#GEZİ2YAŞINDA: Bir Gezi Günlüğü, Hayat Şimdiki Zamanda Geçmişi de Taşır

Yusuf Güven /

Direniş boyunca çocuklarla ilgilenerek bize ve direnişe destek olan, sonunda kendisi de büyük bir direnişçiye dönüşen anneme ve direnişin tüm kadınlarına…

“Peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar”

[Komünist Manifesto, Karl Marx-Friedrich Engels, 1848

 

Bir Şarkının ve Bir Umudun Peşinde

Beyoğlu sinemasının o tanıdık salonunda otururken neyle karşılaşacağımı çok iyi bilmiyordum. Hayatta her şeyin birbiriyle bağlantısı var. Bir eylemden, düşünceden değil duygudan bahsediyorum. Her şeyi birbirine bağlayan bir duygu akışı var. Belki bu yüzden Gezi başka bir kavramla değil de “ruhla” tanımlanageldi. Yine bu yüzden diye düşünüyorum usta Marx Komünist Manifesto’nun girişinde başka bir şeyden değil de hayaletten, ruhtan bahseder: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.”

Bir Şarkının Peşinde (Searching for Sugarman) belgeselini izlerken insanı saran duygu öylesine yüksek ve pozitifti, umut gibi, ki kendimizi filmin akışına bırakıverdik. Belgesel sinemayı neden bu kadar seviyoruz ya da belgesel niye bu kadar popüler oldu sorusunun yanıtını da burada aramak gerekir. Nedeni gerçeğe, yaşama duyduğumuz özlem. Kapitalizmin bize dayattığı sentetik yaşam biçimi tüketim odaklı, insani temastan uzak, gerçeklikten kopuk. AVM’ler, bu AVM’lere monte sinema kompleksleri ya da benzer formlarda sunulan diğer sanatlar insanın kendini yeniden üretmesine katkı koymak bir yana onu daha da bitirmek, insanlığından kalan son kırıntıları da sömürmek üzerine kurulu.

Bir Şarkının Peşinde, Detroit’te bir ara birkaç albüm yapmış ama sonradan ortalıktan kaybolmuş Sixto Rodriguez’in Güney Afrika’da nasıl bir efsaneye dönüştüğünü, ABD’de de plakları hiç satmazken Güney Afrika’da yıllarca en çok satanların başında yer aldığını, şarkılarının derlenerek farklı farklı albümlerle defalarca basıldığını anlatıyor. Biraz o yılların dünyasına özgü bir şekilde Rodriguez Güney Afrika’ya özgü, yerel bir rockstar’a dönüşmüştür ama kimse onun kim olduğunu, ona ne olduğunu bilmez. Yıllar sonra ortaya çıkan gerçek Rodriguez’in basit bir işçi olarak Detroit’te yaşamına devam ettiğidir. Güney Afrika’da ne kadar popüler olduğu kendisine anlatılır ve bir konser vermesi için davet edilir. Tabi Rodriguez ve ailesi (kızları) bu duruma kuşkuyla yaklaşır ama Güney Afrika’ya gitmeye bir şekilde ikna olurlar. Orada onları bambaşka bir dünya beklemektedir. Kaç kuşağın idolü Rodriguez’in konserleri inanılmaz ilgi görür, hayranları için bir sır çözülmüştür. Konserleri konserler, turneler takip eder. Bütün bu hikayenin en çarpıcı tarafı Rodriguez’in külkedisinden prensese dönüşmemesi külkedisi olarak kalmasıdır. Evet bir masaldır anlatılan ama gerçekçi bir masal. Rodriguez, kendisine gösterilen ilgiden hiç şımarmaz, bunu çok iyi soğurur, bir işçidir ve işçi olarak kalır. Konserlerden elde ettiği gelirleri de kendisi için değil ihtiyacı olan başkaları için harcamayı seçer. Bu sadece Rodriguez için değil onunla birlikte Güney Afrika’nın yolunu tutan kızları için de geçerlidir. Kızlardan birisi Rodriguez’in bodyguard’larından biriyle evlenir, kendi sınıfına uygun olarak. Sixto Rodriguez, başka bir dünyanın temsilcisi, büyük bir karakterdir.

