Bir Yudum Özgürlük: Yüksel Yavuz ile Söyleşi

Küçük Özgürlük

Film Ekibi /

Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli sinemacıların yaptıkları gittikçe daha fazla önemseniyor. Bu tanınırlık ne yazık ki yurtdışındaki festivallerle başladı. Bunun öncesinde kısa filmler, belgeseller vardı. Daha geniş kitlelerle buluşma ise son yıllarda başladı diyebilir miyiz?

Filmlerimin yeni tanınır olmasının nedeni buradaki festivallerdir aslında. Biz buraya filmleri gönderiyorduk, İstanbul Film Festivali olsun, Antalya Film Festivali olsun Türk yapımı değil diye yarışma dışı gösteriyorlardı. Ankara Film Festivali ilk kez yarışmaya aldı. Şimdiye kadar da Ankara’da yarışan tek film Ayşe Polat’ın ilk uzun metrajlı filmi olmuştu sanırım. Fatih Akın’ın filmleri Almanya’da iş yaptığı, yankı uyandırdığı için burada da duyulmaya başladı. Benim filmim de festivallerde ödüller aldığı için yankı uyandırdı.

Evet bu söyledikleriniz doğru. Biz de Fatih Akın’ı ilk kez İstanbul Film Festivali’nde izledik. Yılmaz Arslan’ın Yara’sı Türkiye’de ilk gösterime giren filmdi. Sonra da sırasıyla Fatih Akın’ın Temmuzda ve Kısa ve Acısız’ı gösterime girdi. Küçük Özgürlük burada gösterime giren 4. film oldu.

Bu yönetmenlere aynı kuşağın çocukları diyebilir miyiz? İlk önce bunu soralım sonra da o kuşağı sormak istiyoruz.

 

Aslında aynı kuşağın insanları diyebiliriz ama biraz da farklı şekillerde sosyalleşmiş insanlardan bahsediyoruz. Örneğin Fatih Akın, orada doğup büyüdü. Ayşe Polat benim çok yakın arkadaşım. 8 yaşında Almanya’ya gitmiş orda büyümüş, orda okumuş. Ben doğuda doğdum, büyüdüm. Ortaokulu, liseyi burada okudum. Lise ikiyi bitirdikten sonra Almanya’ya gittim. Ailece orda yaşamadık, babam beni götürdü. Babam tersanede işçiydi, beni de tersaneye aldırmaya çalıştı.

Otobiyografik belgeselin Misafir İşçi Babam’da (Mein Vater der Gastarbeiter) bu göçü nasıl yaşadığını anlatıyorsun.

Evet, benim hoşuma giden bir film oldu o belgesel, otobiyografik olduğu için belki de. Filmde annem babamı anlatıyor. Kendimi katıyorum sonra, kendi perspektifimden anlatmaya başlıyorum. Onlar anlatıyorlar kendilerini. Babamın 16 yıllık Almanya geçmişi boyunca annem hep köydeydi ve bize hem anne hem babaydı. Anne ve babamın arasındaki ilişkiyi, babamın Almanya’ya gidişini anlatıyorum. Kendi çocukluğumu anlatıyorum. Almanya’da şu andaki konumumu anlatıyorum. Şiirsel bir dili var filmin. Hem görsel olarak hem de içerik olarak. Filmde kendime ait söylediğim, kendi dilimde söylediğim bir metin de var. Bu metin de oldukça şiirsel. Film Almanya’da çok beğenildi. Ama sadece televizyonda gösterildi çünkü belgeseli yaparken vizyon için düşünmemiştik. Çok özel olduğu için; bu benim en iyi filmim diyebilirim.

Almanya’da bir kuşaktan bahsettik ama şöyle bir ayrıştırmaya gitmek de gerekiyor diye düşünüyoruz. Örneğin sizin ve Fatih Akın’ın arasında, yaptığınız sinema bakımından değil sadece, dünyaya bakış, dünya görüşünüz anlamında da belirgin farklılıklar var. Bunda Türkiye’deki toplumsal kökenlerin belirleyici olduğunu düşünmek yanlış olmaz sanırım. Siz Karakoçan’da yaşamış ve bu bölgenin getirdiği toplumsal sorunları bilerek Almanya’ya gitmişsiniz. Ancak Fatih Akın için bunu söyleyemeyiz. Ya da orada doğup büyüyen yönetmenlerin pek çoğu için geçerli olabilecek bir durum bu. Sizin filmlerinizi izleyip, sizi tanıdığımız için böyle bir karşılaştırmaya gittik ama genel olarak siz nasıl yaklaşıyorsunuz bu duruma. Hamburg’da yaşayan bir sinemacı çevresi olduğunu biliyoruz dolayısıyla siz daha geniş bir çevreyi tanıyorsunuz.

