Birinci Sinema Şurası: Bir şuranın öyküsü

Nijat Özön

Nijat Özön /

Burada sözü edilen, 1964’te toplanan Birinci Türk Sinema Şurası’dır. Bu şuranın başlangıcında CHP İstanbul milletvekili Dr. Suphi Baykam’ın 1963 Eylülü’nde TBMM başkanlığına sunduğu bir sinema yasa tasarısı yer alır. Baykam Tasarısı durup dururken ortaya çıkmadı. Bu tasarının öncesinde Yeşilçam’da tehlike çanları çoktan çalmaya başlamıştı. 1961’de yıllık 100 filme ulaşan yapım, 1962’de 123’e, 1963’te 132’ye varmıştı ve duracağa da benzemiyordu. Sinema salonlarında tıkanıklık başlamıştı. Yıldızcılık almış başını gidiyordu. Yıldızcılıkla birlikte yapım giderleri de arttı. Yapım giderlerinin artmasıyla da işletmeciler yapımda söz sahibi oldular… Dahası, piyasada kapkaç yapımcılar mantar gibi çoğalıyordu. Yeşilçam’ın fizikteki zincirleme tepkileşimden belki haberi yoktu ama, yapımdaki bu zincirleme felaketi şaşkın gözlerle izliyordu. Yeşilçam’ın kodamanlarının 1963 başlarında birdenbire sinema yasasına merak salmaları, sinemanın düzene sokulma istemleri, devlet korumacılığına gereksinim duymaları bu zincirleme tepkileşimin sonucuydu. İşe önce balon uçurmakla başladılar. 1962 sonuna doğru ortalıkta yabancı filmlerin getirilmesine kota konulacağı, sözlendirmenin (dublaj) yasaklanacağı sözleri dolaşmaya başladı. Bunun tepki uyandırması üzerine bu kez, kendi yarattıkları “yıldızcılık”a savaş açtılar. On üç yapımcının ortak deklarasyonuyla, hiçbir yıldıza yılda altıdan fazla film çevirtmemeye karar verdiklerini açıkladılar. Yıldızların burnunu sürtmek için, magazinlerin desteğiyle yeni oyuncu yarışmaları açtılar. Ama bütün bunlar hiçbir işe yaramıyordu. Ve günün birinde nurtopu gibi bir çocuk doğdu: Baykam Tasarısı.

İşbirliğinden Boykota

Tasarının önemi, doğrudan doğruya yerli film yapımcılarının hazırladığı bu yasa önerisinin TBMM komisyonlarına dek uzanıp neredeyse yasalaşacak kerteye gelmesidir. Tasarının yol açtığı gelişmelerse, ondan daha önemlidir: Bu gelişmeler, basamak basamak ortaya çıkmış ve gerginliği tırmandırarak, Türk Sinematek Derneği öncesindeki bölünme ve saflaşmayla sonuçlanmıştır. Basamakların başında, sinemacılar, özellikle de yeni yönetmenler ile sinema yazarları arasında görüş alışverişi vardır. Bu alışveriş, yalnız yapımcı kaynaklı olan tasarı sırasında daha da sıkılaşmıştır. İkinci basamak, “Baykam Tasarısı”nın ortaya çıkmasıdır. Bu evrede gerek yapımcılar gerek Baykam, sinema yazarlarını yanlarına çekmeye, basının desteğini kazanmaya çalışmışlardır. Ancak, yapımcı eksenli ve çıkan bu tasarının en ufak eleştirisine tahammül edemeyen yapımcıların son derece kaba davranışları böyle bir işbirliğine olanak vermemiştir. İki arada ve bir derede kalan Baykam, iki yanı da idare etmeye çalışırken, yapımcıların bastırması, hem onu hem de – ne gariptir ki – yönetmenleri açıkça saf seçmeye itmiş ve bunlar yapımcıların yanında yer almıştır. Üçüncü basamak, CHP’nin basından gelme Turizm ve Tanıtma Bakanı Ali İhsan Göğüş’ün sinema konusuna el atması ve daha geniş katılımla hazırlanacak bir düzenleme için önce “Türk Sineması Danışma kurulu”nu, ardından da Birinci Türk Sinema Şurası’nı toplamasıdır. Sinemacılar bunların birincisine katıldılar, ikincisini ise alayıvala ile boykot ettiler. Baykam Tasarısı’ndan Sinema Şurası’nın sonuna dek uzanan süreç şu sonuçları ortaya koydu: Yeşilçam, süregetirdiği orman yasasını, sinema yasasına yeğlediğini ve sinemaya emek veren herkesin çıkarını gözetecek bir yasaya katkısı olamayacağını açıkça kanıtladı. Çoğu eleştirmenlikten gelen ve kendilerini Yeşilçam in asıl söz sahipleri sayan yeni yönetmenler tercihlerini açıkça yapıp bu orman yasasını hazırlayan yapımcılarla işbirliği yaptılar ve sinema yazarlarıyla köprüleri attılar. Bütün bunlara karşın, Sinema Şurası, daha sonraki sinema yasalarının hazırlanışında temel alınan kimi ilkeleri ortaya koymayı başardı. Bu olay bir de, çıkar gruplarınca hazırlanan yasa önerilerinin genelde hangi düzeneklerle Meclise dek uzandığının somut bir örneğini verir. Aşağıdaki sayfalarda işte bu sürecin en önemli basamağı olan Birinci Türk Sinema Şurası anlatılmaktadır.

Sinemacılar: Bu Konuları Bilmiyoruz, Hazırlıksızız

“Birinci Türk Sinema Şurası” na hazırlık olarak 1964 Ağustosu’nda İstanbul’da sinemacıların, sinema yazarlarının, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı temsilcilerinin, Suphi Baykam’ın katılımıyla “Türk Sineması Danışma Kurulu” toplandı. Bu hazırlık toplantısından ortaya çıkan en önemli sonuçlar, sinemacıların toplantıya ilgisizlikleri ve hazırlıksızlıklarıydı. Özellikle hem o gün hem de daha sonraki sinema şurasında ortaya çıkan çarpıcı ve şaşırtıcı bir gerçek vardı: Prodüktörler Cemiyeti’nden Nüzhet Birsel ve Sine-İş Sendikası Genel Sekreteri Ertem Göreç temsil ettikleri kuruluşlar adına, böyle bir toplantı için gerekli hazırlık ve bilgileri olmadığını defalarca belirtmişlerdi. Bu durum, toplantıya aynı koşullarla katılan sinema yazarlarının ürettikleri düşünceler ve çözümler göz önüne alınınca insanı hayrete düşürmektedir. Yıllarca bu işin içinde çalışan ve çalıştıran olarak yer alanlar , önlerine gelen gündemdeki hemen hiçbir konuda görüşleri olmadığını belirtmekteydiler. Üstelik bunlardan biri – N. Birsel -, Baykam Tasarısını hazırlayan, onu o mebusun eline tutuşturduklarını övünerek açıklayan Prodüktörler Cemiyeti adına toplantıya katılmaktaydı. Yani bunlar Türk sinemasıyla ilgili bir yasa tasarısı hazırlıyorlar, ama bu konuda hazırlıkları ve bilgileri olmadığını ileri sürüyorlar! Ya bir gerçeği gizliyorlar ya da bilgisizce hazırlanmış bir tasarıyı Meclise gönderiyorlar.

