19. Kerala Film Festivali’nden İzlenimler
Aylin Sayın /
Hindistan’ın uzun yıllar sosyalizmle yönetilmiş olan eyaleti Kerala, Hindistan’ın güney batısında yer alan, Arap denizine kıyısı olan doğa harikası Cochin’le ve uzun kumsallarıyla bilinen bir yer. Benim için Arundhoti Roy’un memleketi ve olağanüstü kitabı ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’nın ilhamını aldığı yer. Festival, Kerala’nın başkenti -telaffuz etmesi hayli zor-Thiruvananthapuram’da yapılıyor. Uluslararası bilinirliği olan bir festival ve bunda seyircisinin rolü büyüktür herhalde. Saatlerce kuyrukta bekleyen, yer bulamazsa merdivenlere oturan ya da ayakta filmi izleyen, beğendiği yerlerde alkışlayan, ıslık çalan, sevdiği filmle yakın bir ilişki kuran bir seyircisi var.
Diğer festivallerin aksine IFFK delege sistemiyle düzenleniyor. Festivali takip etmek isteyenler her film için bilet almak yerine festival öncesi 500 rupi (7 Euro) ödeyerek festivale akredite oluyorlar. Festival filmlerini, entelektüel bir faaliyeti alınıp satılan bir meta olarak görmeyen festival yönetimi, biletleme işini bu yolla yapıyor. Bazen saatlerce kuyrukta beklemek anlamına gelse de (koltuk sayısı 300 fakat bu yıl 10.000 kişi festivale akredite olmuş) delegeler festivale bir aidiyet geliştiriyorlar ve çok film izlemek isteyen daha az parayla bunu mümkün kılabiliyor. Bu sistemden konuk ağırlamaya kadar sosyalist bir mantığın festivale sirayet ettiği söylenebilir. Bir yıla yakın Hindistan’da yaşamış biri olarak sosyalizmin nimetlerinin sadece festival ortamında değil eyaletin bütününde hissedildiğini de söylemeliyim. Kerala, Hindistan’ın en yüksek okuma yazma oranına sahip olduğu, dilenci oranının düşük ve evsizlerin olmadığı bir eyalet. Hindistan’ın diğer yerlerini görmemiş biri için fark etmesi güç ayrıntılar elbette bu saydıklarım. Olması gereken şeyler; barınma, sağlık ve eğitim imkanı burada uzun yıllardır güçlü bir sosyalizm geleneği dolayısıyla bir hak olarak insanlara verilmiş durumda.
Kerala’ya dair bu kısa bilgiden sonra festivale dönersek, filmlere bu kadar çok ilginin olmasının en önemli sebebi elbette ki Bollywood, Tollywood (AndhraPradesh film endüstrisi) ve Mollywood (ticari Malayalam filmlerinin yapıldığı film endüstrisi) tarafından işgal edilen sinemalarda bunun dışında kalan sinema anlayışını görmenin neredeyse imkansız olması ve elbette Hint insanın, özellikle okuma yazma, üniversiteye gitme oranının yüksek olduğu Keralalıların(çoğunlukla gençlerin) sinemaya entelektüel ilgisi.
Festivalin uluslar arası yarışma bölümünde yarışan Oonga tanıdık bir hikayeyi anlatıyordu. Orissa eyaletinde yaşayan Adivasilerin (yerli halk) köyleri (ormanları) maden şirketi tarafından işgal tehdidi altındayken Naxalitleri, köylüleri, eğitimle ancak bu tehditlere karşı gelinebileceğini düşünen bir öğretmeni ve askerleri karşı karşıya getiriyordu. Filmin hangi tarafta konumlandığını sorduğumuz yönetmen “Eğer bir yerde konumlandırmam gerekirse hiçbiri derdim, bu çemberde herkes kurban. Filmdeki asker bile babasının çiftçi olduğunu ve toprağını satmayı reddettiği için dövüldüğünü, bunun üzerine asker olmaya karar verdiğini söylüyor. Bu bir çember.” diyor. Naxalitler köylüler için tek kurtuluşun örgüte katılmak olduğu konusunda ısrarcıyken öğretmen de yerli çocuklara Hintçe ve okuma yazma öğretme idealindedir. Bütün bu çatışmalar yaşanırken Oonga adlı 7 yaşındaki yerli çocuk köyünden ayrılarak şehre Ramayana destanını tiyatroda izlemeye gider. Gösteriden ve Rama’nın cesaretinden etkilenen Oonga, Rama (tanrı Vişnu’nun avatarı) gibi mavi renge boyanarak hayatı Rama’nın gözlerinden görmeye başlar. Kendisini onunla özdeşleştirerek askerlere karşı köyünü korumak ister. Film bir çocuğu merkeze alarak bu kadar problemli bir konunun aşırı trajik olmasını engellemiş. Film dert ettiği sorunu popüler Hint filmleri izlemeye alışkın seyirciyi filmin içine çekecek dans ve şarkı sahneleriyle anlatsa da bu tercih filmin festivalde herhangi bir ödül almasını engellerken gişede başarılı olmasına vesile olmasını dileyelim.