Rodriguez, insanın sanatla kurduğu ilişkinin illa da bu düzenin dayattığı çerçevede olması gerekmediğinin canlı bir temsilcisidir. Bu açıdan mikro bir ütopyadır. Milyonların onun şarkılarının peşinde olmasını yaşamını değiştirmek ya da bu durumu kendi adına paraya tahvil etmek için bir araç olarak kullanmaz. Ona gösterilen sevgiye ve hayranlığı büyük bir alçakgönüllülükle karşılık verir, Buena Vista Social Club’un üyeleri gibi. Onlar da yıllar sonra Wim Wenders tarafından çekilen belgeselleriyle dünyaya tanıtıldıklarında Küba’da sürdüregeldikleri yaşamlarını değiştirmediler.

Bugünden baktığımızda Rodriguez’e nasıl yıllarca hakkında efsaneler üretilerek gerçekten ulaşılamadığı çok anlaşılır gelmeyebilir. Güney Afrika’nın 1990’lara kadar süren ırkçı rejimden dolayı dünyadan soyutlanmış, kapalı ve baskıcı ortamı düşünüldüğünde Rodriguez’in adeta gizemli bir politik figür haline gelmiş olmasına şaşırmıyorsunuz. Özgürlük ve eşitlik isteyenler kendilerini yıllarca Sixto Rodriguez’in Sugar Man, I Wonder, Establishment Blues, Cause… şarkılarıyla ifade etmişler, özgürlüklerini kazandıktan sonra da onun peşine düşmüşler. Ne Rodriguez Güney Afrika halklarını tanır ne de onlar Rodriguez’i ama tanışmaları hayal kırıklığı yaratmaz. Ona ya da onun şarkılarına olan bu inancın boş olmadığını gösterir.

Gün geliyor bütün baskılar, yıldırma, zulüm, iktidarın dayattığı her şey bir yerde, mekanda simgeleşiyor. Emek Sineması Gezi Parkı’nın öncülüydü. Emek Sineması İstanbul’da sinemayla ilişkisi olan herkes için bir anlam taşıyordu. Uzun süren mücadelede yönetim bildiğini okudu, gerekli yerlerde katakulli çevirdi, her zaman yaptığı gibi halkı ve hukuku ezip sinemanın içinde bulunduğu Serkldoryan’ı yerle bir etti. Üstelik hemen komşu bloğunda Demirören gibi bir çirkinlik abidesi yine aynı ayak oyunları sonucu boy göstermişken aynısından bir tane daha yapmakta beis görmediler.

Sokaktaki Güzel İnsanlar

29 Mayıs akşamı parktaki şenlikli insanların arasındayken, Gezi’yi arkadaşlarla bir buluşma noktası haline getirdiğimizde park bizimdir, hayattır diye düşünmüştüm. Oysa öyle olmadı; 31 Mayıs 2013 akşamı geldiğinde herkes gibi biz de Gezi Parkı’nı savunan insanlara yapılan zulmü görmüş, bunun karşısında durmak gerektiğini düşünerek Osmanbey metro durağının olduğu noktaya doğru yola çıkmıştık. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Oraya varmamızla birlikte ilk gaz fişeğinin ayağımıza düşmesi de bir oldu. Genzimiz yanarak geriye Kurtuluş Caddesinin girişine doğru kaçtık. Trafik akıyordu ve ters yön olduğu için TOMA bu noktaya kadar gelemiyordu. Polislerde TOMA’sız gelmeye korktuklarından olsa gerek metro durağının önünden daha ileriye gitmiyorlardı. İnsanlar dağılmadı, aksine daha kalabalık tekrar toplandılar ve Gezi Parkına doğru yürümeye başladılar. Polis geri çekildi, Divan Otelinin önüne kadar. İşte o zaman ne kadar kalabalık olduğumuzu anladık. Cumhuriyet Caddesi, Uğur Mumcu heykelinden Taksim’e kadar hınca hınç insan doluydu. 1 Kilometre uzunluğunda, 6 şeritli bir yoldan bahsediyoruz.