Evet, Hamburg’da ben varım, Fatih Akın, Ayşe Polat, Buket Alakuş var. İki yıl önce İstanbul film festivalinde Buket Alakuş’un ‘Anam’ filmi gösterildi. Hamburg’da olmalarının, olmamızın nedeni nedir ne değildir sorusunu düşününce şöyle bir yanıt verebilirim size. Hamburg Film Teşvik Fonu böylesi konulara açık ilk fondu. Bunu biraz da 80’li yıllarda Tevfik Başer başlattı. Tevfik Başer o fondan yararlanarak yaptı filmlerini. Almanya’da yaptığı üç filmi var Tevfik Başer’in. 40 metrekare Almanya, Sahte Cennete Veda ve Elveda Yabancı. O dönemden gelme böylesi projelere karşı oldukça açık olduklarını söyleyebilirim. Bu filmleri desteklemek konusunda açık oldular. Nedense biz birbirimizi tanımıyorduk sinemaya başlamadan önce. Ben Ayşe Polat’ı tanıyordum gerçi. Kısa metrajlı bir filminde ben de çalışmıştım. Berlin’de de Türkiye’den büyük bir topluluk var ama Thomas Aslan’dan hariç oradan henüz sinemacılar çıkmadı. Önümüzdeki yıllarda oradan da başka sinemacılar çıkacaktır. Hamburg’un liman kenti olmasından mı kaynaklanıyor acaba, bilmiyorum…

Gördüğümüz kadarıyla sözünü ettiğiniz yönetmenlerden yola çıkarak birbirlerini tanıyan geçmişten gelen ilişkileri olan ya da geçmişten gelen ilişkileri sürdüren yönetmenlerin oluşturduğu ortak bir sinema çevresinden bahsedemeyiz.

Doğru. Ayşe Polat dışında. Benim en yakın arkadaşım Ayşe Polat. Yani senaryo çalışmaları döneminde birbirimize bayağı yardım ediyoruz. Konuşup tartışıyoruz, filmlerin hazırlık sürecinde bir araya geliyoruz. Filmlerin hazırlık sürecinde, çekimlerinde birbirimize yardımcı oluyoruz. Ben onun filmlerinde de çalıştım.

Peki sizin kişisel serüveninize geri dönmek istiyoruz. Söyleşinin başında ifade ettiğiniz gibi işçi olmaya götürülen bir gencin sinemaya yönelmesine ne neden oldu? Sizi sinemaya iten, sinema kültürünüzü belirleyen ne oldu?

Siz benim filmimi izlediniz. Vecdi Sayar da filmin başında yaptığı konuşmada filmin hümanist bir yaklaşımı içerdiğini söyledi. Bunu pek çok insan söylüyor. Doğru, bu hümanist yaklaşım benim doğup büyüdüğüm yerlerden, benim içinde yetiştiğim kültürden kaynaklanıyor. Bizim yaşadığımız bölge daha çok Alevilerin yaşadığı bölgeydi. Annemi belirleyen bir kültürdü bu ve annemin beni babamdan daha çok etkilediği bir gerçek. Dini bir inancım yoktur ama bu kültürden ben de annem yüzünden etkilenmişimdir. Babamla hep ayrı yaşadık zaten, biz burada iken o Almanya’daydı ve yılda bir defa gelirdi. Dolayısıyla babamı pek tanımadım. Sadece Almanya’da 3 yıllık bir beraberliğimiz oldu. Almanya’ya ilk gidişte karşılaşılan zorluklar, sonrasında orada yaşamaya başlamanın verdiği zorluklar… 16 yaşımda ayrıldım ben. Bir de babayı ilk kez orada tanımaya başlıyorsun, hangi koşullarda yaşadığını görüyorsun. Onu 70’li yıllarda Türkiye’ye izne gelen biri olarak ve Almanya’da çalışan biri olarak karşılaştırmaya başlıyorsun. O insanin çocukluğundan beri kafasına işlenmiş bir Almanya imgesi var ve bu imgenin Almanya’ya geldikten sonra nasıl değiştiğini görüyorsun. Almanya’ya ilişkin eskiden düşündüğün her şey yıkılmaya başlıyor. Almanya ile bir anlamda hesaplaşmaya başlıyorsun, hesaplaşma derken şunu kastediyorum: Almanya’yı çözmeye çalışıyorsun. Yaşamaya devam edeceğin yeri anlamaya çalışıyorsun. Bunu muhakeme ederken de içinde bir şeyler gelişiyor. Bunu anlatma isteği, ihtiyacı duyuyorsun.