Planlamacının Hayreti

Toplantıya DPT adına gözlemci olarak katılan ve görevi yalnızca dinlemek olan yansız bir kişinin, rahmetli Ali Özoğuz’un bütün toplantı boyunca ilk ve son kez bu konuda söz alıp hayretini belirtmesi, durumun vahametini ortaya koyar:

“Ben Devlet Planlama Teşkilatı’nın kültür koluyla ilgileniyorum. Bu toplantıya da müşahit sıfatıyla katıldım. Yani tartışmalara girmeyeceğim. Çünkü benim konum değil. İhtisas sahibi kimselerden bilgi alınmak için toplanılmıştır.

“(…) Biliyorsunuz Birinci Beş Yıllık Plan hazırlanırken bir buçuk sayfa kültür konusuna ayrıldı. O vakit eleman yoktu. Bu Danışma Kurulunda varılacak sonuçlara göre Planlama kendi görüşünü genişletecektir. Bu elimize geçen en büyük fırsat. Planlama da Turizm Bakanlığı da sinema konularını, bu işin içindeki arkadaşlar kadar yakından tanımıyorlar.

“Burada edinilen bilgilerin ışığında çalışmalar yapılacaktır. Biliyorsunuz bir de kanun teklifi var. Bu teklif de etraflıca düşünülmemiş; bazı mahzurlu tarafları var. Onu da burada etraflıca konuşabiliriz. Hem kanun teklifini olgunlaştırmış oluruz. Bu hususta Planlamanın da fikri alınacaktır. Sizden alınan bilgilerin ışığı altında biz de daha olgun hazırlanabiliriz. Aksi halde neticesiz kalır. Sonra ‘ben bu işte yetersizim, hazırlıksızım’ sözünü kabul etmiyorum.”

Özoğuz, Sinema Şurası’na katılamadı. Katılsaydı, herhalde şaşkınlıktan küçük dilini yutardı. Çünkü Danışma Kurulu’nda sık sık ‘hazırlıksızız, bilgisiziz’ diye yakınanlar, bu toplantıyı dar çerçeveli olarak eleştirenler, “bizim ağzımız da yanıktır. Prodüktörlerle bir milletvekili tarafından kanun teklifi hazırlanmış, maalesef diğer meslek teşekküllerinin fikri alınmamış. Böyle hatalar, atlamalar olagelmekte…” diyenler üç ay sonra, evet günü gününe tam üç ay sonra, geniş katılımlı Sinema Şurası’nın açılışında o prodüktörler ile grevdeki sinema işçisini yan yana getirip, hem sözlü hem yazılı olarak “Türk sinemasını yalnız biz biliriz, bizden başkası bilmez, onun için bu şuraya bizden başka kimse katılmasın, hele sinema yazarları asla!” diye isyan bayrağı çekeceklerdi. Kuşkusuz çok saçma olan bu önerileri kabul görmeyince de şuradan ayrılmışlar ve toplantıyı engin bilgilerinden yoksun bırakmışlardı. Üç ayda ne olmuştu da bunlar birdenbire allame-i kül kesilmişlerdi? Yoksa büyülü bir değnek mi dokunmuştu? Orası bilinmiyor.

Şura Toplantısına Doğru

Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın, şuranın toplanacağını bildiren çağrı mektubu, Özön’e, Anadolu Ajansı kanalıyla geldi. TTB Foto-Film Dairesi Müdürü Selçuk Bakkalbaşı’na göre Özön bu mektupla ajanstan izin alabilecekti. Oysa yılın başından beri tırmanan Kıbrıs olaylarından dolayı ajansta ve özellikle Özön ün çalıştığı Dış Haberler Bölümü’nde olağanüstü durum yürürlükteydi, izinler kaldırılmıştı.

Özön’ün notlarından:

“6 Kasım 1964, Cuma: Münir Bey’e [AA.nın Genel Müdürü Münir Berik] gittim. Ayın 9’unda Sinema Şurası’nın başlayacağını hatırlattım. Pek gönüllü olmadığı belliydi. Bir de benim şurayla ne ilgim olabileceğini anlamadığını sezinledim. Nitekim gülerek ‘Bu sinemacılık da nereden çıktı?’ diye sordu. Kısaca anlattım. Düşündü. ‘Peki, şöyle yapalım: Nasıl olsa İstanbul şubesinden birini şurayı takiple görevlendireceğiz. Bu işle sizi görevlendirelim. Mademki şuraya katılacaksınız, toplantıyı içerden de takip etmiş olursunuz.’ (…) 8 Kasım 1964, pazar: Uçakla İstanbul’a hareket. TTB A.İ. Göğüş de ayrı uçakla gidiyormuş. Yanında bakanlık erkanından bazı kimseler vardı. Müsait bir zamanda gittim; kendimi tanıttım. Gülümsedi; memnun olduğunu söyledi. ‘izin meselesi kolay halloldu mu?’ diye sordu. Görevli gittiğimi söyledim. ‘Bu daha iyi’ dedi. ‘Yarın herhalde açılış konuşması yapacaksınız. Siz de bilirsiniz, konuşmanın alınması, haber haline getirilmesi, ajans bültenine geçmesi saatler alır. Geç saatlere kalınca da gazetelerin ne yapacağı belli olmaz. Konuşmanızın metnini bana verebilir misiniz, ambargolu olarak sabahtan geçeyim?’ Güldü ‘Demek göreve hemen şurada başlıyorsunuz. Yalnız ben daha konuşmamı hazırlamadım. Akşam alabilirsiniz’ deyip kalacağı yerin adresini verdi (…)

Göğüş’ün verdiği adrese gittim. Topağacı’nda bir apartman. ‘Konuşmanın başka kopyası yok. Yarınki toplantıdan önce bana mutlaka ulaştırın’ dedi.(…)

Ajansın Cağaloğlu’ndaki İstanbul Şubesine gittim. Göğüş’ün konuşmasını yarın sabahki bültenin ilk haberi olarak yazdılar. Başına ve sonuna mutat “ambargo” notu düşüldü.

Bir Sürpriz: Halit’teki Toplantı

Halit [Refiğ] “Akşam 9’dan önce evde ol. Arkadaşlarla toplanacağız” demişti. Ajanstan, doğru Halit’e mülsiyon gittim. Saat 21:00’e doğru toplantıya katılacaklar gelmeye başladı: Ertem Göreç, Metin Erksan…

