunmuyorum ama bana göre Özalizmle birlikte 12 Eylül’den sonra en çok çeken kesim onlar oldu. Tarih boyunca ihbarcılık yapan küçük esnaf da 2001’de korsan miting yaptı, Ecevit’in önünde kasa patlattı.

Proleterleştikleri için proleterlere özgü eylemlere başvurabiliyorlar.

Doğru. Eski esnaf halim selim, mutedil bir adamdır. Hepsi birer halkla ilişkiler uzmanı gibidir. Hep müşteri odaklıdır. Tabi canım, buyur… vs.

Öyle bir esnaf var filmde. Ali Usta’nın motosikleti aldığı adam. Ali Usta taksiti ödeyemeyeceğim deyince de ters tarafını gösteriyor. Borcunu ödemeyene karşı o halim selim tarafından eser kalmıyor.

O sahneyi attım, içim yandı şimdi…

Az önceki konuya yeniden dönerek; ’ 70’lerde Anadolu’ya gidenler ya da Anadolu’dan etkilenenlerin birbirinden farklılaşabildiğini, bütün bu insanların aynı gelenek içine yerleştirilemeyeceğini düşünüyorum. Yüksel Aksu’yu da bu geleneği tarif etmeden ya da tam olarak yaptığını tarif etmeden dahil edemeyiz buna sanırım. Ancak şunu söyleyebiliriz, kültürel ve sınıfsal bir bakışla ve eleştirel bir yaklaşımla yaşadığınız yeri anlatıyorsunuz. Bir yandan da bir güzelleme var filmde…

Çünkü orada yetiştim, gittim, sonra geri döndüm ve bu hoşuma gitti. Bir güzelleme var doğru. Elias Canetti, Kitle ve İktidar’da insanların en büyük korkusu dokunmadır der. Gece birisi dokunuverince, yolda yürürken biri değince birden ürpeririz. İnsanların dokunma duygusunu aşıp bunu coşkunluğa dönüştürdüğü yegane anlar kitle oldukları andır diyor. Miting alanları, futbol çıkışları vs. Bir anda o dokunma enerjiye dönüşür.

Taşrada herkes birbirine dokunur; ya tokalaşır, ya sarılır, ya şakalaşır, ya birbirinin kolunu kıvırır… El şakası diye bir olgu vardır, modernizm bunu yok etmiştir. Taşrada insan kendisini güvende hisseder. Korumacı bir çevredir. Daha sigara içmeye başladığın zaman tanımadığın birinin “ne lan o elindeki, sen kimin oğlusun ha” dediği yerde nasıl tinerci olur, yapamazsın. Cemaat, topluluk… Adama devamlı akıl veriyor kitle filmde, etme, tutma, yapma vs… O da bireyleşmiş, özneleşmiş(!); etçem, tutçem, yapcem diyor.

Filmin üretim sürecine ilişkin; bu filmin üretim süreciyle, dizi yönetmenliği arasında ne tür farklar var. Tekrar dizi çekmeye dönecek misiniz?

Çok acılı, ızdıraplı ama peşi sıra çok gönenç yaratan bir deneyimdi. Hayatımda en çok onore olduğum dönemlerden birisiydi filmi ortaya çıkartmak. Mecbur kalmadığım müddetçe dizi çekmeyi düşünmüyorum. 24 Kasım (filmin gösterim tarihi) milat; 24 Kasım’ı 1 Aralık’a bağlayan hafta, dizi mi çekeceğim, sünnet düğünü mü çekeceğim belli olur. Mümkün olduğunca yeni filmler yapmak istiyorum tabi. Ama sinema süper, diziler beş para etmez falan gibi bir saplantım yok. Format hiyerarşilerine de karşıyım; opera dünyanın en asil sanatı, meddahlık en dümbük sanatı gibi ayrıştırmalara karşıyım. O kadar iğrenç filmler var ki diziler yanında başyapıt gibi kalır. Ama üretim biçiminden dolayı, seri olması, müstakil olması, egemenlerin elinde olması gibi nedenlerle dizi seni başka bir şeye dönüştürüyor.

Finansmanını nasıl sağladınız filmin?

Dört sene yapımcılarla epeyce mesai yaptım ama kabul ettiremedim. Tamam, tamam deniliyor son dakikada şunu şu dizideki şu kişi oynasın, buradakini bu oynasın gibi müdahalelerde bulunuyorlardı.

Sizin finansman için bu yola başvurmadığınızı düşünmüştük.