16 yaşında ayrıldığınız için belli bir bilinç düzeyiyle Almanya’ya vardığınız söylenebilir herhalde. Çünkü böylesi bir durumda sizin deneyiminizden farklı olarak Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli gençlere bakıldığında savrulmanın daha kolay olduğu, insanların kendilerini geliştirmek adına pek heves duymadıkları da söylenebilir.

Yüksel Yavuz

Yüksel Yavuz

Nisan Çocukları filmimde ben bu durumu anlatmaya çalıştım. Nisan Çocuklarında bir aileyi, üç kardeşi anlatıyorum. Üçü de birbirinden çok farklı insanlar. Büyük kardeş daha sonra Almanya’ya gitmiş. Domuzların kesildiği bir mezbahada çalışıyor. Ki ben de böyle bir yerde 1,5 yıl çalıştım. Ortanca kardeş 4-5 yaşlarında iken gitmiş. O ufak tefek hırsızlıklarla, sonra da uyuşturucu ticaretiyle uğraşıyor. Böylesi işlere bulaşmış. Kızkardeş de orda doğmuş büyümüş yani bir anlamda daha Alman olan kardeş kızkardeş. Daha çok Kürt olan büyük kardeş. Ortanca ise arada kalmış. Diğer taraftan çok gururlu bir insan ortanca kardeş. Babası çalıştığı işten dolayı hastalanmış, eve hapsolmuş biri. Kötü bir işte, zehirli maddelerin havada uçuştuğu, işlendiği bir rafineride çalışmış baba. Çocuklarından haberi yok babanın. Anne ilgileniyor sadece çocuklarla. Çocukların dertleriyle boğuşuyor. O üç farklı insanı, aynı kuşaktan olmalarına rağmen üç farklı insanı bir arada tutmaya çalışıyor. Aileyi bir arada tutmaya çalışıyor. Gerçi ben öylesi bir süreçten geçmedim, ailece orada yaşamadık. Yatılı okullarda okudum hep. Karakoçan Yatılı Bölge Okulu’ndan sonra Tunceli Endüstri Meslek Lisesi’nde de yatılıydım. Bir şekilde hep ailemden ayrı yaşadım zaten. Yaz tatillerinde görüyordum onları. Burada okuldayken de örgütlü değildim ama sol siyasete yakındım. Almanya’ya gittikten sonra da devam etti bu tavrım. Bir örgüt içerisinde aktif olarak yer almadım. 12 Eylül sonrasında da devam etti, ki 12 Eylül sonrası Almanya’ya ciddi bir siyasi göç yaşandı. Çok sayıda sol görüşlü insan yurtdışına çıkmak zorunda kaldı ve çoğu da Almanya’ya geldi. Çeşitli dernekler kuruldu. Biz ikinci kuşaktan başka insanlarla, gençlerle birlikte orada yaşayacağımızı biliyorduk bu nedenle göçmenlerle ilgili bazı faaliyetlerde bulunmaya başladık ve bu amaçla kurulan bir derneğin çatışı altında çalıştık, bir dergi çıkardık. Fabrikada çalışmayı bıraktıktan sonra böylesi kültürel işlerde çalışmaya başlamıştım. Asıl amacım üniversiteye girmekti. Lise diploması almadan dolaylı yollarla üniversiteye girdim. Üniversiteye girebilmek için açılan sınavlar vardı ve gerçekten zordu bu sınavlar, öncelikle dili iyi bilmek gerekiyordu.