Ceplerden, çantalardan birtakım kağıtlar çıkarıldı. Göze çarpacak kadar neşeli bir hava vardı. Kendimi oyun oynamaya hazırlanan çocukların arasında sandım. Halit’e ‘Nijat biliyor mu?’ diye sordular. Halit ‘Hayır şimdi söyleyeceğim’ dedi ve söyledi. Söylediği kısaca şuydu: Haftalardan beri çalışıyorlardı. Türk Prodüktörler Cemiyeti, Türk Rejisörler Birliği, Türk Stüdyo Sahipleri Cemiyeti ve Sine-İş Sendikası arasında işbirliği sağlanmıştı. Şura’ya ortaklaşa bir tutumla gideceklerdi. Ortaklaşa tutum da şuydu: ‘Fiilen’ film üretme işinin dışında kalan hiç kimse şuraya katılmamalıydı; şura, yalnız bunların katılımıyla toplanmalıydı. Bakan, ister istemez bunu kabul edecekti; çünkü aksi takdirde Şura’dan topluca çekileceklerdi. Bunu göze alamazdı. Halit bunlar anlattı ve arkadaşlarıyla birlikte, nasıl bir tepki göstereceğimi anlamak için yüzüme baktı. Sanki ‘Aferin, elinize sağlık, iyi yapmışsınız ya da Kemal Tahir’in kahramanları gibi. ‘Ulan iyi, ulan aferin’ dememi bekler gibiydiler. Bense böylesine bir saçmalık karşısında donmuş kalmıştım. Karşımda yetişkin kimseler değil de, davranışlarından sorumlu tutulamayacak yapıda, gelişmesi yarım kalmış kimseler vardı sanki. Sonra olanca sakinliğimle tutumlarının çıkar yol olmadığını anlatmaya çalıştım: ‘Önce bakanın bu isteği kabul edeceğini aklınızın ucundan bile geçirmeyin. Bu olmayacak bir şey. Bakanlıklardan devlet memurlarını, kuruluşlardan temsilcilerini, tek tek ad belirtilerek çağırılmış özel davetlileri resmen çağırsın. Sonra bunların içinden bir bölüğü kalkıp öbürlerinin kapı dışarı edilmesini istesin. Bakan da bunu kabul etsin. Siz hiç şimdiye kadar böyle bir şey gördünüz, duydunuz mu? Bakan istese bile yapamaz bunu. Üstelik sinemayı yalnız siz temsil etmiyorsunuz ki. Sizin dışınızda da bir sürü insan var. Üretim öncesine, üretime, üretim sonrasına doğrudan doğruya katılan daha bir sürü insan var. Bunların görüşleri, çıkarları ne olacak? Bunların içinde de sinemayı en az sizin kadar, hatta sizden iyi bilenler var; en azından kendi dallarını… Hem daha üç ay önce danışma kurulunda, o toplantının dar çerçeveli tutulduğunu, çok daha geniş çerçeveli yeni bir toplantı düzenlenmesini isteyenler siz değil miydiniz? Hazırlıksız ve bilgisiziz diyen de siz değil miydiniz? Zaten kurula katılan planlamacı bile halinize şaşmış. Ankara’ya dönünce bana dedi ki: ‘Bunlar ne biçim adamlar? Yıllardır bu mesleğin içinde çalışıyorlar. Devlet sinemaya ilgisiz, derdimizi dinlemiyor diye yakınıp duruyorlar. Gelin derdinizi, meselelerinizi anlatın deyince de, hazırlıksızız bilmiyoruz diyorlar.’ Ertem Göreç ve şimdi müttefikiniz olan yapımcılar değil miydi bunları söyleyen? Ertem danışma kurulunda “Bizim ağzımız yanıktır. Prodüktörler bizden habersiz bir kanun tasarısı hazırlayıp bir milletvekilinin eline tutuşturmuşlar. Bizim isteklerimiz, çıkarlarımız hiç göz önüne alınmamış” diye yakınıyordu. Bu yakınmayı her grup yapabilir. Bakanlık bir konuda şura düzenledi mi, pek tabi o konuyla ilgili herkesin, her tarafın, her çıkar grubunun görüşünü almak zorunda. Asıl bunu yapmazsa eleştirilir.’

Şura Bizsiz Toplanamaz

“Biz kesin kararlıyız. Bakan Şura’yı ya yalnız bizimle toplar ya da toptan çekiliriz.”

“Bunun “ya”sı falan yok. Bu bir ültimatom. Kimsenin kabul edemeyeceği bir ültimatom. Yani sizin bu istediğinizin bir tek sonucu olabilir ancak: Şuradan çekilmek zorunda kalacaksınız.”

“Biz seninle aynı fikirde değiliz.”

Metin [Erksan]: “Bakan diz çökecek, şapa oturacak.”

“Gerçekten inanıyor musunuz buna?”

“Kabul etmese bile, bizim cephe şuradan çekilince şura toplanamaz; bakan en azından toplantıyı erteler; şura fiyasko ile sonuçlanır.”

“Hiçbir şey olmaz. Şura normal çalışmasına devam eder. Siz çekildiğinizle kalırsınız. Ama iş orada bitmez. Ben zaten ona gelmek istiyorum. Çünkü çok mühim bence. Şuradan çekilirseniz, kimseyi haklı olduğunuza inandıramazsınız. Hiç bir haklı gerekçeniz yok çünkü. Üstelik herkes sizi şimdiye kadar söylediklerinizin tam tersini yapmakla suçlar. Hem de haklı olarak. Siz, fiilen üretime katılanlar değil miydiniz yıllardan beri devlet bizi dinlemiyor, dertlerimizle uğraşmıyor diyen? Sinema kanunu çıkarılsın diyen siz değil miydiniz? Hatta son danışma kurulunda da bunları bir kez daha tekrarlamadınız mıydı? Şimdi devlet kalkmış bir şura topluyor, dertlerinizi dinlemek istiyor, meselelerinize eğilmek istiyor, belki bu şurada ileri sürülecek istekler, fikirler, görüşlere dayanarak bir kanun hazırlamak istiyor. Sizse, bütün öbür sinemacıların kapı dışarı edilip yalnız kendinizin dinlenmesini istiyorsunuz: Yoksa çekip gideriz diyorsunuz. Hangi aklı başında insan bunu haklı görebilir?”

Bizi şurada azınlıkta bırakmak istiyorlar; karşı tarafın fikirleri ağır bassın diye.

“Kim sizi azınlıkta bırakmak isteyen?”

“İşte… Bakanın akıl hocaları… Sinema yazarları…”

Siz Çekilmiyorsunuz, Kaçıyorsunuz

“Ha, anlaşıldı; döndük dolaştık yine aynı noktaya geldik. Sinema yazarları… Büyük düşman… Bakanın akıl hocaları var mı yok mu bilmiyorum, herhalde bu şurayı düzenlerken ötekine berikine danışmıştır tabi ama, şunları çoğunluğa, şunları azınlığa bırakın diye bir talimat verdiğini hiç sanmıyorum. Üstelik nasıl azınlıkta kalacağınızı da anlamıyorum. Benim bildiğim kadarı adam size açık kart vermiş: Daveti, sizin tabirinizle fiilen üretime katılanların hepsinin kuruluşlarına yapmış. Bu kuruluşların arasında üstelik Sizin saydıklarınızdan başka stüdyo sahiplerinin de kuruluşu var, öyle değil mi? Bir de ne demiş? Kaç temsilci gönderirseniz kabulümdür demiş. Bununla yetinmemiş, yine fiilen üretime katılanların çoğunu ismen de davet etmiş. Sizler, fiilenciler nasıl azınlıkta kalıyorsunuz? Büyük düşman ilan ettiğiniz sinema yazarları kaç kişi? İki elin parmaklarına ulaşabiliyorlar mı? Sonra fikirlerin ağır basması sayıyla mı olur, fikirle mi? Siz şuradan falan çekilmiyorsunuz, sinema yazarlarından kaçıyorsunuz. Savunacağınız fikirlerin iler tutar yeri olmadığını ya da en azından başkalarına kabul ettiremeyeceğinizi bildiğinizden kaçıyorsunuz. Kimseyi bunun aksine inandıramazsınız. Ha bir de şu var: Siz nasıl oluyor da prodüktörlerle aynı safta birleşebiliyorsunuz? Bütün sinemacılar arasında en bilinçli olarak onlardan şikayet edenler sizler değil miydiniz? Sizler onların, isterlerse parasını verip film çeviren, isterlerse işsiz bırakıp piyasadan silmek isteyen ücretli yönetmenleri değil misiniz? Metin Erksan, Ertem Göreç, sinemadaki ilk sinema işçileri grevini başlatıp yürüttüğünüz şu sırada, nasıl oluyor da bu grevci işçileri, prodüktörtlerin, stüdyo sahiplerinin yanına çağırıyorsunuz?”

