Kader: Önce Masumiyet Vardı

Masumiyet

Yusuf Güven /

“Uzun hikaye, karışık. Bu anasıyla yoksul perişan, bizim tuzumuz kuruydu. Hacı Babam yapmış bir şeyler. Bir de Zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu… Öyle büyüdük işte.” diye başlıyor Bekir (Haluk Bilginer) Masumiyet’te. Kendisini dinlemekte olan Yusuf’a (Güven Kıraç) hayat hikayesini anlatıyor, pikniğe gittikleri saklı cennette. Uzakta Uğur’un (Derya Alabora) kızı Çilem koşuşturmaktadır. Bekir ve Yusuf yan yana oturmaktadırlar. Bekir cigaralığını tüttürmektedir bir yandan.

Ankara Sinema Derneği’nin çok sayıda katılımcı ile 2003 yılında yaptığı anket sonucu belirlediği en iyi 10 Türk filminden biri de Masumiyet oldu. Listeyi incelediğimizde bunun bir tesadüf olmadığı; listedeki filmlerin Türkiye’nin son kırk yılında yaşadığı dönüşümlere tanıklık ettiği, çekildikleri dönemi yansıtmayı başaran filmler olduğu görülecektir. Edebiyat uyarlaması olan Susuz Yaz (Metin Erksan-1964), Selvi Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz-1977) ve Anayurt Oteli (Ömer Kavur-1986) filmlerini bir kenara bıraktığımızda –ki bu filmler de belli ölçülerde çekildikleri dönemi anlatırlar- geriye yedi film kalıyor. Yedi filmi birbirine bağlayan hikaye 1970 yılında Yılmaz Güney’in yoksul bir arabacı olan Cabbar’ın geçim mücadelesini anlattığı Umut’la başlıyor, uzak köyden gelen akrabası Yusuf’la, ondan uzak duran, kurtulmak isteyen, aslında yaşama yabancı reklam fotoğrafçısı Mahmut’un yeraldığı Uzak (2002) ile bitiyor. Umut, hem Cabbar’ın temsiliyetinde yoksul kesimleri ele alması ile hem de Yeni Gerçekçiliğe yakın estetiği ile Türkiye sinema tarihinde önemli bir yer ediniyor.

Lütfi Akad’ın kente göçü konu edinen üçlemesinin ilk filmi olan Gelin’de (1973) Anadolu’dan büyük kente gelenlerin yaşam mücadelesi anlatılıyor. Yılmaz Güney hapiste iken Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü’de (1979), satmak için koyunlarını büyük şehre götürürken telef eden Hamo Ağa’nın ailesi nezdinde proleterleşme süreci anlatılır. Bu yanıyla Sürü, hem her şeyini kaybeden Umut’un Cabbar’ı hem de büyük şehirde tutunma öyküsü Gelin’le aynı bağlamda yer alır. Tuncel Kurtiz, Hamo Ağa rolünde eşsiz bir performans sergilerken, oğlunu (Tarık Akan) bir güzel pataklamasına rağmen (Tarık Akan’ın boynunu eğerek dayak yediği bu sahne de Masumiyet’in yukarıda aktarılan sahnesi gibi Türk sinemasının unutulmazları arasındadır) kapitalizmin çarkları karşısında ne sürüyü ne de aileyi bir arada tutmayı beceremeyecektir. Yılmaz Güney’in bu sefer Şerif Gören’le çektiği Yol (1982), 12 Eylül Türkiye’sinde hapisten izinli çıkan 5 mahkumun hikayesini anlatmanın, toplumun bir fotoğrafını çekmenin yanında 12 Eylül’ü anlatan en iyi filmdir diye düşünüyorum. Muhsin Bey’i (Yavuz Turgul-1987) en iyi on film arasına seçtiren 80’lerde yaşanan yozlaşma ile birlikte eski değerlere, kültüre, azınlıklara kısacası daha önceki yaşama duyulan nostaljidir. Köşe dönmenin, işini bilmenin, batı popunun, son model arabaların vs. revaçta olduğu bir ortamda Muhsin Bey eski ses sanatçılarını dinler, külüstür arabasını kullanır, en önemlisi namusuyla iş yapmaya çabalar (yani işsiz kalır).