Oldukça zor bir süreçten geçtiğiniz anlaşılıyor. Sıçramalı bir yaşamınız olmuş. Özellikle belli bir yaştan sonra dil öğrenmek, yaşamını işçi olarak sürdürmemeyi seçmek, oldukça kapalı bir çevrede farklı bir yaşama devam edebilecekken başka şeyleri zorlamak…

Bakın, dili ancak çocukken çok kolay öğrenirsiniz, yabancı bir ülkeye 8-10 yaşında gitmiş iseniz de okulda öğrenmek için fırsatınız vardır. Ama 16 yaşındaki bir genç için daha zor yaşanır bu süreç. Ben de ilk on yıl kapalı bir Türkiyeli topluluk içinde yaşadım. Babamın çalıştığı tersaneye bağlı, kaldığı bir yer vardı. Tersanenin işçileri için yaptırdığı barakalar vardı. Misafir İşçi Babam filminde bu barakaları gösteriyorum. Gerçekten bir Anadolu köyünü andırıyor bu evler. Tamamen bir Anadolu köyü gibi. Sivaslılar vardı, Trabzonlular, Karakoçanlılar vardı. Orda Alman toplumundan tamamen kopuk bir biçimde yaşıyordu insanlar. Hiçbir alışverişi olmuyor bu insanların Almanlarla. Sadece işte karşılaşıyorlar ve birbirlerine merhaba, günaydın, eyvallah diyorlar. Yaşamlarını dil bilmeden bu mahallede sürdürmeleri mümkün oluyor. Bir süre sonra aileler yerleştirildi oraya. Böylece eşlerini memleketinden, köyünden getiren o tersanede çalışan ikinci kuşak da oldu. Çocukları büyümüş, çocukları okula gitmeye başlamış. El ele okula gidiyorlar anneleriyle, anneleri Almanca bilmiyor ama. Bilmelerine de gerek yok zaten.

Tekrar aynı soruya dönersek böylesi bir ortamda sinemayla buluşman nasıl oldu, sinema yapmaya nasıl başladın?

Bu ortamın kendisi beni sinemaya itti diyebiliriz. Kendini ifade etmek için bir arayış içerisine giriyorsun. Ben gerçi 1986’da başka bir alanda eğitimimi sürdürüyordum, ekonomi politik okumaya başlamıştım. Farklı düşüncelerim vardı. Gazetecilik yapmak ya da ekonomi politikte doktora yapmak gibi… Okul bana pek çok şey öğretti. Dünyayı, Avrupa’yı, dünyadaki blokları, kuzey ve güney arasındaki bağımlılıkları, ekonomik siyasal politikaları ve uygulamaları, sonuç olarak yaşadıklarımı anlamak adına çok katkısı oldu bana. Tarihi, hukuku kavramamı sağladı. Bir yandan çok şey öğretti ama bir yandan da farklı bir alanda çalışmaya itti beni. Farklı bir gerçekliğe yönlendirdi. Okulu bitirdim ama okulu bitirdikten sonra arada kalmış biri gibiydim. Oraya daha sonra gitmiş birinin tutunması çok zor, bunu söylemek gerekiyor. Hele işçi olarak kalmak, baban gibi fabrikalarda çalışmak istemiyorsan daha da zor. Evlenmen gerekiyor, çocuklarının olması gerekiyor aslında. Ben böylesi bir yaşama yanaşmadım. Beni böylesi bir yaşama davet ettiklerinde de reddettim diyebilirim. Sonuç olarak, dediğim gibi, kendini ifade etme arayışı sürecine giriyorsun. Başka bir dili öğrenerek kendini ifade etmeye çalışıyorsun. Ben 6 yaşında Türkçe’yi, 16 yaşında da Almanca’yı öğrenmeye başladım. Tam olarak hiç bir dile hakim değilsen aslında kendini görsel olarak ifade etmeye başlıyorsun. Başka bir dili kullanmaya başlıyorsun. Örneğin ben, Almanya’da sayıları 10’a yakın olan Türkiye kökenli yönetmenlerin neden sinemaya yöneldikleri sorusunu düşündüğümde; bu durumun kendisi, yani görsel olarak kendilerini ifade etmeye çalışmaları bir değer taşıyor.

Sonuçta sinema o olanağı sunuyor, herhangi bir diyalog olmadan bir filmle kendini anlatabilirsin. Sinemaya ilk olarak ne zaman ve nerede gitmeye başladığını, Almanya’da sinemayı nasıl takip ettiğini de soralım öyleyse.