“Onlar bize sinema yazarlarından, ithalcilerden, işletmecilerden daha yakın.”

Dikensiz Gül Bahçesi

“İyi hayrını görün. Şimdi aklıma geldi: Prodüktörlerin, stüdyo sahiplerinin size şurada kazık atmayacağını, cephenizin orada dağılmayacağını nereden biliyorsunuz? Ya sizi ortada bırakırlarsa?”

“Bırakmazlar. Bıraksalar da yine bildiğimizi okuruz.”

“Vallahi benim anladığım, sizin ileri sürdüğünüz bütün gerekçeler bir bahane. Sizin asıl derdiniz sinema yazarları ile. Menderes’e benziyorsunuz siz; muhalefet istemiyorsunuz, dikensiz gül bahçesi istiyorsunuz. Sinema yazarları her filminizi övsün istiyorsunuz. Olmayınca yazarlara düşman kesildiniz, giderek bunu kan davasına dönüştürüyorsunuz. Fiilen film üretenler lafını da dikkatleri saptırmak için kullanıyorsunuz. Derdiniz sinema yazarlarıyla.”

“Tabii, onlar hain. Vatan haini onlar… Scognamillo’ya, sana bir şey diyor muyuz? Siz şurada kalabilirsiniz.”

“Allah Allah… Nasıl olacak bu? Hem bütün sinema yazarları şuradan atılsın diyeceksiniz hem bu ikisi kalabilir diyeceksiniz. Akıl alacak şey mi bu? Özel af mı çıkardınız bizim için? Ya da öyle bir şey olsa, biz kabul eder miyiz? Üstelik benim bildiğim Gio şuraya, Sinema Yazarları Birliği nin temsilcisi olarak katılacak. Yani düşman kulübünden geliyor. Banan gelince, isteseniz de beni şuradan uzaklaştıramazsınız zaten. Ben şuraya ismen davetli olarak katılıyorum. Ayrıca ajansça görevliyim; şurayı ajans adına takip edeceğim.”

“İyi işte. Sen kalırsın, Gio da kalır. Bizim sizinle bir derdimiz yok.”

“Yakında olur. Yakında bizi de hain ilan edersiniz. Şimdiye kadar neden etmediğinizi anlamadık zaten. Hidayete ermemizi filan bekliyorsunuz herhalde. Çözemediğim bir şey var, o da, prodüktörler, stüdyo sahipleri, sendikalı işçiler ve yönetmenler arasında bu ortak cephenin nasıl sağlandığı. Bunu sizlerin sağladığınızı anlıyorum da nasıl sağladığınızı bilmiyorum. Daha doğrusu şöyle diyeyim: Sizin durumunuzu biliyorum. Halit bana mektubunda açıklamıştı; prodüktörlerin kanatları altına sığınmışsınız siz. Onu biliyorum da, prodüktörler sizinle birleşmeyi nasıl kabul etti? Sinema işçileri bu işe nasıl razı oldu, onu bilmiyorum.”

“O bizim sırrımız.”

“Neyse şura sırasında onu da çözerim. Nasıl olsa bir yerlerden kokusu çıkar.”

Şuraya En Büyük İyiliğiniz, Şuraya Katılmamak Olacak

Toplantı bu minval üzere sürdü. Bu arada onlar, önergeler hazırlama, eski önergeleri gözden geçirmek, şurada uygulayacakları taktikleri belirlemek için kendi aralarında görüşüyorlardı. Buna ara verince tekrar benimle konuşmaya, kendilerinin ne kadar haklı olduklarını ispatlamaya çalışıyorlardı. Yukarıdaki konuşmalar belki üç dört kez tekrarlandı. Aynı noktadan başlıyor, dönüp dolaşıp yine aynı noktaya varıyordu. Gittikçe sıkıcı olmaya başladı. Üstelik saat sabahın üçüne yaklaşıyordu. Altı saat kadar süren toplantının neredeyse üçte ikisi böyle geçti. Ankara’da erkenden kalkmıştım. Havaalanı yolculuğu, uçak yolculuğu, tekrar havaalanı yolculuğu, ajansa uğrayıp geldiğimi haber verme, Göğüş’ten konuşma metnini alıp ajansa yazdırma, Halitlere gidiş… Turşum çıkmıştı. Ama sadece bu konuşmaların muhtevası, yol açabileceği sonuçlar, akıl almaz çocukluk ve saçmalıklar bile insani bitkin düşürmeye yeterdi. Kaldı ki yarın (daha doğrusu bugün) ve önümüzdeki günler pek yoğun geçeceğe benziyordu. Dinlenmeye fırsat bulacağımı sanmıyordum. izin istedim. Ama giderayak bu kadar eziyetin acısını çıkarmadan, bu çocuklar gibi şen koca adamların kulaklarına biraz kar suyu kaçırmadan da edemedim. Alacaklı – borçlu – Yahudi fıkrasındaki “Şimdi biraz da o düşünsün” cümlesinden ilham alarak, konuyu tam tersinden ele aldım: “Ben fikrimi değiştirdim. Beni ikna ettiniz…”

“Yaşa!”

“Beni ikna ettiniz. Evet ikna oldum. Sizin yapacağınız en iyi iş şuradan çekilmeniz. Şuraya yapacağınız en büyük iyilik bu. Katılırsanız ne yapacağınız belli çünkü. Katılmayın şuraya. Üstelik bunu sizin dışınızda onların tahrikiyle filan değil de kendi inisiyatifinizle yapmanız da çok yerinde. Evet, evet en iyisi sizin kendi kendinizi ekarte etmeniz. Böylelikle herkesin işini kolaylaştırmış olursunuz. Bunun ufacık bir kusuru var ama, artı o kadar da olsun: Ne bugün ne yarın bunun haklılığını kimseye anlatamazsınız; ne bugün ne yarın bunun sorumluluğundan kurtulamazsınız. Sizleri dinledikten sonra yarınki toplantıda, baştan beri söylediklerimi uzlaştırıcı, yumuşak dille tekrarlamak niyetindeydim. Ama vazgeçtim. Şura boyunca bu konuda hiç konuşmayacağım; bu konudaki hiç bir tartışmaya katılmayacağım. Ama şuradan sonra her fırsat bulduğumda bunları yazacağım, anlatacağım. Neyse, ben bugün çok yoruldum. Altı yedi saat sonra şura başlayacak. Siz nasıl olsa şuradan çekileceksiniz, sizin için mesele yok; ama ben şura üyesi ve gazeteci olarak çalışmak zorundayım. Bana müsaade…”

Çok bozuldular; o şen şakraklıktan eser kalmadı. Düşünceye daldılar. Ne var ki, bu saatten sonra hiçbir şeyin de değişmeyeceği ortada…

Şura Başlıyor

(Özön’ün notlarından 9 Kasım 1964)

‘Sabahleyin güç ve geç kalktım; akşamdan kalmış bir halim vardı. Radyoevinde saat 10:00’da başlayacak şuraya ucu ucuna yetiştim. Göğüş’e konuşmasını toplantı salonuna giderken koridorda yetişip verdim. Yanında bakanlık erkanı ve Semih Tuğrul vardı. Bir an Semih Tuğrul’a en azından dikkatli olmasını, sürprizlerle karşılaşabileceğini çıtlatmak geçti aklımdan.