İkinci yarısı yoğun bir kriz, savaş ve umutsuzluk içinde geçen 1990’ların atmosferini yansıtan Masumiyet de (1997) en iyi on film arasında yer alır. İzmir’in pavyonlarında çile çekmekte olan Uğur, peşinden ayrılmayan aşığı Bekir ve hapisten çıkmak bile istemeyen, yolu bir şekilde diğer ikisi ile kesişen, en yakın arkadaşının katili Yusuf… Üstelik Uğur, kendisi uğruna her şeyini feda eden Bekir’i hiç sevmez; tutkulu biçimde ömür boyu hapse mahkum, sürekli vukuat çıkardığı için bir hapishaneden öbürüne sürülen Zagor’un peşinden koşar. Dönem umutsuz bir dönem olsa da tüm acemiliğine, eksikliklerine rağmen Demirkubuz’un ikinci filmi olan Masumiyet, sinema için bir umut ve dönüm noktası oldu.

Yine de ilk başta anlattığım sahnenin neden bu kadar ilgi çektiği ve Haluk Bilginer’in orada anlattıklarının Kader filmine dönüşmesi üzerinde ayrıca durmak gerekir. Abbas Kiarostami filmlerinde yolların çokça yer almasının nedenini anlatırken, hem insanların yollarda özgür olduğunu hem de insanın en rahat arabada yan yana otururken konuştuğunu söylüyor. Doğrudan göz göze temas olmaması insanın daha samimi biçimde içindekileri aktarmasını sağlıyor. Yan yana duran Bekir ve Yusuf bana bunları düşündürttü ilk olarak. İkinci olarak, hikaye geriye dönüşlere yer verilmeden uzun uzun anlatılarak belgesel-kurmaca tarzı diyalektik bir biçimde karıştırılıyor. Üçüncüsü Bekir’in sürekli anlatması karşısında Yusuf’un hep susması izleyiciyi etkisi altına alıyor. Sonuncusu, belki de en mühimi, Haluk Bilginer’in hikayeyi yaşarmışçasına aktarmasıdır.
Kader

Kader

Zeki Demirkubuz da bu hikayeden çok etkilenmiş olsa gerek ki 10 yıl sonra bu hikayeyi Kader adıyla filme alıyor. Masumiyet öncesini anlatan bu hikaye günümüzde geçiyor, bu zamansal hileden yönetmen için zamanın, kronolojinin çok önemli olmadığını, önemli olanın hikaye olduğunu anlıyoruz. Film, bir tarafta Uğur’u ve ailesini, fahişe annesini, yatalak babasını diğer tarafta Bekir’i ve ailesini, babasını, eşini, annesini, Bekir’in işini aktarıyor. Bekir’le Uğur’un karşılaşmaları da işyerinde oluyor zaten. Cinayet yüzünden hapse düşen Zagor’un peşinden gitmek isteyen Uğur para istemeye geliyor. Bu noktadan sonra Bekir, Uğur’a karşı olan takıntısından kurtulamıyor, işini, gücünü kaybediyor, ailesini terk ediyor. Oysa herhangi biriyle para karşılığı birlikte olmaya çekinmeyen Uğur, Bekir’le aralarında en ufak bir yakınlaşmaya dahi izin vermiyor. Hatta adam tutup vurdurtuyor, Bekir iyileşince yine geri dönüyor. Zeki Demirkubuz –yönetmen aynı zamanda bu küçük rolü oynuyor- Bekir’i pavyonun ortasında eşek sudan gelinceye kadar dövüyor, yine bana mısın demiyor.

