Giovanni Scognamillo ile Söyleşi: “Bugün eleştiride bir kriter yok.”
Sizinle, özellikle 1980 sonrasında Türk sinemasındaki eleştirinin durumu üzerine konuşmak istiyoruz. Geçtiğimiz dönemde televizyonda ve daha sonra da basında eleştirmeninin konumu ve işlevi tartışıldı. Özellikle Mustafa Altıoklar’ın söyledikleri tartışma konusu yaratıyor gibi oldu, eleştirmenler bunlara yanıt verdiler ve konu kapandı gibi gözüküyor. 1980 sonrasında, Türk sinemasında eleştirinin gelişimine baktığımızda, aslında bu alanda yaşananlar eleştirmenleri böyle bir noktaya getirdi, yani aslında biraz kendileri bu konuma düşmele-rine neden oldu. Çünkü en başta eleştiri daha çok gazete sayfalarına ve film tanıtımına kendini hapsetti. Böyle olunca da herşey beğeni düzeyinde tartışılır oldu.
Giovanni Scognamillo: Sadece eleştirmenleri suçlamamalı, basının genel durumu bugün ne ise onlar da buna ayak uydurdular.
Ama eleştirmenlerimiz 1980 sonrasında kendilerini silahsız bıraktılar. Eskiden sahip oldukları silahlarını, kamuya açılma araçlarını bıraktılar ve reklam endeksli bir noktaya geldiler.
1960’lı yıllarda her gazetede bir sinema eleştirmeni vardı. Gazetelerin çoğu da bir sinema sayfalarının olmasını, bir eleştirmenin olmasını istiyordu. Artı, yapılan eleştiriler seyirci üzerinde de etkiliydi. Bugün sinema eleştirilerinin ne denli et-kili olduklarını ben çıkartamıyorum. Galiba eskisi kadar değil, çünkü 1960’lı yıllarda filmle ilgili yazılar, sinemaların panolarına konulurdu. Son zamanlarda sinemaların vitrinlerine bakıyorum ve pek eleştiri yazısı göremiyorum.
Bir sinema eleştirmeninin görevini ve yerini nasıl tanımlarsınız?
Bir eleştirmenin görevi ve sorumluluğu bence izlediği, yerli ya da yabancı, filmin yönetmenine karşı değildir. 1980 sonrasında şöyle bir durum oldu: Maksat o yönetmenin filmini kurtarmak oluyordu. Çok ender durumlarda eleştiri bir filme hak ettiği değeri veriyordu. Genelde şu ya da bu tarafıyla kurtarmaya çalışıyordu. Bu da tabii yönetmenlerle kimi sinema yazarları arasındaki özel ilişkiden kaynaklanıyordu. Asıl benim daha önce de üzerinde durduğum nokta, bugün eleştiride bir kriter yok. Bir de formasyon eksikliği var. Yani, örneğin yüksek öğretim yapmak yeterli olabilir de olmayabilir de. Ama en önemlisi hangi kriterlere göre sen bu filmi eleştiriyorsun, neden eleştiriyorsun, kimin için eleştiriyorsun, bütün bunlar bugün açık değil. Televizyonlarda bazı genç eleştirmenler toplanıyorlar ve tartışıyorlar. Haftanın bir ya da iki filmi üzerinde duruyorlar. Bu tartışmalarda çok kişisel şeyler çıkı-yor. Örneğin filmde fareler var ve biri çıkıp der ki ben farelerden tiksinirim. Bir başkası da farklı bir şey söyler. Son zamanlarda herkes açık açık ben kendi beğenime göre filmleri eleştiriyorum diyor. Bu öznel eleştirmenlik ne getiri-yor? Senin beğeninin temelleri nedir, neye göre beğeniyorsun, neye göre beğenmiyorsun? Bir de, son dönem eleştirilerde geçmişe ait hiçbir referans yok. Bugün birçok Amerikan filmi, eskiden yapılanların yeniden çevrimi. Fakat bunu belirten hiç kimse yok. Örneğin bugünkü Zorro’yu değerlendirebilmen için, en azından diğer Zorro’lardan biraz bilgi sahibi olman gerekiyor. Tamam yaşın tutmuyor, Fairbanks’ın sessiz Zorro’sunu belki seyretmedin, 30-40’lı yılların tekmili birden Zorro’larına yetişmedin, seyredebilme imkanın da yok. Ama en azından, tarihsel bir araştırma yap. Bu Zorro kimdir, nereden çıktı? Sadece Amerikan sineması değil, birçok ülke sineması Zorro’yu çekti. Hatta Yeşilçam’ın çektiği dört adet Zorro var. Bunları eleştiri yazarken referans olarak göstermek gerekiyor. Yani bunlardan yola çıkıp bugünkü Zorro’yu değerlendirebilirsin. Bütün bunlar eleştirilerde yok. Bu bence, o eleştirilerin değerini, varsa değerleri tabii, iyice baltalıyor.