Televizyon bizim oralara 1976 yılında geldi sanırım. Hatırlıyorum yatılı okulda cuma ve cumartesi akşamları spor salonunda ufak bir televizyon vardı, seyrederdik bazen. Tunceli’ye geçtiğimizde ise yatakhanede bir televizyon vardı ve akşamları açık olurdu. Seyretmesek de açık olurdu o televizyon. Tunceli’de sinema yoktu. Karakoçan’da iken 1975-1976 yıllarında geceleri sinemaya kaçardık. Anayollardan değil de çalılıklarla, çamurla kaplı arazilerden, tarlalardan geçerek gitmeye çalışırdık sinemaya. Anayolları kullanmazdık çünkü öğretmenlere yakalanmaktan korkardık. O yıllarda bizim için sinemaya gitmek biraz da kaçış anlamına geliyordu.

1980’lerin başında Hamburg’un Altona semtinde pazar günleri Türk filmleri gösteren bir salon vardı. Ben de bu sinemaya bir iki kez gitmiştim ama bu salon 1981’de kapandı. Çünkü, video furyası başlamıştı. Türk videotekler açılmaya başladı her yerde. Aileler hemen video aldılar ve o video filmlerin tamamını izlediler. 1990’li yıllarda özel televizyonlar yayına geçtikten sonra aynı filmleri tekrar televizyonda izlemeye başladılar. Ama benim aile yaşantım olmadığı için, çanak antenim de yoktu, bu filmleri, Yeşilçam sinemasını çok derinden takip etmiş değilim. Fotoğrafa da meraklı oldum hep. 1987 yılında bir fotoğraf sergisi de açmıştım.

Türk sinemasının Almanya’daki temsilcileri ya da Almanya’daki Türk sineması olarak tanıtılıyorsunuz. Filminizin gösterimi öncesinde de bu şekilde tanıtıldınız. Böylesi bir tanıma başka yerlerde, hakkınızda çıkan herhangi bir yazıda da rastlamak mümkün. Biz buna katılamıyoruz. Siz kendinizi böylesi bir sinemanın parçası olarak mı görüyorsunuz?

Ben de buna katılamıyorum. Şöyle diyeyim, Hamburg’da, ben değil sadece, Fatih Akın, Ayşe Polat olsun diğer sinemacılar olsun klasik bir sinema televizyon eğitiminden geçmedik. Almanya’da Münih’te ve Berlin’de var bu okullar. Oradan mezun olan insanlara benzer bir biçimde eğitim almadık. Kendi başımıza öğrendik sinemayı. Ben 1992 yılında Hamburg Güzel Sanatlar Akademisinde görsel iletişim bölümüne devam ettim, belgesel sinema dersleri aldım ama daha çok sinemaya giderek keşfettim sinema sanatını. Yönetmenler hakkında çıkan kitapları okuyarak, araştırarak, senaryo yazım aşamasında arkadaşlarla tartışarak öğrendim. İzlediğimiz filmler üzerine düşünerek tartışarak, birbirimizin projelerine karşılıklı destek olarak devam etti öğrenme süreci. Türkiye kökenli olmam sinemamı etkiler pek tabii ama hikayelerini anlattığım insanlar daha çok oraya gelen ve orada yaşamak zorunda kalan, oranın problemlerini yaşayan insanlar. Ama buna Türk sineması diyemem. İleride Türkiye’ye gelip film yapsam bile o film artık Türkiye sinemasına mı ait olacaktır yoksa değil midir bilemem doğrusu. Böylesi bir tartışmaya da katılmak istemem; sinema yapmak isterim. Sinemanın evrensel bir dili var. Gerçi bu bir Hollywood filmidir diyebiliyorsun. Peki Alman sinemasının bir parçası olmanın kıstası nedir?

Biz şunu da sormak istemiştik aslında son yıllarda özellikle-ister Türkiye’den olsun ister İran’dan- Kürt yönetmenlerin filmleriyle birlikte, Kürt halkının sinemada gerçekçi bir biçimde temsil edildiğini görmeye başladık. Siz de bu yönetmenlerden birisiniz. Kürt sinemacılar söz konusu olduğunda, bunun dışında ortak bir paydadan söz edebilir miyiz?