Kader’le, Masumiyet’i karşılaştırdığımızda Demirkubuz sinemasının gelişimini -vardığı yeri demek daha doğru olacak sanırım- açıkça görüyoruz. Sanatçı, daha geniş kesimlerce tanındıkça ve kabul gördükçe kendinden daha emin hareket ediyor, kendini daha doğrudan ifade etme olanakları buluyor. Sinemada bu olanağı bulan çok az sayıdaki insandan birisidir Zeki Demirkubuz. Takıntılı olduğu kader, kötülük, nedensizlik kavramlarının peşinden gidiyor. Bu durum belli açılardan onun tarzının bir parçası olarak sinemamıza çok önemli katkılar sağlıyor. Örneğin Kader, bildik anlamda bir sonla bitmiyor. İçkili bir akşamın sabahında Kars’ta uyanıyor Bekir. Kendini Uğur’un peşinden gitmekten alıkoyamıyor. Film Kars’ta sona eriyor, ama hikayenin daha bitmediğini anlıyoruz.

Zeki Demirkubuz, yol, yolculuk gibi unsurları sineması içinde çok özgün biçimde kullanıyor. Bekleme Odası, Yazgı gibi filmleri tamamen dar mekanlarda geçerken yolculuğun olduğu filmler daha öne çıkıyorlar. Demirkubuz, genel olarak varılan yerden çok yapılan yolun anlatıldığı yolculuk kavramını tersine büküyor. Onun için yol önemli değil, varılan yer, kime varıldığı ve bir an önce varmak önemli. Demirkubuz’un sinemasında ulaşmak istediği yere, kimseye varıp kendini gerçekleştirmek isteyen, ne varsa itiraf etmeye hazır karakterler vardır. Onlarla birlikte bizi de bir an önce ulaştırır gideceğimiz yere yönetmen. Yolla pek ilgilenmeyiz açıkçası.

Diğer taraftan, kendine güvenme hali, yönetmene bazı düşüncelerini tüm çıplaklığıyla filme yansıtma cesaretini veriyor. Örneğin, Bekir’in Uğur’un peşinde koşması nedensellikle açıklanması gerekirken yönetmen tarafından nedensizlikle açıklanıyor. Nedensiz bir tutku ön plana çıkarılıyor. Uğur ile Bekir konuşurken birden “kötüyüm” ben diyor Uğur, “Bu yüzden yapıyorum bütün bunları belki…” Tam Demirkubuz’a göre bir cümle ama yaşayan bir cümle değil ne yazık ki. Masumiyet’i üstün kılan bunun tam tersi olmasıdır. Masumiyet, canlı, yaşayan, karakterleri elle tutulabilir bir filmken, Kader, Demirkubuz sinemasının sloganlaştırılmış hali gibidir. Örneğin, oyunculuk açısından baktığımızda ne Vildan Atasever ne de Ufuk Bayraktar’ın kötü oyuncular olduğunu söyleyemeyiz. Aksine önemli bir performans gösteriyorlar. Fakat artık 7. filmini yapan, ustalaşmış Demirkubuz Masumiyet’teki yönetmen değildir. Oyuncularına hakim ancak onlara kendi performanslarını sergileyeceği boş alanlar bırakmıyor. Masumiyet’te ise yönetmen tecrübesizken tam tersine oyuncular tecrübelidir. Kameranın önünde kendi alanlarını yaratma ve yaşatma güçleri vardır.

Ankara Sinema Derneği’nin en iyi on Türk filmi soruşturması da açıkça gösteriyor ki her dönem kendi filmini yaratıyor, ya da tam aksine sanat eseri –tabi başka özelliklerinin de yanında- ne kadar kendi dönemine ayna tutarsa, kendi dönemindeki çelişkiyi, mücadeleyi, dönüşümü anlatabilirse unutulmama olasılığı da o kadar artıyor. Masumiyet herkes için böyle bir filmdi. 1990’ların çalkantılı ortamı içerisinde kaybetmiş, altta kalmış insanların umutsuzluğunu anlatıyordu. Zaman içinde Demirkubuz sineması gittikçe hijyenik, soyutlanmış biçimde kötülük, nedensizlik, insanın alçaklığı gibi ‘dostoyevskiyen’ takıntılar üzerinde durmaya, sinemasının zenginliğini yitirmeye başladı. Kader de belki kendi içinde başarılı sayılabilir ama kamera önünden baktığım kadarıyla diyebilirim ki kolektif bir ürünün zenginliğini taşımıyor. Masumiyet, yönetmeninin yaratısı olduğu kadar oyuncularının da yaratısıdır bana göre –kolektiviteye işaret ediyor.