Bu durumda eleştiri, yönetmene değilse, okuyucuya ve izleyiciye yönelik olacak…
Eleştirinin, potansiyel bir izleyici olan okuyucuya yönelik olması gerekiyor. Çünkü eleştirmenin görevi budur. Tabii mümkünse, yerli filmlerden söz ettiğimizde, o filmlerin yönetmenlerine de yönelik olabilir. Ancak, buradaki sorun, eleştirmenin sinemayı o yönetmen kadar bilip bilmediğidir. Bu çok önemli.
Sinemayı bilmek derken, teknik olarak mı bahsediyorsunuz?
Sadece teknik değil, tarihsel, kuramsal anlamda da. Yani eleştirmenin bir sinema formasyonu olması gerekir. Bir de genel kültür gerekiyor. Artı eleştirmenin siyasal bir tutumu da olabilir. Bütün bunlar bir araya gelmeyince yazılar yazılıyor, ama bunlar köşe yazısı da olabilir. Yani bütün eleştiriler gerçekten eleştiri değil. Kaldı ki bugün, köşe yazarları da beğendikleri filmleri yazıyorlar. Geçen sene hatırlarsınız polemik çıktı.
Eleştirmenin kimliği üzerine birşeyler sormak istiyorum. Bugün eleştirmenlerin ko-numları değişti. Ciddi bir tekelleşme var. Gazeteler, televizyon ve bunların alt yayınları olarak dergiler… Bu anlamda konumların değişmesi, yazdıkları yazıları ve önceliklerini belirlemeye başlıyor.
O vakit biz bu yazılara eleştiri demeyelim, tanıtım yazısı diyelim.
Yani bir tür, reklam almak için yapılan reklam yazıları…
Reklam zaten film vizyona çıkmadan alınıyor ve filmin gösterimi boyunca devam ediyor.
Biraz önce eleştirmenin formasyonundan bahsettiniz. Eleştirmenlerin formasyonları o derece düşmüş ki, diğer yazılanlara ve lite-ratüre referans vermek, geçmişe ait bilgileri biliyor olmak hemen hemen hiç gerekmiyor. Eleştirmenler, örneğin filmlerdeki kahramanların insanları nasıl etkilediğinden ya da algılarını nasıl biçimlendirdiğinden konuşmadan beğeni düzeyinde eleştirilerini yazı-yorlar. Nijat Özön, 1950’lerde yazdığı bir yazıda, bir film belgesel olabilir, savaş üze-rine olabilir, tarım üzerine olabilir; fakat eleştirmenin bu farklı konular üzerinde kendisi yetiştirmesi ve bundan sonra yazı yazmasını söylüyordu. Bugün sizin kısaca formasyon dediğiniz noktada ve nesne olma duygusunda bir eksiklik var.
Herşey değiştiğine göre, demek ki eleştiri de değişti, eleştirinin işlevi değişti.
Doğru, eleştirinin işlevi bir tanıtım yazısı olmanın ötesine geçemiyor. Gazetede yazılı-yorsa, bu, eleştirinin, formatından tutun da içereğini belirleyebiliyor. Örneğin bu son eleştirmen tartışmasında, eleştirmenler yanıt vermek yerine, 1980 sonrasında gelişen kendi konumlarına baksalardı, bazı şeyler daha net olabilecekti. Çünkü kendilerini işlevsiz duruma getirdiler. Bu durumda da, örneğin Altıoklar’ın söylediklerine doyurucu yanıtlar veremiyorlar.
Gazetenin durumu, çizgisi, reklam durumları, onları bağlıyorsa bunu da itiraf etmek bence yararlı olur. O vakit eleştirmen eleştirilmez.
Bu konuda Ahmet Haşim’in “Mısram namusumdur” diye bir sözü var.