Sonra vazgeçtim, hem kafası büsbütün karışabilirdi, hem bir işe yaramazdı, hem de sonradan bir takım söylentilere yol açabilirdi. En iyisi hadiseleri tabii akışına bırakmak… Üstelik böylece herkes kendi tutumunu tabii olarak belirler, herkes kendi sorumluluğunu üstlenir.

Toplantı salonu büyük, ama gelenler çoktu. Kapıdan bir iki metre sonra, karşı duvara bir iki metre kalana kadar upuzun, dikdörtgen bir masa uzanıyordu. Bakanın yeri masanın duvardaki başındaydı. Masanın çevresi, özellikle de masa başına yakın bölümü böyle durumlarda, önemlerini oturdukları yere göre belirlemeye meraklılarca tutulmuştu. Kapı dışında duvar dipleri çepeçevre ve bir kaç sıra sandalyelerle çevriliydi. Bunların hepsi dolu olduğu gibi, gazeteciler foto muhabirleri dışında da ayakta bir sürü dinleyici vardı. Kalabalıkta bir yer bulmaya çalışırken Kemal Ağabey’in de (Kemal Tahir) kendine yer aradığını gördüm. “Hoş geldin” dedi. Bu sırada Turhan da (Tükel) geldi. Biz hal hatır sorarken oturanlardan gençler kalkıp yerlerini bize bıraktılar; herhalde Kemal Ağabey’i tanımış olmalılar.

Toplantı Bakan Göğüş’ün açılış konuşması ile başladı. Konuşmadan sonra Turizm ve Tanıtma Bakanlığı İstanbul Bölge Müdürü Semih Tuğrul başkanlığa seçildi.

Şenlik de Başlıyor

Gündeme geçmeden önce yapımcı Nüzhet Birsel de söz alarak Türk Prodüktörler cemiyeti, Rejisörler Birliği, Sine-İş ve Türk Stüdyo Sahipleri adına müşterek bir takrirleri (önerge) olduğunu söyledi ve takriri okudu. Özeti:

“Ağustos 1964 deki Birinci Sinema Danışma Kurulu toplantısı da bugünkü hava içinde cereyan etmiştir. Sinemacı olmayan bir çoğunluk salonu doldurmuştur. Meslek temsilcileri azınlıktadır.

Sinemanın, devletin müdahelesine muhtaç olduğu ısrarla ileri sürülmüştür.

Piyasada dikiş tutturamayanlar ve film ithalcilerinin temsilcileri çoğunluktadır.

Türk sinemasının düzenini ancak Türk sinemacıları gerçekleştirebilir.

Sonuç:

“Aramızda meslek dışı kimseler varsa, bunların toplantının dışından bırakılmasını istiyoruz. Gündemi reddediyoruz. Tepeden inme kararları reddediyoruz. Yeni bir gündemin tespitini istiyoruz.” (Ret cephesinden alkışlar)

Beklendiği gibi bu takrir dinleyiciler için tam bir sürprizdi, bir soğuk duş etkisi ve şaşkınlık yarattı. Salondan uğultular yükseldi; kıpırdanmalar başladı. Foto muhabirleri, gazeteciler hareketlendiler. Yanımda oturan Kemal Ağabey de şaşıranlar arasındaydı. Yerinde duramıyor, kıpırdanıyor hatta kıvranıyor, arada bir de ne oluyor dercesine bana ve etrafa bakıyordu. Turhan da “Ne yapıyor yahu bu inekler?” diye sordu. Ama ben bir şey söylemiyordum tabii. Başkan (Semih Tuğrul) sakin bir tavırla “Gündemi her vakit değiştirmek ve yenisini yapmak mümkündür” dedi.

Burhan Arpad, Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisi Süleyman Tamer, yazar Sezai Solelli, İçişleri Bakanlığı temsilcisi Alim Şerif Onaran söz aldılar. Tamer ile Onaran, bakanlığı temsilen geldiklerini vurguladılar. Arpad ile Solelli sinema şurasının bir bütün olduğunu, en geniş katılımla yapılmasının yerinde olacağını belirttiler. Özellikle Arpad, sinemacıların ilk defa ele geçirdikleri böyle büyük bir fırsatın bir takım çıkarlar ve hesaplar uğruna kaçırılmasının çok yazık olacağını söyleyerek, uzlaştırıcı ve toparlayıcı bir konuşma yaptı.

Rejisörler Birliği adına konuşan Halit (Refiğ), önergeyi destekleyerek bilinen iddiaları tekrarladı. Gerek önergede gerek Halit’in konuşmasında adı geçenlerin kimler olduğu sorulunca Ertem Göreç söz alarak, bunların, devlet kuruşları temsilcileri, sinema yazarları ve ismen çağrılanlar olduğunu açıkladı. Bu sözler havayı büsbütün gerginleştirdi. Yeniden söz alan Halit ise bunun üstüne tuz biber ekti; çünkü biraz da alçaltıcı bir üslupla şöyle dedi: “Devlet temsilcileri toplantıda kalabilirler, katılmaları da yararlı olabilir, böylelikle hiç olmazsa sinemamızın meselelerini öğrenmiş olurlar; ancak bunlar konuşmalara katılmamalı, uslu uslu oturup sadece konuşulanları dinlemeli.” Film ithalcileri de isterlerse kalabilirlerdi (ithalciler oturdukları yerde şöyle bir yekindiler, şimdiye kadar yerli filmcilerce hep dışlandıklarından bu lütufkarlığı pek şaşırdılar ve acaba altından bir şey mi çıkacak diye de tedirgin oldular). Ama öbürleri, hele sinema yazarlarına gelince, onlar yerli sinemanın yeminli düşmanlarıydılar; onların toplantıya katılmalarına katiyen taviz verilmemeliydi.

Başkan toplantıya katılımla ilgili birtakım iddialar olduğunu, bunun açığa kavuşması için, toplantıya resmen katılanların tespit edilmesini yararlı gördüğünü açıkladı.

Şuraya Katılanlar

Şuraya katılanlar tespit edildi:

Kuruluşlar adına katılanlar (başkan, bunların kuruluş olarak çağırıldıklarını ve toplantıya gönderecekleri temsilci sayısının sınırlandığını belirtti)

Film İşletmecileri Cemiyeti: Temsilci göndermemiş.

Stüdyo Sahipleri Cemiyeti: Sabahat Filmer, Dr. Arşavir Alyanak.

Sine-İş Sendikası: Metin Erksan, Davut Ergül, Ertem Göreç, Ali Berkan, Ali Özügür.