Bu kitlenin bir kaç önemli özelliği vardı. Öncelikle her gün işte, sokakta, yolda, parkta gördüğümüz insanlardı ama öylesine bir güzellik ve ışıltı taşıyorlardı ki insanların yüzlerine baktığımda kimi zaman gözlerim doluyordu. Gazın sebep olduğu gözyaşlarına insanlarımızdan duyduğum gururun göz yaşları karışıyordu. Belki tek başına hiçbiri polisle çatışmayı göze alacak insanlar da değildi ama kitle ile on binlerce eli, kolu, bacağı, yüreği olan bir organizmaya dönüşmüşlerdi, hepimiz dönüşmüştük. 1 Haziran öğlende polis Gezi Parkı’ndan çekilene kadar geçen sürede bu organizma gaz ve TOMA geldiğinde geri çekildi. Gaz dağıldığında tekrar polisin üzerine çullanmaktan çekinmedi. Sanki yıllardır bu sokaklarda birlikte eyleme çıkmış gibiydiler, hiç bir zaman panik yaşanmadı, heyecanlanıp koşanlar uyarıldı. Bir orkestra senkronizasyonu içinde Cumhuriyet Caddesi boyunca salınıldı. 1 Haziran günü polis çekildi haberi geldiğinde Park’a giren ilk grubun içindeydik. İnsanlar dört bir koldan parka akın ediyordu. Park iyice dolduğunda Mete Caddesi tarafından gaz bombası yağmaya başladı. Sonradan anladık ki polis çekilmeye fırsat bulamamıştı ve herhalde korkudan olsa gerek gaz atarak zaman kazanmaya çalışmışlardı. Parkın içinde insanlar ne yöne gideceklerini şaşırmışlardı. Fakat o durumda bile kimseye bir şey olmadan Cihangir’den, Tarlabaşı’ndan, İstiklal’den, Gümüşsuyu’ndan gelen kitle ile birlikte yine büyük bir organizma gibi sükûnetle geri çekildik.

Komün

1 Haziran’dan 11 Haziran’a kadar geçen zaman hayatımızda hiçbirimizin görmediği bir deneyim yaşattı bize. Sadece polis değil, devlet otoritesi Taksim, Gezi Parkı, Beyoğlu, Gümüşsuyu’ndan çekilmek zorunda kalmıştı. İnsanlar şehrin göbeğinde kendi kendilerini yönetir duruma geldiler. Bu hareketin kendiliğindenliğinde var olan yukarıda tarif ettiğim kolektivite öylesine güçlüydü ki Gezi kendine yeten komünal bir yaşama başladı.

2 Haziran sabahı çoluk çocuk parka doluştuk ve gerçekten çocuklar gibi şen, ne yapamayacağımızı bilmez bir haldeydik. Evet, burası bizim parkımızdı da… İnsanlar birbirine gülümsüyordu. Birden herkes ortalıktaki çöpleri temizlemeye başladı.

Artık biz de gündüz işte gece çapulculuktaydık. Akşamın bir an önce olmasını ve sevgiliye, Gezi Parkı Komününe kavuşmayı bekler olmuştum. Gerçekten bu duygunun tek bir adı var: Aşk. Hayatımızı anlamlı kılan herkes Gezi’deydi. Yıktıkları Emek Sineması da ordaydı. Emek için herşeyin bitmediği, binanın eski haliyle yeniden inşa edilebileceği, Gezi’yle birlikte Emek Sineması mücadelesinin de yeni bir soluk kazandığı konuşuluyordu.

Komün kısa zamanda organize oldu ve Gezi’yi o günlerde ziyaret eden, desteklerini sunan yüz binlerce insanın ihtiyaçlarını da düzene koyabilecek seviyeye geldi. Devrim market, müşterek mutfak, kütüphane, revir, kısaca her türlü ihtiyaç karşılanıyordu Park’ta. Polis, Dolmabahçe’deki başbakanlık ofisini korumaya odaklanmış ve Taksim her yönden ulaşılabilir hale gelmişti. İlk günlerde keyfi olarak kapatılan Taksim metro istasyonu nedeniyle ulaşım Osmanbey durağından sonra yürünerek sağlanıyordu. Daha sonra metro açılmasına rağmen insanlar bu mesafeyi caddeden yürümeyi tercih ediyorlardı. Cumhuriyet Caddesi gece gündüz hayatının en büyük kalabalıklarını görmüştü. Artık adını Devrim Caddesi olarak anar olmuştuk. Metro da devrim metrosuna dönüşmüştü. Taksim’den metroya binecekler inenleri sloganlarla karşılıyordu “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş”. İnenler de onlara karşılık veriyordu. Her durağa yaklaşıldığında, metroda durağın adı anons edilir edilmez, ilk önce bir alkış kopuyor, sonra inenler slogan atıyor, kalanlar karşılık veriyor. İnenler istasyondan çıkana kadar sloganlarla inletiyordu ortalığı “Faşizme Karşı Omuz Omuza”.