Festivalde en iyi film ödülünü alan Arjantin yapımı Refugiado (Diego Lerman) erkek şiddetini bu şiddeti hiç göstermeden, kocasından kaçmaya çalışan bir kadını ve 7 yaşındaki oğlunun hikayesini sade bir dille anlatan bir filmdi. Babadan kaçarken çocuğun yaşadığı gelgitleri de anlatmasıyla büyümeye dair bir hikaye de olduğu söylenebilir. Aynı bölümde İran’dan iki film de vardı. Coğrafi ve tarihi yakınlıkları dolayısıyla Hintlilerin İran sinemasına özel ilgi gösterdiklerini de söylemeliyim. Abbas Rafei’nin yönettiği Oblivion Season (Fasle Faramoushi-e Fariba) tutucu bir ülkede evlenmeden önce seks işçisi olan bir kadının toplum tarafından nasıl dışlandığını anlatmak amacıyla yola çıkmış bir film. Filmde tutucu bir topluma nazaran kötücül ve kıskanç bir koca izlediğimi söyleyebilirim. Kocası hastanelik olduktan sonra onun işini devralarak nakliye şoförlüğü yapmasını kabul eden hatta ona destek olan bir toplumdan bahsediyoruz. Film amaçladığının aksine tutucu bir toplumu değil ruh hastası bir adamın bir kadının hayatını nasıl çekilmez kıldığını anlatabilmiş. Festivalde yarışan diğer İran filmi The Bright Day (Rooz-e Roshan, HosseinShahabi), Oblivion Season’ın aksine olaylardan çok bir duygu durumuna odaklanarak adalet duygusunun nasıl da kişileştirilebileceğini, nasıl da kırılgan olabileceğini anlatıyordu. Filmin büyük bir kısmının araba içinde geçmesiyle Abbas Kiarastomi sinemasıyla, anlattığı konuya yaklaşımıyla da Asghar Farhadi sineması ile akrabaydı.
Festivalde Fipresci ödülü alan Fas filmi ise They are the Dogs (C’est Eux Les Chiens, HichamLasri) 1981 yılında askerler tarafından gözaltına alınan sendika aktivisti bir adamın herkes öldü sanırken ‘Arap Baharı’ sırasında hapishaneden çıkması ve ailesini aramasının hikayesi. Solcu bir sendikacı olan Majhoul, Fas’ta ekonomik ve sosyal bir değişim talep ettiği için yıllarca hapis yatmışken Fas’ta yine bir değişimin talep edildiği, Kazablanka sokaklarında devrimci bir baharın estiği günlerde, otuz yıl sonra hapisten çıkar ve eylem yapan kitlenin arasına karışır. Bu eylemlerde bir hikaye, merak uyandıracak bir konu arayan televizyon ekibiyle tanışır ve ailesini beraber aramaya başlarlar.
Film, Majhoul’un arayışını anlatırken Kazablanka sokaklarını onun gözüyle de görmemizi sağlar. Filmi genelde televizyon ekibinin kamerasından izleriz. Bu, filme bir dinamizm getirirken filmin gerçekçiliğini de bir adım da öteye taşır. Filmin belgeselle kurmaca arasında bir yerde durduğu söylenebilir. Dolayısıyla çok rahat bir aile melodramına dönüşecebilecek olan konu trajediye uç verir. Film Fas’taki politik kalkışmalardan hareketle geçmişle geleceği Majhoul’un varlığıyla bir araya getirir. 30 yıl sonra pek de bir şey değişmediğine göre şimdinin hesaplaşılmamış geçmiş tarafından takip edildiğini söyler.