Kürt filmleri festivali yapılmaya başlandı. Bu festivalin ilk yıl açılış filmi Bahman Gobadi’nin filmiydi. İkinci yılda da benim filmim açılış filmi oldu. Ben Gobadi’nin ilk filmini seviyorum gerçekten kendi tarzıma yakın buluyorum. Fakat, iki film birbirinden çok farklı, biri Almanya’da çekilmiş diğeri İran Kürdistanı’nda çekilmiş Kürt kahramanları olan iki ayrı film.

Gobadi’nin nesnelliği ile sizin nesnelliğiniz arasında önemli farklar var; bu da doğal olarak yaptığınız sinemaya yansıyor, onu belirliyor. Sizin sinemanız önemli Avrupa’ya göç gibi, pek çok insanı doğrudan ilgilendiren, önemli bir olgudan etkileniyor. Göçmen sinemacı yönetmenin kimliğine dair bir saptama ancak göçmenler üzerine sinema yapmak başka bir durum. Ama her iki şekilde de tanınmak istemeyen sinemacılar olduğunu da biliyoruz. Bu dünyada olup bitenlere kayıtsız değilseniz, insanların yaşadıklarına tanıklık ediyorsanız ve bunu ifade edebilecek araçlara sahipseniz göçmenler üzerine de filmler yaparsınız. Bu doğal olarak gelişen bir durum. Siz de Nisan Çocukları’ndan sonra Küçük Özgürlük filminizde de gerçekçi bir dille göçmenleri konu almaya devam ediyorsunuz. Bu tanımlamalar içinde kendi sinemanızı nereye oturtuyorsunuz?

Benim bu hikayeleri anlatırsam bana para verecekler diye bir sorunum olmadı. Benim sinemaya yönelmeme neden olan belgesel filmim. Hayatımdaki altüst oluşlar beni sinema yapmaya itti. Kardeşimin evi barkı yoktu, eşiyle birlikte benim evimde kalıyorlardı. Eşi o dönemde hamileydi. İlk çocukları benim evimde dünyaya geldi. Bu beni çok heyecanlandırdı. Okulu bitirdiğim o dönemde duygusal bir bunalıma da girmiştim. Çocuk doğduğunda, birden kendi çocukluğumu düşünmeye başladım. Biz yayladaydık, babamın bizi bırakıp Almanya’ya gidişi aklıma geldi. Sonraki yıllarımı, Almanya’ya gelişimi hatırladım ve bu hikayeyi, Almanya’da dünyaya gözlerini açmış, o üçüncü nesilden çocuğa anlatmaya karar verdim. Nasıl anlatacaktım? Film yapmaya karar verdim. Yıl 1991’di, daha güzel sanatlara gitmemiştim. Filmi ancak 94’de gerçekleştirebildim, her yere başvurdum filmi çekebilmek için. Göçmen sineması deyince ben şöyle düşünüyorum: Hikayeleri anlatılmayan bir topluluk var benim gözümde; kendimizi anlatmamız gerekiyor. Bizim de hikayelerimiz, düşüncelerimiz var. Bunu biz yaparsak daha iyi ifade edebileceğimizi düşünüyorum.

Ben sinemaya başlamadan birkaç yıl önce Hark Bohm diye bir Alman yönetmen Yasemin(1988) adında popüler bir film yapmıştı. Bir Alman gence aşık olan Türk kızının ailesiyle yaşadığı sorunları anlatıyordu. Babası anlayışla yaklaşmıyor değildi kıza ama dinci amcasının etkisiyle kızı Türkiye’ye geri göndermek istiyor. Siyah-beyazla anlatılan bir film. Filmi, amcanın tavrını kendi gerçekliği içinde dile getirmediği için gerçekçi bulmadım. Şunu demek istiyorum; bir insani katil yapacak bazı sebepler vardır. Bu nedenlere bakmak gerekiyor; hümanist yaklaşım budur bence. İnsanları sadece karalayarak gösteremezsiniz.