Bu değişim birdenbire nasıl olmuştu. Adını bile yüksek sesle telaffuz etmekten korkan insanlar yıllardır solun attığı sloganları halka mal etmişti. 31 Mayıstan itibaren şaştığım konulardan birisi de buydu. Herkes Faşizme Karşı Omuz Omuza, Hükümet İstifa, Her Yer Taksim, Her Yer Direniş sloganlarını öylesine sahiplenerek atıyordu ki… Bir diğer değişim de insanların diğerini görmeye başlamasıydı. İnsanlar birbirlerini incitmekten öylesine çekiniyordu ki yolda yanlışlıkla çarpışan iki kişinin birbirine yol verme seremonisi dakikalar alıyordu. Bu durumu, yukarıda da değindim, kapitalizmin insana dayattığı yaşam biçiminin bir kenara atılmasına, başka bir dünya kurulabileceğine dair umudun pekişmesine, insanın bir kere egemen ideoloji ile pompalanan verili üretim ilişkilerini kırınca kendi özüne dönebileceğinin görülmesine bağlıyorum. İnsan özünde kötü değil, özünde kötülük de iyilik de var. İçinde yaşadığımız düzen kötülüğü körüklerken Gezi Direnişindeki kitlesellik ve kolektivizm bunun tersini yapabildi.

Unutulanlar, hor görülenler, görülmek istemeyenler Gezide biz de varız dediler, direnişin en önlerinde yer aldılar. Çarşı’dan ve LGBT örgütlerinden gençler en önlerde barikatlarda savaştılar. Gezi komünü ve Gezi’yi ziyaret eden kitle için kendi canlarını siper ettiler. Olmayacak şeyler oluyor, oldu dedik günlerce. 10 gün boyunca yapılan eylemlerden en büyükleri tüm taraftarların katılımıyla 8 Haziran akşamı gerçekleşen buluşmaydı. Fenerliler Kadıköy’den vapurlarla, Beşiktaşlılar Devrim Caddesinden, Galatasaraylılar İstiklal’den yüzbinler olup aktılar meydana ve meydanda kucaklaştılar. İktidar tarafından belirli bir rol biçilen, en az üç çocuk doğuracaksın, kürtaj olup olmayacağına ben karar vereceğim –böylesi benim bildiğim bir Hitler Almanya’sında, bir de Mussolini İtalya’sında var, sonra da diktatör deyince bozuluyor haşmetmahap- diye sürekli aşağılanan kadınlar da isyanın en önlerindeydi. Benim bedenim sana ait değil, bana ait ve ben direniş için onu siper etmekten çekinmiyorum diye haykırdılar. Gözaltılarda yine bedenleri üzerinden en çok onlar aşağılanmaya çalışılsa da hiçbir anda geri adım atmadılar.

Gezi direnişi, insanların üzerinden ölü toprağını attığı, zincirlerini kırdığı, yeniden üretime, hayata döndükleri bir komüne dönüştü.

İkili İktidar

11 Haziran sabahı polis Taksim Meydanına geri döndü. Gece boyunca günlerdir nöbet tutulan barikatlar temizlendi. Barikatların temizlenmesine karşı bir direniş gösterilmedi aksine insanlar parka çekildiler ve durumu gözlemek istediler. Polisin/devletin Taksim’e gelmesiyle birlikte şiddet ve terör de geri döndü. On gün boyunca hiçbir sorun yaşanmayan meydanda gaz bombaları patlamaya başladı. Hepimiz Gezi’nin savunulması gerektiğini düşünüyorduk, öyle ya sevgili düşman eline teslim edilemezdi. 11 Haziran’da öğle tatilinde Taksim Dayanışma basın açıklaması yaparken, akşam 7’de insanlar Gezi’yi savunmak için meydanda toplandığında ve gece Gezi’de bekleşirken hep oradaydım her seferinde polisin gaz ve ses bombalı saldırısı ile karşılaştık. Geceki saldırı özelikle korkunçtu çünkü doğrudan revirleri hedef almışlardı, yaralı insanların olduğunu bilerek. Daha sonra Divan Oteli’nden ve pek çok başka yerde yapacakları saldırıların öncülüydü bu.