Türk Prodüktörler Cemiyeti: Hulki Saner, Murat Köseoğlu, Şakir Seden.

Film İthalatçıları Cemiyeti (Filmciler, Sinemacılar, Prodüktörler Cemiyeti): Kazım Yurdakul.

Türk Film Rejisörleri Birliği: Memduh Ün, Halit Refiğ, Faruk Kenç, Lütfı Ö. Akad.

Türk Sinema Yazarları Birliği: Selmi Andak, Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo.

Hangi kuruluş adına katıldığını tespit edemediğim, Atlas sineması kurucusu: Aziz Boravalı.

Devlet Kuruluşları Adına Katılanlar

Milli Eğitim Bakanlığı: Kifayet Özay, Süleyman Tamer.

Devlet Planlama Müsteşarlığı: Temsilci göndermemiş.

Dışişleri Bakanlığı: Adile Ayda.

Maliye Bakanlığı: Servet Şamlıoğlu.

İçişleri Bakanlığı: Alim Şerif Onaran.

İstanbul Belediyesi: (Adını tespit edemedim).

İsmen çağrılanlar: Aydın G. Arakon (rejisör), İlhan Arakon (rejisör, kameracı), Burhan Arpad (sinema yazarı), Kemal Baysal (rejisör, laboratuvar sahibi), Yücel Çakmaklı (sinema yazarı), Şakir Eczacıbaşı (fotoğrafçı), Baha Gelenbevi (rejisör), Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu (dökümanterci, gelmedi), Yaşar Kemal (yazar), Nijat Özön (sinema yazarı)

Fiilenciler Mola istiyor

Fiilen sinemacıların dayandıkları, Türk sinemasının ancak fiilen üretime katılan sinemacılar düzenlemelidir iddiası bir an için doğru kabul edilse de, bu sonuç, kendilerinin şurada azınlıkta oldukları iddiasının temelsiz olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Tespit edilen 31 kişiden 18’i “fiilenciler” saflarındaydı. Geri kalanların da beşi devlet kuruluşlarından gelenlerdi ki, bunların zaten kendi bakanlıklarının görüşlerini yalnızca belirtmekten, bir de söylenenleri dinlemekten başka yapacakları bir şey yoktu. Yani bu safta ancak 9 kişi vardı: 18 e karşı 9! Azınlık yaygarasının içyüzü buydu.

Fiilenciler’in iddialarının asılsızlığı resmen de saptandıktan sonra, Göğüş, “Meseleleri bütün açıklığıyla tartışmak üzere toplandık. Yıllar kaybedilmiştir. Bu tutuma devam edersek daha çok yıllar kaybederiz. Bu tartışmalardan ziyade ‘Türkiye’de sinemanın sorunları nelerdir?’ mevzuuna eğilmeliyiz. Her şeyi bildiğimizi iddia eden insanlar olmadığımız için bu şurayı topladık. Bir çok şeyi sizlerden öğreneceğiz. Bu toplantıyı sinemacılarımızın bütün meselelerini bilelim, yanılmayalım diye düzenliyoruz; mümkün olduğu kadar geniş çevrelerin görüşlerini alalım istiyoruz. Doğru olan, herkesin fikrine itibar etmektir. Ortada olan bir gerçek vardır, o da, Türk filmciliği, meselelerin üzerine eğilmeye lüzum gösterecek kadar bir perişanlığın içindedir. Bu perişanlıktan kurtulmanın tek çaresi beraber çalışmayı öğrenmektir.”

Halit söz aldı ve sanki Göğüş ün konuşmasında başka bir şey yokmuş gibi Türk sinemasının perişanlığı sözünü ele alarak bir tirada girişti: Türk sineması katiyen bir perişanlık içinde değildi, Türk sineması sapasağlamdı. Türk sinemasının ancak ufak tefek meseleleri vardı; onları da devletin birazcık desteğiyle Türk sinemacıları evvel Allah hallederlerdi.

Yaşar Kemal ise, her zamanki heyecanlı üslubuyla fiilenciler’e adam akıllı veriştirdi: “Türk filmciliği sizin elinize bırakılınca ne duruma geldiği ortada. Eğer çok istiyorsanız toplantıyı siz terk edin.” Nüzhet Birsel’in, eski sözlerini tekrarlamasından sonra, isteklerinin kabul edilmeyeceğini anlayan fiilenciler, aralarında yeniden bir istişare zaruretini hissetmiş olmalılar ki, sözcü durumunda olanlardan ikincisi, Ertem Göreç, eski milli basketçiliğinden gelme alışkanlığıyla beş dakikalık time out (mola) istedi.

Bakla Ağızdan Çıkıyor

İstenilen ara verildi. Ama bu ara bitmek bilmiyordu. Beş dakika, on dakika, on beş dakika… Bu arada Göğüş’ün konuşmasının ambargosunu kaldırmak için bürolardan birinden döndüğümde, ara hala devam ediyordu. Göğüş, şura üyeleri ve dinleyiciler sabırsızlanmaya başladılar. Göğüş’ün daha fazla bekleyemeyecekleri haberini göndermesi üzerine ‘fiilenciler’ aranın başlangıcından ancak kırk dakika sonra yeniden salona döndüler. Göreç yeni önerilerini açıkladı; aslında bunların eski önerilerinden bir farkı yoktu: Devlet kuruluşlarından gelenler toplantıya katılabilirlerdi; ama oy hakları olmamalıydı ve ancak kendilerini ilgilendiren konularda konuşmalıydılar. Sinema yazarları ise asla ve kat’a toplantıya katılmamalıydılar. Sinema yazarları toplantıya katılırlarsa onlar çekileceklerdi. Böylece ‘fiilenciler’ daha doğrusu ‘fiilenciler’in başını çeken rejisörler, bir süreden beri ötede bende sözle ve yazıyla tekrarlaya geldikleri yavelerini bir daha açığa vurdular: Bütün mesele, sinema yazarlarıydı. Sinema yazarlarıyla kesinlikle karşı karşıya gelmek istemiyorlardı; karşı karşıya gelmekten çekiniyorlardı. Bu durum karşısında söz alan Selmi Andak, gayet sakin ve samimi bir tavırla “Eğer bütün dertleri buysa, biz çekilebiliriz.” dedi. Göğüş ise saçmalığın bu kadarını yeter görmüş olmalı ki, kestirip attı:

“Bu toplantı Turizm ve Tanıtma Bakanlığı tarafından düzenlenmiştir. İlgili kişilerin ve teşekküllerin fikirlerini almak için toplandık. Daveti bunu göz önüne alarak yaptık. Buraya davet edilen herkes şuranın üyesidir; kimseyi kimseden ayıramayız. Dileyen katılır, dileyen katılmaz.” dedi. Saat 10:00 da başlayan toplantı gündemine ancak 12:30 da geçebildi.

Komisyonlar Kuruluyor

Gündeme göre, önce üç ayrı gündem maddesi olan sansür, ekonomik meseleler ve teknik meseleler için üç ayrı komisyon kurulması kararlaştırıldı. Sonra bu iki komisyonun konularının benzerliği ve iç içeliği göz önüne alınarak birleştirildi ve iki büyük komisyon kuruldu. ‘Fiilenciler’ komisyon üyeliklerine hiçbir aday göstermeyerek, şurayı fiilen boykot ettiklerini açığa vurdular. Komisyonların öğleden sonra saat 15:00’de toplanarak çalışmalarını sürdürmeleri kararlaştırıldı.