Bizim basında öyle olmak son derece zordur. Günlük gazetelerde eleştiri yazmak kolay birşey değil. Çok önemli bir filmle karşılaşıyorsun, ama o filmi iki ya da üç kez seyredebilecek vaktin yok. Bir kere seyredersin ve ne kaparsan kaparsın, yazını hemen yazıp gazeteye ulaştırırsın. Sonradan düşündüğünde ya da filmi yeniden seyretme olanağına kavuştuğunda ne kadar yanlış şeyler yazdığının farkına varıyorsun. Şimdi Türkiye’de kala kala iki tane sinema dergisi kaldı, bir Sinema bir de bizim Yeni İnsan Yeni Sinema. Piyasanın kaldırabileceği iki-üç aylık dergi daha olsaydı, ben magazine bile razıyım, o zaman vakit sorunu olmuyor. Hem film için daha sağlam bir kafayla düşünebilirsin, hem de birden fazla filmi izleyebilirsin. O vakit çok daha sağlam bir eleştiri yazarsın.
Bir sinema dergisinde yazmanın bir gazetede yazmaya göre fark etttirmesi gerekiyor.
Tabii. Bir gazetede belirli bir yerin var. Bir filmi uzun uzun inceleyemezsin.
Bir de eleştirinin şablonlaşma sorunu var. Gazetelerde yazmak ve formasyon eksikliği, birlikte, gazetede yazılan sinema eleştirilerinin şablonlaşmasına neden oluyor. Ayrıca, eskiden piyasaya çıkan sinema yayınları üzerine de eleştiriler yazılırdı.
O artık olmuyor, onun da nedenleri var tabii. Çoğu sinema yazarları kitap çıkardıkları için, kitabın tanıtımını yapmayı tercih ediyorlar. Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor: Bugün dışarıdaki sinema yayınlarına baktığımızda, sinema dergileri git gide magazinleşiyor. Bugünkü Sight and Sound eski Sight and Sound değil. Bu dergilerde çıkan sinema eleştirilerine bakarsan, aynı durumun söz konusu olduğunu görürsün. Bu da nereden kaynaklanıyor? Bu dergilerin yaşayabilmesi için, film şirketlerinden ilan almaları gerekiyor, ilan yoksa dergi de yok, dergi yoksa yazı da yok. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil, genel sistemin getirdiği bir sonuç. Tabi akademik dergiler var, üniversite dergileri var. Bugün, İtalya’nın en sağlıklı ve otorite teşkil eden sinema dergisi Bianco e Nero artık senede bir kez çıkıyor, eskiden senede oniki ya da on üç sayı çıkartıyordu. Demek ki orada da bize benzer bir durum var. Ciddi sinema dergileri eskisi kadar satmıyor, bugün televizyon dergileri daha çok satıyor. Bir de eleştiride genel bir düşüş var. Bugün Fransa’ya bakalım, ikinci Andre Bazin çıkmadı. Ama 1950-60’lı yılların bütün dünyadaki eleştiri panoramasına baktığımızda, tamamen bağımsız, bazen çok vurucu, inceleyici bir eleştiri vardı. Git gide o kayboluyor.
Peki, 25. Kare dergisinin film eleştirilerini okuyabiliyor musun?
Bazı yazılarını okuyorum, bazı yazılarını gözden geçiriyorum, tümünü okuyorum diyemem.
Bunu sormaktaki amacım şuydu: 25. Kare, film eleştirilerine daha çok yer veriyor, ama burada söz konusu olan sorun, bu film eleştirilerini okumak ve anlamakta çekilen güçlük.
Bu bana da oluyor. Okumaya başlıyorum ve daha sonra benim bilgim yetmi-yor diye bırakıyorum.
Ortada olan sorun acaba, okuyucunun bilgisinin yetmemesi mi, yoksa postmodern bir eleştiri mi söz konusu olan?
Birisi bana öncelikle postmodern eleştirinin ne olduğunu anlatsın, ondan sonra bakalım.
Temel olarak bir düşünce ve yapı eksikliği olarak tanımlayabiliriz. Bu dergide yazı yazanların çoğu, üniversitelerde öğretim üyeliği yapanlar. Bazılarını dışarıda tutarsak, gerçekten durum ilginç. Örneğin, son çıkan sayıda bir çeviri var, bir öğretim görevlisinin yaptığı bir çeviri. Hitchcock’un Rope filmini Türkçeye Sicim diye çevirmiş, yine aynı şekilde Orson Welles’in Citizen Kane filmini Vatandaş Kane olarak çevirmiş. Zaten bu, formasyon eksikliğini ciddi oranda gösteriyor. Ayrıca bu akademisyenlerin yazılarında sık sık yabancı yayınlardan alıntılar var. Bunların çevirileri de anlamsız hale geliyor. Bir de bu yazıları fazlasıyla parçalı ve bir bütünlükten yoksun gözükü-yor.