Komün 15 Haziran’da Gezi Parkı’na yapılan vahşi polis baskınına kadar yaşantısını sürdürdü. Bir tarafta Taksim meydanında polis devletinin iktidarı vardı, diğer tarafta Gezi Parkı’nda halkın iktidarı. Aslında çadırları birleştirip parktaki komünü bundan sonrası için başka bir biçime evriltme düşüncesi hakimdi, Taksim Dayanışma’nın talepleri bakiydi ve orada duruyordu. Bu talepler için herkesin uzun süre parkta olması gerekmiyordu. Parkla ilgili iktidarın tüm planları çöp olmuştu çoktan, bundan sonrası için mücadeleyi tüm ülkeye yaygın sürdürmek gerekiyordu, mesele hiçbir zaman üç-beş ağaç meselesi olmamıştı zaten. Fakat buna izin verilmedi. Parkın kendiliğinden dönüşmesi çok görüldü.

15 Haziran’daki o vahşi saldırı başladığında eve henüz girmiştik. Yanımızda 5 yaşındaki kızımız vardı ve bir saat önce ayrılmıştık Gezi parkından. Farklı bir rota izleyerek Şişhane, Kasımpaşa üzerinden dönmüştük. Bir saat kadar kalsak belki 2 Haziran sabahı Gezi parkındaki çöpleri toplayan kızım da oradaki çocukların yaşadığı şiddeti ve travmayı yaşayacaktı.

Şiddeti körüklemekteki amaç neydi? Bunun yanıtını vermek sanırım kolay değil. AKP iktidarının, kısaca başvekilin elinde kalan tek seçenek şiddet gibi duruyor. Sadece içerde değil, dışarda da savaş çığırtkanlığıyla bunu gösteriyor, yetmiyor kendi bakanını tokatlıyor başvekil. Binlerce insanımızı yaraladı, 12 kişiyi gözünden etti, Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Mehmet Ayvalıtaş’ı öldürdü, yetmedi. Ya bizdensin ya da yok edilmelisin. Kapitalizm her yönüyle çelişkilerin sistemi, hem bizden kurtulmak istiyor hem de bizim üzerinden, bizi sömürerek yarattığı artı değer onun için yaşamsal öneme sahip. Kısaca bize köle olmamız, biat etmemiz isteniyor. Yoksa devlet şiddetiyle yola getiririm sizi diyor. Ya benim belirlediğim şekilde yaşayacaksın ya da yaşayıp yaşamaman umurumda değil. Bu şiddet gösterisi işe yaramadığı gibi hiçbir zaman bir araya gelmez dediğimiz insanları, politik görüşleri bir arada tutmayı sağlıyor. İnsanlar hiç olmadığı kadar birbirine sarılıyor.

Mahallemizi Savunurken

gezi IMG_2087

15 Haziran gecesi hepimiz çok kızgındık, aynı zamanda çaresizdik. Biber gazının atıldığı yerde savunmasız insanların direnmesi mümkün değildi. Geri çekilmek zorundaydık. Gezi’yi tekrar almak üzere ama daha çok devlet şiddetine bir dur demek üzere 16 Haziran sabahında herkes sokaklardaydı. Sanırım Gazdanadam Festivali dışında Gezi direnişi boyunca en büyük kalabalık İstanbul’un dört bir tarafında isyandaydı.

Fakat bu sefer kitlelerin bir araya gelmesine izin verilmedi. Polis taktik değiştirmiş bir noktayı savunmak yerine İstanbul’un tamamını terörize etmişti. Sokağa çıkar çıkmaz direnişin içine giriyordunuz, polis direnişi ayağımıza getirmişti. Aslında savunma mekanizmalarımızı oldukça geliştirmiştik. Barikatlar kuruluyor, ateşe veriliyor. Mahalledeki evlerden su taşınıyor. Polisin attığı gaz bombaları maskesi olan ve elinde kalın iş eldivenleri olan direnişçiler tarafından hızla alınıp ateşe ya da su dolu kovalara atılıyordu. Su da bir derece etkiliydi ama ateş gaz bombalarını anında etkisiz hale getiriyordu. Belki günlerce gaz yemenin etkisiyle artık gözlerimiz de eskisi kadar yaşarmıyor, genzimiz eskisi kadar yanmıyor ve eskisi kadar soluksuz kalmıyorduk. Direnişi şehre yaymanın da devlet açısından bazı zararlı etkileri yok değildi. Bütün mahalleli direnişe katılıyor, evlerden polis yuhalanıyor, direnişçilere destek olmak için eldivenler atılıyor, kapılar açık tutuluyordu. Bir komşumuz kapısına WC var yazmıştı. Mahalleden teyzeler uzun saatler direnen gençlere makarna pişirip tencereyle dağıtıyordu.