Toplantı sonunda, Halit, “Kemal Ağabeyi de alıp eve gidelim” dedi. Ben komisyon toplantılarına katılacağım için gelmeyeceğimi söyledim. Ama Halit “Yetişirsin” dedi. Kemal Ağabey’e karşı da ayıp olmasın diye gittim. Keşke gitmeseydim. Yolda hiç konuşmadık. Eve vardık. Kapıdan girdik. Holdeki yuvarlak masanın başına oturduk. Nilüfer (Aydan) iyi bir ev sahibi olarak etrafımızda dönüyordu. Oturur oturmaz da Kemal Ağabey “Yahu nedir bu olup bitenler? Nedir bu anlaşmazlık?” dedi. Halit kendince bir takım açıklamalarda bulundu. Ama Kemal Ağabey tatmin olmamıştı. Bana döndü, “Ben isterdim ki, bir Nijat Özön kalksın, her iki tarafı da akla davet etsin, uzlaştırsın, bu fırsatın kaçırılmaması gerektiğini anlatsın.” Çaresiz kaldım, ister istemez “Kemal Ağabey, sizin bu söylediğinizi ben iş bu noktaya gelmeden önce yapmaya çalıştım; dün gece saatlerce dil döktüm, ama başaramadım. Bunlar Nuh diyor peygamber demiyorlar.” dedim ve gece olanları en kısasından anlattım. Sonunda “Ne dediysem kar etmedi; dinlemediler. Günlerce öncesinden hazırlamışlar zaten; önergeleri ceplerindeydi, kararlıydılar. Konuşsaydım ne olacaktı? Ya sonuç değişmeyecekti ya da büyük bir rezalet çıkacaktı” dedim.

Kemal Tahir’in Öfkesi

Ben bitirince, Kemal Ağabey, Halit’e döndü; “Ne diyorsun?” dercesine baktı. Halit kızardı, bozardı, kem küm etti, “Evet… ama… başka çaremiz yoktu… biz haklıyız…” gibilerinden bir şeyler geveledi. İşte o zaman Kemal Ağabey gürledi, kelimenin tam manasıyla gürledi ve “iyi halt etmişsiniz!” diye başlayarak Halit’i bir güzel sıvazladı. “Çocukça”, “düşüncesizce”, “sorumsuzca”, “aptalca”ların birbiri ardından hızla sıralandığı bir gürlemeydi. Halit şaşırdı ve pıstı. Çok sevdiği ürkek sokak kedilerinden birine döndü. Ben de şaşırdım, doğrusu bu kadarını beklemiyordum; çok pişman olmuştum; sanki bütün bunlara ben sebep olmuşum, kabahat benimmiş gibi geldi. Kemal Ağabey’i hiç böyle öfkeli görmemiştim. Daha, sözlerini bitirince kimseye “Allahaısmarladık” bile demeden aynı hışımla çekti gitti. Ardından ben de kalktım radyoevine gittim.

O gün öğleden sonra iki komisyon ayrı ayrı toplanarak çalışmaya başladı. Gündemdeki konuları tek tek ele alarak hepsi için ortaklaşa sonuçlar sağlamaya çalıştılar. Komisyon çalışmaları 13 kasımda sona erdi. Bu çalışmalara dayanarak hazırlanan raporlar için redaksiyon kurulu oluşturuldu. iktisadi ve Teknik Meseleler Komisyonu’nun raporunu Tuncan Okan, Giovanni Scognamillo ve Nijat Özön kaleme aldılar. Her iki komisyonun raporları şuranın 16 kasım günü genel kurul toplantısında görüşüldü; Sansür Komisyonunun raporu değişikliklerle, İktisadi ve Teknik Meseleler Komisyonu’nun raporu olduğu gibi kabul edildi.

Fiilenciler’in Girişimleri

Öte yandan şuranın ikinci günü (10 kasım), Türkiye Sinema İşçileri Sendikası (Sine-İş), Türk Film Prodüktörleri Cemiyeti ile Türk Film Rejisörleri Birliği ortak bir bildiri yayımlayarak, şuradan çekildiklerini resmen açıkladılar. Gerekçesi verdikleri önergenin reddi ve kendilerine söz hakkı tanınmamasıydı (oysa şuranın ilk günü en çok konuşanlar onlardı). Üçüncü gün bu üç kuruluş cumhurbaşkanı ile başbakana telgraf göndererek şuranın iptalini istediler. Kuşkusuz bu girişimlerden hiç bir sonuç çıkmadı.

Şura toplantısının sona ermesinden sonra bu üç kuruluşa katılan Türk Film Stüdyoları Sahipleri’yle birlikte bu girişimler yeniden hızlandı. 17 Kasım’da dört kuruluşun siyasi partilerin meclis gruplarına çektikleri ortak telgrafta “Türk sinema sanayii ile ilgili olan teşekküller azınlıkta bırakılmış (Şura)… Türk filmciliği ile fiilen hiçbir ilgisi olmayan unsurlarla çok garip kararlar almış, bu meyanda yerli filmlerin rüsumunu arttırıp ecnebi filmlerin rüsumlarını düşüren ve milli sanayii baltalayan neticelere varmışlardır gibi hem garip hem de doğru olmayan tümceler yer alıyordu. Sine-İş’in başkanı Davut Ergün de aynı savları içeren bir telgrafı Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’e göndermişti.

Prodüktörler Cemiyeti’ndeki Kargaşa

Şuranın sona erdiğinin ertesi günü Ankara’ya hareket etmeden önce Halit Refiğ, Özön’ü Prodüktörler Cemiyeti’ne götürdü. Özön’ün notlarından (17 Kasım 1964):

“Şurayı boykot eden dört kuruluş bugün toplanarak şurada hazırlanan raporları görüşmüşler, bazı kararlar almışlar. Halit’e bu kuruluşların görüşlerini ve kararlarını da ajans adına takip etmenin vazifem olduğunu söyledim. Halit’le Prodüktörler Cemiyeti’ne gittik. Kapıdan girince herkesi ayakta bulduk. Hararetli konuşmalar geçiyordu. Halit’le beni görünce etrafımızda yarım halka oluşturdular ve hepsi bir ağızdan konuşmaya başladılar. Ne söyledikleri pek anlaşılmıyordu, ama öfkeli oldukları ve şuradan söz açtıkları ortadaydı. Özellikle Saner makineli tüfek gibi konuşuyordu. Sonunda Hürrem Bey (Erman) “Yahu delikanlıya ne yükleniyorsunuz, şuranın temsilcisi mi O?” deyince biraz kendilerine geldiler (danışma ve yardım isteklerini her zaman yerine getirdiğimden Hürrem Bey beni hep kollar). Öbürleri sustu, Saner biraz daha uslu akıllı, sakince konuştu. Yeni bir şey söylemedi tabii, malum şeyleri tekrarladı. Kendisine sadece, yıllarca devletin ilgisizliğinden yakındıktan sonra, ele geçmiş böyle bir fırsatın sudan bahanelerle tepilmesini mazur gösterilecek hiç bir tarafı olmadığını, kendi kendilerini baltaladıklarını söylemekle yetindim. Bir de, söz arasında Saner’in “Devlet musluk imalatçısını bile, musluk ithalini yasaklayarak koruyor, niye film ithalini yasaklamıyor” sözü aklıma takıldı. “Siz sinemacı olarak aslında musluk ile filmi bir tutan zihniyetin karşında olmalısınız, bunu müdafaa eden bir zihniyetin yanında değil” diye cevap verdim. (Bu musluk ile filmi bir tutmayı ilerde kullanmalıyım) (6).”