Temelde, genel bir sinema bilgisinin eksikliği yatıyor. Bu yazılarda sosyoloji kitapları önem kazanıyor ve bu akademik kitaplardan yapılan alıntılar filmi ne şe-kilde açıklıyor, bu tartışılır.
Bu yazıları akademik bir yazım tarzı olarak mı görüyorsunuz?
Evet. O da belirli bir çevreye sesleniyor. Normal seyirci, sokaktaki seyirci o yazıları okumaya kalkarsa, tabii ki hiçbir şey anlamaz. Potansiyel seyirci bir eleştiride ne arıyor? Temelde ben gişeye elimdeki parayı yatırayım mı yatırmayayım mı sorusunun yanıtını arıyor. Sorun bu. Bir de tabii eleştiride ve genelde sinema yazarlığında, hala eksik olan sinema tarihini bilmemek. Son kuşak eleştirmenlerin bazılarının, sinema tarihiyle kesinlikle ilgileri yok. Onların hedef olarak seçtikleri en azından 1980’lerden bugüne kadar gelen ve Amerikan sinemasının ağırlık kazandığı bir sinema bilgisidir. Bu, belki yazı yazdıkları gazete ya da dergilere yetiyor, ama işlevsel olarak bir ölü noktaya varmak üzereler.
Eskiye geri döneyim. 1960’lı yıllarda eleştiriye açık olmayan çok yönetmenle karşılaştık. Belki o dönemde o yönetmenler bugünkü yönetmenlerden çok daha toleranslıydı. Bugün sürekli olarak eleştiri yönetmen açısından bir saldırıya dönüşüyor. Gerçi bazı eleştiriler de saldırıya yakındır. Tabi gene o son derece öznel eleştirinin katkısı var bunda. Şayet yönetmenin filminde kusurlu birşey gördünse bunu anlatmanın yolu saldırmak değildir.
Bir başka sorun da, Türk sinemasının geneli açısında, yönetmenlerin yapmaya çalıştıkları ve murat ettikleri ile sonuçta ortaya çıkan ürün arasındaki gerilimler, uyuşmazlıklar ve farklılıklar oluyor.
Bir yönetmenin anlatmak istediği şey, filmde muhakkak görülmeli. Ben her zaman söylerim, bir filmi seyrettikten sonra, o filmin yönetmeniyle karşı karşıya gelirsem, o filmle ilgili soru sormam kendisine. Çünkü şayet birşey anlatmak istediyse, ben onu perdede görmüş olmalıyım. Sonrada bana ya da başkasına anlatacağı bütün açıklamalar bence geçersiz. Yalnız her yerde ve her zaman sinema eleştirmeniyle yönetmen arasındaki en büyük çatışma şu: Yönetmen bir film yapıyor ve film gişede büyük bir başarı kazanıyor. Filmi yüzbinlerce kişi seyrediyor, severek ve beğenerek. Fakat birden bir adam çıkıyor ortaya ve bu filmi kötülüyor. Şimdi çoğunluğun karşısında o bir tek kişi mi haklı? Yönetmenin, yapımcının, senaryo yazarının düşüncesi bu.
Kıstaslar farklı.
Elbette. Ve bu yönetmenler eleştirmenlerin görevi ve işlevlerini belki de henüz kavramış değiller. Tamam sanatçılar çok alıngan kimselerdir, o ayrı bir konu. Bilmiyorum ama, bizim dönemde bu kadar uçta durumlar olmadı. Tabi Sinematek-Film Arşivi çatışmasına kadar. Örneğin bir yabancı filmi eleştirdiğinde o filmi getiren şirketten hiçbir tepki gelmezdi.
Bir de o dönemler eleştirmenler ile sinemacılar birbirlerine çok yakındılar, birlikteydiler. Bu acaba yapılan eleştiriyi ne derece etkiliyor?
Tabii ki bu durum eleştiriyi etkiliyor. Eleştirmen, ki en azından yurt dışında benim tanıdığım eleştirmenlerin görüşü bu, yönetmeni, yapımcıyı, oyuncuyu tanımaz, belki de herhangi normal bir seyirci gibi bilet ücretini ödeyerek salona gider, filmi seyreder, çıkar yazısını yazar. Türkiye’de böyle olmuyor tabii. Türkiye’de çevre çok dar olduğu için, yani herkes aynı mekanlarda bulunduğu ve karşılaştığı için dostluklar kuruluyor, bazen iş ilişkileri oluyor. O yüzden tümden tarafsız bir eleştiri zor oluyor. Ancak 1960’lı yıllarda, Nijat, Tuncan, Semih Tuğrul’un, benim de yazdığımız dönemlerde 1965’de “vurucu eleştiri” üzerinde duruyorduk ve bunu uygulamaya çalışı-yoruk. Buna rağmen, çoğu yönetmenle aramız pek açılmadı. Eleştirmenlerle sinemacılar arasındaki çatışmalar başka nedenlerden çıktı.