Gece yarısına kadar polis hatları zorlandı ama yerlerini terk etmediler. O günden sonra da bütün eylemlerde kitlenin bir araya gelmemesi için hep geniş bir alanda küçük küçük kitlelere müdahale edildi. Kitle bir arada olmayınca güvenlik de oldukça azalmıştı ve her küçük gruba bir TOMA, yüzlerce plastik mermi, onlarca gaz bombası düşer oldu. Palalının saldırdığı gün Talimhane’deydik. Gezi parkı ile talimhane arasındaki yola birkaç yüz kişi gelebilmiştik. O gün Taksim’de toplanılacaktı ama önümüzde polis barikatı hemen ilersindeki İstiklal’de de insanlara saldırı vardı. Sonra sıra bize geldi. TOMA suyunu sıktı, gazlar atıldı, plastik mermiyle tarandık ve Talimhane’ye geri çekildik. Arkamızda elinde sopa, satır, bıçak taşıyan bir grup insanlara saldırıyordu. Eşime vurmaya kalkışan birinin koluna yapıştım, gözüne baktım ve ne yapıyorsun sen diye bağırdım. Ekmeğimizden olduk diye bir şeyler geveledi, aynı esnaf teranesi, sanki esnafı bitiren bizatihi AKP’nin politikaları değilmiş gibi. Onları geçtiğimizde insanlar yine bir araya geldi. Bir dükkandan yüksek sesle Cem Karaca çalınıyordu. Esnafsa o da esnaftı. Bir direnişçi elinden satırla yaralanmıştı. Onu ambulansa bindirdik ve şikayetçi olmasını istedik. Palalı ise bizim geri çekildiğimiz sokağın paralelindeki sokaktaymış. Palalıya sonra ne olduğu hepinizin malumu.

Kitlelerin bir araya gelmesinin engellemesi ve küçük gruplara uygulanan aşırı şiddet direnişte bir çözülmeye yol açmadı ama katılımı azalttığı da kesin.

Son Söz Yerine

Direniş son sözünü söylemedi, mücadele daha yeni başladı. Hepimiz inanıyoruz buna. Gezi’den çok kolaycı çıkarımlar yapılmaya çalışıldı ya da pragmatik siyasi çözümler. Bunların hiçbiri için acele etmemek gerektiğini düşünüyorum. Yeni başladıysa önümüzde olanları anlamak için uzun bir zaman var. Yıllarca şikayet ettiğimiz insanlar, örgütler kısaca mücadelenin kendisi dibe vurmuşken büyük bir sıçrama yaşadı, yine aynı insanlar yine aynı örgütlerle ve daha önce sokaklarda olmayan taptaze bir ruhla.

Yazının başında bir belgesele ve asıl önemlisi belgesele konu olan karaktere değindim. Gezi Direnişi boyunca Sixto Rodriguez gibi binlerce kahraman ortaya çıktı. Beni biri bile öylesine heyecanlandırmıştı ki oradaki duyguları Gezi sürecinde hissettiklerimle birleştirmiş, birbirinin devamı olarak görmüştüm. Onu da, burada anamadığım başkalarını da Direnişin parçası olarak görüyorum. Şimdiki zamanın sadece bir şimdiden oluşmadığını yanında tüm bir geçmişi taşıdığını düşündüğüm gibi.

Gezi’de konuşuyorduk Paris Komünü 72 gün sürdü, John Reed Dünyayı Sarsan On Gün’de Sovyet devrimini ele aldı, bizimkisi ne kadar sürecek? 15 günlük bambaşka bir deneyim edindi bu topraklar. İleriki kuşaklara inanılmaz bir birikim bırakarak.