Sonra devam ettim: “Neyse ben buraya görüşlerinizi yansıtmak istiyorsanız yardımcı olmak için geldim. Bir isteğiniz var mı?” Bir şey anlamadılar, yüzüme baktılar. Halit dedi ki: “O Anadolu Ajansı adına şurayı takiple vazifeli. Sizin şurayla ilgili görüşlerinizi almak istiyor.” Yine hep bir ağızdan: “Biz zaten sesimizi duyuramıyoruz; o sinema yazarları bütün gazetelere kümelenmiş. Bizim telgraflarımızın, açıklamalarımızın yayımlanmasına engel oluyorlar.” dediler. “Peki ajansı hiç denediniz mi? Oraya göndereceğiniz açıklamalar, telgraf metinleri yalnız büyük şehirlerin gazetelerine değil, taşra gazetelerine kadar ulaşır.” Pek şaşırdılar “Ya öyle mi?” “Siz gene öteye beriye telgraflarınızı çekin, gazetelerde çıkmasını istediğiniz metinleri de bana çekin: ben bültende yayınlatırım.” Dedim. Verdiler. Ayrıldık. Ben ajansa gittim. Telgraf ve açıklama metinlerini bültene aldırdım.

Ankara, 18 Kasım 1964, Çarşamba:

Ajansta sabahçıyım. Prodüktörlerin bültende daha önce yayımlanmış metinlerini ve İstanbul’da dinlediğim düşüncelerini, bir de fiilenciler e karşı olanların düşüncelerini derleyip toparlayarak Sinema Şurası’nın bir bilançosunu bugünkü bülten için de hazırladım.

Özön’ün Sinema Şurası’nı izleme görevi bu belgeyle birlikte sona ermişti. Bu belge o günlerde iki tarafın ileri sürdükleri görüşleri özetliyordu ve belli başlı gazetelerin hemen hepsinde çıkmıştı. Ama şuranın etkileri, özellikle de sinemacıların şuradaki tutumlarının etkileri sürdü gitti; hem de kendi attıkları boomerang kendi kafalarına çarparak. Yeni İnsan Yeni Sinemanın geçen sayısındaki “1965: Yeşilçam’ın Kırılma Noktası”ında anlatılan kırılma çizgisi ortaya çıkmış, uzamaya ve genişlemeye başlamıştı. Bir yıl öncesine dek ağlayıp sızlayan, Şura’daysa aslan kesilen, “demir gibiyiz, sapasağlamız” diyen sinemacılar, bir yıl sonra yeniden ağlamaya başladılar; yapımcılarla genç yönetmenler arasındaki ittifak çözülmekle kalmadı, yapımcılar bunları Yeşilçam dan dışlamaya başladılar. Genç yönetmenler sinema yazarlarına olan düşmanlıklarını kan davasına çevirdiler (7). Sinemacıların şuradaki tutumlarının en önemli ve olumsuz sonucuysa, sinemamızın günümüze dek bir sinema yasasına kavuşmasına ilk seti çekmeleri oldu.

Notlar

(1) Semih Tuğrul’un Özön’e 18 Ağustos 1964 günkü mektubundan.

(2) Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, Birinci Sinema Danışma Kurulu Toplantısı, s.9 (teksir)

(3) (Bu sözler Göreç indir)

(4) Burada işin tuhaf yarı şuydu: Sine-İş Sendikası iki ay önce Türk sinemasında ilk kez bir grev kararı başlatmıştı, ama şurayı boykota hazırlanan elebaşlarda sinema yazarlarına karşı düşmanlık öylesire derindi ki, sendikanın kurucularından Metin Erksan, kuruculardan ve genel sekreter Ertem Göreç ile başkan Davut Ergül sendikayı, grev ilan ettikleri Türk Stüdyo Sahipleri’nin yanına sürüklemekte sakınca görmüyorlardı.

(5) Yeşilçam da bir sırrın uzun süre saklanması olanaksız. Nitekim gerek şura sırasında gerek şura ertesinde bir çok kaynaktan bunun nasıl kotarıldığı ortaya çıktı:

Bu yönetmenler yapımcılara gidip “Sizler uyuyorsunuz. Bu solcu sinema yazarları, CHP ve Planlamacılarla işbirliği yapıp sinemayı devletleştirecekler; bundan böyle filmler devlet eliyle çevrilecek; Yeşilçam diye bir şey kalmayacak; siz hava alacaksınz…” masalını okukmuşlar. Sinema emekçilerineyse “Siz alaydan yetişmesiniz; sinema yasası çıkınca sinema okulları açılacak, sinemada yalnız bu okullardan çıkanlar çalışacak; size Yeşilçam da ekmek kalmayacak…” demişler. Şuranın bir bölük sinemacı tarafından boykot edilmesinde sinemamızın bu 31 Martçıları nın propogandası elhak etkili olmuştur.

(6) Bu sözler Özön’ün şurayla ilgili düşüncelerini yansıtan ve Yön’de yayınlanan “Sinema Ağaları Telaşta” başlıklı yazısında (1-2. Sayı: 88-89, 4, 7 Aralık 1964) kullanılmıştır. Bak. Karagözden Sinemaya 1. C. s. 335-346

(7) Genellikle ikili oynamaya meraklı olan Erksan’ın bu gelişmedeki tutumu ilginçtir. Erksan, yönetmen ve sendikacı olarak şuranın boykot edilmesinde en önemli rollerden birini üstlenirken, bir yandan da şura sırasında sinema yazarlarını da kollayarak, Türk Sinema Yazarları Birliği ne şu mektubu göndermişti:

“Türk Sinema Yazarları Derneği Başkanlığına,

Ben Metin Erksan; Nijat Ozön, Semih Tuğrul, Tuncan Okan, Çetin Özkırım, Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo, Selmi Andak, Tarık Dursun K. gibi sinema yazarlarının, Türk Sinema Şurası’na katılmalarına karşı değilim. Aksine, Türk Sinemasının her meselesini, sinema yazarlarını bütün uyarmalarına rağmen kötü film yapmakta devam edegelen ve Türk film prodüktörleri içinde çoğunlukta bulunan kişilere karşı birlikte halledeceğiz. Sinema Şurası’nda komisyon çalışmalarına geçilmeden önce Türk sinemasının nerede olduğunun bilinmesi gerekti.

Saygılarımla, Metin Erksan”

Sanki mektubunun sonundaki isteği öne sürülmüş de kabul edilmemiş gibi, davranışın haklı göstermeye çalışan yine aynı Erksan, dört yıl sonraki bir yazısında asıl düşüncesini açığa vurarak “her sinema yazarının sırtından bir çarıklık deri çıkarmadıkça kuyruklarını bırakmayacağından” söz ediyordu!

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.)