Eski eleştirilere baktığınız zaman, yazılarda belli bir düşünceyi, bakış açısını görebiliyorsunuz. Bugün durum öyle değil. Bir kimlik kaybı söz konusu.
Ama kimliğin olabilmesi için bir formasyon gerekiyor. Sadece sinemayı sevmek, sinema sever olmak eleştirmen olabilmek için yeterli değil. Sinemaya giden ve sinemayı seven binlerce izleyici var ama onlar sinema yazarı olmaya kalkmıyor. Sinema eleştirisi, herhangi bir sanat dalının eleştirisi gibi bir birikim meselesi.
Peki sinema eleştirmenliği ile sinema yazarlığı arasında bir fark görüyor musunuz?
Sinema yazarı, magazin yazarı değilse, zaten bir eleştirmendir. Çünkü ister bir filmi eleştirir, isterse de bir ülke ya da yönetmenin sinemasını yazar, değer yargıları vardır ve buna göre yazacaktır.
1950’ler ile birlikte, Türkiye’de eleştirinin yaygınlık kazanmasıyla, sinema eleştirisinin izleyiciyi biçimlendirmesi söz konusuydu.
Şimdi Türk filmleri için o kadar değil, ama yabancı filmler için belli ölçülerde geçerli. Bazen organize bir şekilde, örneğin Bergman’ın Sessizlik filmi, Yeni Dalga’nın ilk filmleri için, yazılar yazılı-yordu. Bu çabalar, söz konusu filmlerin izlenmesine ve beğenilmesine yardımcı oldu.
Şu anda böyle bir şey beklemek biraz zor. En başta böyle filmler yok artık. Avrupa sinemasının çöküşü söz konusu. Bu yüzden bir eleştirmen gazetede yazıyorsa sürekli olarak benzer filmleri ele almak ve kendisini tekrar etmek durumunda kalıyor.
Bir de şu noktayı unutmayalım: Sürekli olarak bir gazeteye bağlı olan bir eleştirmen, her hafta birşeyler yazmak zorundadır. Şimdi özellikle büyük Amerikan şirketlerinin eleştirilere çok duyarlı olduklarını sanmıyorum. Zaten iş yapabilecek bir filmse, istediğin kadar o film hakkında kötü yaz, o film yine iş yapacaktır. Çok iyi hatırlıyorum, Akşam’da yazdığımda, o zamanlar Yeni Melek sineması vardı. Kapısında da rahmetli İhsan İpekçi, bana, “oğlum sen istediğin kadar kötü diye yaz, bak salon dolup taşıyor, sen devam et” derdi. Gerçek bu. Kleopatra filmini oynuyorlardı ve ben filmi oldukça eleştirdim. Fakat fark etmedi.
Gerçek bir sinema eleştirmenin okuyucusu ilk etapta ticari filmlere giden izleyici olmamalı. Şu anda bu kitlenin sayısı fazla değil.
O kitle var, ama sayısal olarak yeterli değil. Yoksa o kitle yeterli olsaydı, bazı son dönem Türk filmleri de daha çok izleyici bulurdu. Bir de o kitleyi besleyecek filmler çıkmıyor artık. Amerikan sinemasından belki seyredilebilecek, bir ya da iki film çıkıyor. Avrupa sinemasının durumu belli. Yani o arz ve talepte denge yok.
Bu çizilen tabloda bile, bir eleştirmen ne yapabilir, ne tür bir işlevi olabilir?
Daha bilgilendirici olmak gerekiyor. Sadece bir filmi açıklamak değil, o filmle bağlantılı ne varsa o bilgiyi de vermek gerekiyor potansiyel seyirciye.
Eleştirmenin siyasi bir kimliğinin kalmaması, gittikçe silikleşmesi, eleştirinin bu duruma gelmesinde etkili oldu mu sizce? Örneğin 1970’lerde Yedinci Sanat dergisinde gerçekten düzeyli, bilgi veren sinema yazıları var.
O dönemde o dergide belli bir çizgi vardı ve bu çizgiye göre değerlendirme yapılıyordu. Bugünkü basında, özellikle gündelik basında böyle bir şey yapma şansı yok.
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.)