Yapımcılar bu filmi çektirselerdi, tabi ki onların paralarıyla çekmeyi tercih ederdim. Bu film kapsamında asla profesyonel oyuncu istemedim. Bu projede tamamıyla bir mesel çalışması yapmak istedim. Ensemble çalışması yapmak istedim. Benim oyuncularım hep interaktiftir, birbirlerine hep değer. Total bir rol vardır, hepsi onların parçaları gibidir. Ayıptır söylemesi, Brecht’in tiyatrosu vardır, Brugel resimleri gididir pek çok sahne. Kendi içinde her sahnenin bir öyküsü vardır, hem de her kişinin farklı farklı birbirine değen oyunları vardır. Figüran bulamazsın kolay kolay benim filmimde. Herkesin bir rolü vardır, o yüzden inanılmaz teknik sorunlara rağmen umursamıyor seyirci. Organik tarımdaki gibi, armudu eline alırsın, bir tarafında kurt vardır, bir tarafı çürüktür ama öyle bir lezzetlidir ki sen lezzetle ilgilenirsin.

Ben de biliyorum inanılmaz çerçeveler, trükler, oradan oraya geçmeler. Dizilerde yaptım, belki başka filmlerde de yapacağım ama burada yaptığım anda filmi tahrif ederdim.

Yapımcılar para vermediği için üç arkadaş toplandık, daldık. Belediyelerden kimisi otobüs verdi, kimisi yemek verdi. Muhtarlar koyun-keçi, hayvan tedariki yaptı. Esnaf dükkan, kamyoncu bir arkadaşımız kamyonlarını verdi. Lokantacı bir arkadaşımız catering servisi sundu. Durumu iyi olan arkadaşlar haftalık almadı. Bir imeceyle yaptık. Bölgenin eski bir dondurmacısının oğlu Mehmet Yalabık, “babamın anısını yaşatıyorsun” diye on milyar para verdi bize.

Film, yerel idarelerin, vatandaşın, esnafın, aydınların bir araya gelip ortak bir şey üretmesine vesile oldu.

Geçen yıl Pelin Esmer’in Oyun isimli belgeseli gösterildi. Çekildiği yörede kadınların sergilediği bir oyunu anlatıyordu. Kadınlar, değişime olan inançlarını dünyaya ifade etmek istiyorlardı. Sizin filminizde insanların, bizim yöremizin de bir filmi olsunun ötesine geçen bir istekleri var mıydı?

Yöremizin tanıtımı olsun diye bir duygu vardı. Onun ötesinde o eylemlilikten, o etkinlikten haz aldılar. Pek çok çocuk oyuncunun ailesi, “bu bir eğitimdir” diye getirip götürüyorlardı çocuklarını. İhtiyarlar, çocuklar her gün başka beldelerden, kasabalardan, köylerden saatinde, dakikasında geldiler-gittiler, prova yaptılar. Hiçbiri de Havuç olayım, Ömercik olayım, şöhret olayım fikriyle gelmedi, bundan da eminim. Bazı marjinal, yersiz-yurtsuz arkadaşlarım kendilerini çok değerli hissettiler. Bakıyor vali provaları izliyor, Memet Ali Alabora onları çalıştırıyor, belediye başkanı ziyaret ediyor. Herkesin kendini değerli hissettiği bir durum ortaya çıktı. Sanatın özneleştirici yanını ben orda gördüm. Hatta bir karı-koca vardı, yine bir çifti canlandırıyorlardı, “erken konuşuyon, benim rolümü çalıyon” diye küstüler birbirlerine. “Üç dene lafı var, otobüsün önene otura duruyo başrol oyuncusu gibi, ona sinir oluyom…” diyordu adam. Biri vardı okuma-yazma bilmeyen, baktım elinde senaryo, hangi arada okuma öğrendi bu derken gördüm ki senaryoyu ters tutmuş, mahcup olmamak için almış eline senaryoyu…

Yine birisi dedi ki “Ta ordaki sandalyeyi alıve, devamlılığı bozulmasın.” Diğeri de buna karşılık, “Şindi üstünde dar açılı objektif va, az sona geniş açılıyı takınca alıveririz elleme şindi.” dedi.

Bir tanesi “kumandayı kaldırıp atıyorum bundan sonra, zap yapmayacağım artık, arkasında bu kadar mı emek olur bu işin” dedi. Hiçbir şey olmasa bile birçoğu nitelikli seyirciye dönüştüler. Festivalleri takip ediyorlar. Hele oskarı alırsak bütün şehir bir yıl çalışmaz, durmadan davul zurna çalarlar.

Ne kadar sürdü filmin çekim süreci?