Film çok popüler oldu. Alman televizyonunun biz göçmenlere olan yaklaşımı da beni çok rahatsız ediyor. Batı gözüyle bize yaklaşmaları kültürlerinin de çoğu durumlarda, alanlarda yeterince gelişmediğini gösteriyor. Bizim kendimizi ifade etmemiz gerektiğini gösteriyor bana bu yaklaşım. Aynı zamanda filmlerimle birlikte benim sinemaya farklı yaşlaştığımı, farklı yüzleri, Türkiyelilere karşı farklı bir bakışı gördüler. Bu da Alman sinemasına büyük bir katkıdır. Bu durum ödüllendirildi de; Cannes’a katılacak 30-40 Alman filmi arasından benim filmimi seçtiler. Filmin seçilmesini Almanya’yi şimdiye kadar böyle bir bakış açısıyla görmedik şeklinde gerekçelendirdiler. Baran’ın bakış açısı onlara yabancıydı. Onun gözünden onun içinde bulunduğu şartları eleştiren bir film yaptım.

Şu ana kadar göçmen hikayelerini anlattım ama bu durum örneğin günün birinde Türkiye’ye gelip film çekersem değişecektir. Ben ilk etapta sinema yönetmeniyim. Göçmenlik geçtiğimiz yüzyılda büyük bir sorundu bu sorun yaşadığımız yüzyılda daha da büyüyerek devam edecek. Liberal bir bakış açısıyla sermayenin serbest dolaşımı savunuluyor ama insanların serbest dolaşımı gittikçe daha çok engellenmeye çalışılıyor, zorlaştırılıyor. Diğer taraftan insanlar yerlerinden, yurtlarından ediliyorlar; başka kültürlerle, başka koşullarla karşılaşıyorlar. Korkunç bir altüst oluş yaşanıyor. Bu altüst oluşun insan kişilikleri üzerindeki etkileri, insanların buna verdikleri tepkileri anlatmaya çalışıyorum.

Son filminize dönersek, öncelikle filmin isminin neden Küçük Özgürlük olduğunu sormak istiyoruz?

Bana kalmış olsaydı Türkçe adını ‘Bir Yudum Özgürlük’ diye koyardım. Küçük Özgürlük adının Hamburg’la bir ilgisi var. Hamburg’da Küçük Özgürlük (Kleine Freiheit), Büyük Özgürlük (Grosse Freiheit) diye birbirine paralel çok farklı iki sokak var. Küçük Özgürlük sokağı renksiz, çıplak, kuru bir sokak. Büyük Özgürlük sokağı ise, pavyonların, kumarhanelerin, barların olduğu ünlü bir sokak. Seks gösterileri vs. yapılıyor. 50’li yıllarda, Almanya savaştan çıktıktan hemen sonra Almanların ünlü aktörü Hans Alberts’in oynadığı ‘Büyük Özgürlük’ adında şaşalı bir film yapılmıştı. Savaşın yıkıntılarının üzerini örten orta üst sınıfın tatlı yaşantısını anlatan popüler bir filmdi. Ben de yaklaşık 50 yıl sonra Almanya’yı diğer sokaktan göstermeye çalıştım. O filme bir gönderme yaptım. Alman seyircisi filmimi izlediğinde bunu anlayacaktır. Almanya’da daha gösterilmedi film. Dağıtımcıdan kaynaklanan sorunlar yüzünden, Mart başında gösterime girecek orada.

Filmin ilk yarısı daha sakin akarken, biz yavaş yavaş karakterleri tanıyoruz. İkinci yarıyla birlikte filmin ilk kısmındaki sakin havadan tamamen uzaklaşıyoruz ve sürekli bir hareketlilik yaşanıyor. Filmin anlatımındaki bu değişim neden kaynaklanıyor?

Filmde ara verilmemiş olsaydı bu değişim daha doğal görülecekti. Baran, Selim’in kendi ailesinin ölümünden sorumlu olabileceğini anlayınca, Baran’ın karakterinde bir altüst oluş yaşanıyor ve bu altüst oluş filmin dramatik kurgusuna yansıtılıyor. Bunu senaryoda da kurmuştum ve filmi çekerken buna çok dikkat ettim. Filmin ilk yarısında kullanılan müzik genellikle kaynak müziktir, teyp açıldığında müzik duyulur örneğin. İkinci yarıdaki müzik biraz daha hareketlilik yaratmak için daha çok film müziği olarak kullanılmıştır. Dramatik bir yükselişe geçiyor film.

Pek çok ayrıksı ve dramatik olay artarda gerçekleşiyor. Baran’la Chernor’un yaşadıkları var. Baran’ın Selim’le hesaplaşması var. Haydar’ın Saraybosnalı kadınla bir yakınlaşması oluyor. Bir yandan lokantanın açılışında yaşanan kavga sahnesi var. Baran ve Chernor’un sokaktan arkadaşları evsiz Kaptan ölüyor. Bir sona yaklaştığımızı hissediyoruz filmde.

Bu benim anlatış tarzımda var. Nisan Çocukları’nda üç kardeş için üç ayrı perspektif vardı. Bu filmde bunu daralttım hatta. Film uzun bir süre Baran’ın perspektifinden anlatılıyor. Ancak, Chernor, elinde silahla Selim’i vurmak için evden çıkan Baran’ı ararken ikinci bir perspektif kullanılıyor. Ama genelde yoğunluğa, karışıklığa rağmen film Baran’ın gözünden anlatılmaya devam ediliyor. Ki Selim var, Haydar’ın hikayesi var, siyah çocukların, Saraybosnalı Alma’nın hikayesi var.

Diğer taraftan, filmin geçtiği San Pauli, sadece Türkiye’den değil, Balkanlardan, dünyanın pek çok bölgesinden göçmenlerin yoğunlukla yaşadığı, hikayelerin birbirine girdiği bir yer. Ben de bu iç içe geçmişliği içererek anlattım filmimi. Örneğin Baran, amcasının oğlunun yanında çalışıyor, amcasının oğlunun da bir hikayesi, bir geçmişi var, bunu gözardı edemezdim. Baran, hayatta hep kaybetmiş olmasına rağmen Selim’i affedebiliyor ama arkadaşı Chernor’a yapılanları affetmiyor. Arkadaşını kaybetmek istemiyor ve ikinci kez silaha sarılıyor.

Bir yandan da ayrı bir biçimde gelişen bu olaylar ortak bir temada dost ve yabancı olmanın getirdiği affetme ve dayanışmada buluşuyor.

Film genel olarak arkadaşlıklar üzerine bir film aslında. Örneğin, Haydar ve Delil yıllarca dağlarda savaşmışlar, birbirlerini korumuşlar ama lokantadaki kavgada Delil Haydar’ın elinden çıkan bir kaza kurşunuyla yaralanıyor; ölümle burun buruna kalıyor. Selim, Baran’a ‘baban benim en yakın arkadaşımdı, onu nasıl ihbar ederim’ diyor. Arkadaşlıklar üzerine anlatımın doruğa çıkması Baran’ın silahını alıp Chernor’u kurtarmak için karakola gittiği sahnedir.

Gerçekte göçmenlerin kendi aralarındaki ilişkileri nasıl Hamburg’da. Örneğin filminizin kahramanları Baran’la Chernor’un yaşadığı dayanışma yaşanıyor mu?

Evet bir Kürt’le bir siyah arasında böyle bir dayanışma yaşanabilir. Küçük yaşlarda, Afganistan’dan, Türkiye’den, İran’dan, Afrika’dan gelen çocuklar 16 yaşını doldurana kadar birlikte yurtlarda kalıyorlar, okula gidiyorlar, birlikte yaşıyorlar. Almanya kanunlarına göre devlet 16 yaşına kadar bakmak zorunda bu insanlara. Filmdekine benzer arkadaşlıklar da yaşanıyor. Hele hele üçüncü nesilde bu türden arkadaşlıklara sık rastlanıyor, yurtlardan ayrıldıktan sonra da aynı mahallede yaşıyorlar, görüşmeye devam ediyorlar.

Almanya’da kaç sinemada gösterime girecek filminiz?

10 sinemada girmesi planlanıyor.

İlk filminiz Nisan Çocukları’nı kaç kişi izlemişti?

Tam sayıyı bilmiyorum. Ama çok tanınan bir film Nisan Çocukları. Alman televizyonunda üç kere gösterildi. Ocak ayında yine gösterilecek. Filmin adına da kısaca değineyim. Nisan Çocukları benim bulduğum bir ad. Almanya’da yaşayanlar, Türkiye’ye genellikle temmuz ağustos aylarında gidiyorlar. Çocuklar da genellikle, döndüklerinden dokuz ay sonra, Nisan ayında doğuyorlar. Babam Almanya’ya çalışmaya gittikten sonra iki kız kardeşim dünyaya geldi; ikisi de Nisan doğumlu. Bu yalnızca benim kardeşlerim için değil, o yıllarda doğan birçok çocuk için geçerlidir. Ama bir de bu çocuklar nisan ayında doğmasalardı…!!!