İki hafta hazırlık, altı hafta ön çalışma, dört hafta çekim, üç ay montaj. Montajda bayağı tekledik, çok parasızdık, ortak yapımcı bulunca montajdan çıktık.

Dizi sektörünü çok tüketici bir sektör olarak görüyoruz. Bu alanda var olmayı nasıl başarabildiniz? Düzenin belli değerlerini yeniden üreten, üretim biçimi anlamında örgütlemeye izin vermeyen bir yapı var TV dizisi sektöründe. Bu alanda farklı olunabilir mi?

Söyledikleriniz doğru. Machiavelli’nin ‘insanlar temiz kalmak istiyorlarsa mağaralarından çıkmamalılar’ deyişi geldi aklıma. Bugün sanatçıya halen aydınlamanın yaptığı tanım çerçevesinde bakıyoruz. Sanatçı toplumsaldır, öznedir ve bir etik duruşu vardır. O dönem bunu becerip becermediklerini bilmiyorum. Günümüzde, aydının hayatı belirleme gibi bir şansı yok dünya kapitalizmi içinde, onun ürettiği popüler kültür içindesin. Her zaman emek-sermaye çelişkisinin derinleşmesine hizmet ediyorsun.

Biz de televizyon sektöründe nesne gibiyiz. Özne yok orda aslında. Bana göre diziler egemen kodlarla, anonim kodlarla oluşturuluyor. Tamamıyla ucuz popülizm, vulgarizm TV. Televizyon aslında çok önemli bir aygıt. Amaç ve araç diyalektiği açısından bakarsak elinizdeki bıçakla adam da öldürürsünüz, salata da yaparsınız. TV egemenlerin elinde olduğu için egemenlerin ideolojisini üretiyor. Yönetmen, yapımcı, oyuncu hatta televizyonun sahibi bile reyting ve dolayısıyla reklam geliri sisteminin birer nesnesi oluyor. TV prodüktörü şöyle bir projem var şu konuda diye çıkmaz yola, şunu oynatıcam, şu günlerde girecek, şuna benzer olacak deyip reytingi garantilemek üzerine yola çıkar. Senaristi de buna göre örgütler. Senarist, hasletlerini, arzularını, bilincini koymaz senaryoya, öteki nasıl anlar diye bakar. Yönetmen de en kolay nasıl anlatırım diye bakar. Genel baktığında hepsi birer nesnedir. Yönetmen olarak öyle sanal bir iktidar sunuluyor ki insana; inanılmaz güzel haftalıklar, altmış tane adam ağzına bakıyor, senaryolar geliyor, TV de herkes seni izliyor, ismin çıkıyor vs. Ama insan olarak kendi kişiselliğini koyamazsın asla diziye, kitle kültürünün dışına çıkamazsın.

Film çekmek isteyen pek çok yönetmenin dizi dünyasında kaybolup gittiği gibi bir izlenim var bizde. Diziler bu yönetmenleri içine alıp öğüten bir çarkmış gibi. TV’de çalışmanın yönetmeni belirleyen, bakış açısını zehirleyen bir duruma yol açmak gibi bir sakıncası yok mu sizce?

Doğru, çok yetenekli bir çok arkadaşım vardı, gittiler, öyle daldılar gittiler. Egeli olduğum için tembellik de var ya, 13-20 bölüm çektikten sonra bir bıkkınlık geliyor. Bir dinleneyim falan diyorum. En son Büyük Yalan’ı çekiyordum, Halil Ergun’la Emrah oynuyor, yine Muğla’dayım. Şöyle bir baktım, üç ay olmuş Yaser Arafat öleli, benim haberim yok. Gece-gündüz çalışırken gitmişiz biz. Ben nereye gidiyorum, aç mıyım açıkta mıyım diye sordum kendime. STOP

Dizi çekim temposu çok yoğun, sabah 6-7 akşam 12-1. Altı gün çalıştıktan sonra Pazar günü ara verilir. Pazar günü kahvaltıdan sonra bir sonraki bölümün senaryosu tutuşturulur eline. Diğer çalışanlar da böyle fakat diğer emekçi gruplara göre ciddi paralar kazanıyorlar. Bir de mevsimlik işçi gibiyizdir. Yarı estetik bir etkinlik olduğu için bildiğimiz etkinlikten farklıdır. Bazılarına ünlülerle birlikte olmak yeter. Sanal, bir onlardan biriymiş gibi olma hali yaşarlar. Diğer emekçilerden üstün görmeye başlarlar kendilerini. Zaten lümpen insanların çok rağbet gösterdiği bir sektördür bu.