41. Selanik Film Festivali’nden İzlenimler

Nezih Coşkun /

Son bir kaç yıldır Yunanistan’a gitmek, oradan buraya gelmek ortaklaşa işler yapmak moda oldu. Yunanistan’ın 3. sınıf şarkıcıları da listelerimizi altüst edip bizim 3. sınıfları geçince işin suyu da çıktı hani. Yılbaşı tatilini burada geçiren Yunan arkadaşların da dediği gibi nereye gitseniz Yunanca şarkılar çalınıyor. Ne zaman Yunanistan “out” olur bilemem ama yüzyıla yakın bir birikimin ilgiye dönüşmesi biraz şiddetli oluyor. Biz de meydanı boş bırakmadık, Yeni Sinema olarak bu seneki Selanik Film Festivalini takip edelim dedik.

Selanik

Balkanların önemli bir şehri olan Selanik en parlak dönemlerini geride bırakmış olsa da hala bir kültür şehri olarak, Trakya’da yapılan uzun bir yolculuğun sonunda çıkıyor karşımıza. 2. Dünya Savaşına kadar batı ve doğudan gelen komünistlerin buluşma noktası olan Viyana gibi Selanik de hem Osmanlı için hem Türkiye için batıdan gelen düşüncelerin örgütlenme ve yayılma merkeziydi.

Selanik’i İzmir’in aynadaki bir yansıması -ya da tersi- olarak da tanımlayabiliriz. “Gavur İzmir” denmesi boşuna değil. Binlerce yıldır Yunanlıların yerleşim bölgesi olmuş İzmir ve çevresi, İyonya, sürekli işgaller yaşamış, Anadolu’daki Yunan kentlerini özgürlüğüne kavuşturmak vaadiyle Yunan birliğine krallık yapmış Büyük İskender’den geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki umutsuz ve yıkımlar getiren sefere kadar hep Yunan sayılmıştır. Yüzyıllık bir değişim ve göç ettirme politikası sonucunda bugün artık ülkemizde pek Yunan kalmadığı gibi onların kültürel mirası da yok olmuştur. Örneğin, bir zamanlar önemli bir Yunan nüfusu barındıran, şimdi sokaklarında her Cuma belediye hoparlörlerinden faşist marşlar çalınan Ayvalık’ta yakında yok edileceğinden emin olduğumuz bir kaç cumbalı Rum evi kaldı yalnızca.

Selanik ve İzmir geçtiğimiz yüzyılda tahrip edilmişlikleriyle de ortaklaşıyorlar. Selanik’in kordon boyunda ne görüyorsanız İzmir’de de aynısı var: Apartmanlar. Yalnız Selanik’i tanımlarken İzmir’den daha temiz, daha az kalabalık, tarihiyle daha çok bağ taşıyan gibi, pek çok “daha” içeren karşılaştırma yapabilirsiniz.

İstanbul’la aynı izdüşümde yer alan Selanik’in havası da İstanbul’un beni her zaman etkileyen, hüzün verici puslu ve yağmurlu havasına çok benziyor. Selanik körfezinin güneşli havalarda bile eksik olmayan pusu Angelopoulos’un Puslu Manzaralar filmine de ismini vermiştir. Yalnız bununla da kalmaz; Selanik’in pek çok köşesi, kordonu, limanı… Angelopou-los filmlerine mekan olmuştur. Film festivalinin yönetim merkezi ve 4 tane festival salonunun adı olan Cine Provlita’lar da Selanik limanında yer alıyor. Eskiden liman hangarı olan bu salonlar ne yazık ki bürokratik engeller yüzünden yalnızca festival için kullanılabiliyor. Festivalin diğer iki salonu Olimpion ve Pavlos Zannas limana pek uzak olmayan II. Kordonda, Aristoteles Meydanındaki bir binada bulunuyor. Doğa bilimlerinin kurucusu olan, aynı zamanda Makedon lider Büyük İskender’in öğretmenliğini üstlenmiş Aristoteles’in Makedon bölgesinin başkenti Selanik için ayrı bir önemi olsa gerek. Bu nedenle bir de heykeli var meydanda Aristoteles’in. Aristoteles Meydanı orta Avrupa şehirlerinde görülen ayrıksı bir mimari deneme olarak dikkat çekiyor. 2. Dünya Savaşının öncesinde şehir büyük bir yangın geçiriyor. Bu yangından sonra Selanik’in dar Akdeniz sokakları yerine geniş bulvarlar ve büyük binaların hakim olduğu bir tarzda yeniden inşa edilmesi planlanıyor. Savaş başlayınca proje yarım kalıyor ve bu projenin mirası olarak geriye Aristoteles Meydanı, heykeli ve Olimpion Sinemasının binası gibi birkaç bina kalıyor. Festivale mekan olan, gitmeye fırsat bulamadığımız diğer bir sinema da Vakoura.

Film Festivali

Festivali izlemek iyi hoş da… Yıllardır İstanbul Film Festivali’ne yaptığımız haklı eleştirilerin ağırlığından mıdır nedir alternatif bir “festival yazısı” çıkarmakta epeyce zorlandığımızı belirtmeden geçemeyeceğim. Yine en iyisi işin kritiğinden başlamak.

10-19 Kasım 2000’de 41.si düzenlenen Selanik Film Festivali henüz 20 yaşına bu sene basacak bizim İstanbul Film Festivalinin yanında orta yaşın olgunluğunu taşıyor. Yine kategorisel bir karşılaştırmada B notu ile bizim festivalin bir puan üzerinde. Festival kategorileri o festivale ve yarışmaya hangi filmlerin katılacağını belirliyor. Yine kategoriler üzerinden festivalin ticari önemi de belirleniyor. Hollywood’un iddialı (bu iddia daha çok filme harcanan paradan kaynaklanıyor) yapımlarının Cannes, Venedik, Berlinale, Londra gibi A kategorisindeki festivallerde boy göstermesi buraları Avrupa sinema salonlarında gösterime girmeden önce bir reklam-tanıtım alanları olarak görmesinden.

Diğer taraftan Hollywood dışındaki ülke sinemaları için festivaller son 20 yılda alternatif ya da çoğu zaman tek gösterim alanları olmuştu. Ülke sinemalarıyla o ülkede düzenlenen festivaller arasında çok sıkı ilişkiler kuruldu zamanla. 10 yıl önce Selanik Film Festivali hem kendini hem de Yunan sinemasını kurtaracak bir değişim yaşadı. Festival, Yunan hükümetinin desteğiyle birlikte yılda 10 filmden az üretimde bulunan Yunan sinemasını canlandıracak ve yeni, genç yönetmenleri destekleyecek bir yapıya kavuşturuldu. Bunun sonucunda festivale ulusal yarışma bölümü eklendi. Bugünkü festivalin temel odağının Yunan filmlerini -özellikle Avrupa’ya- tanıtmak ve pazarlamak olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün ülke sinemalarının gösterimini sağlayan festivallerin en önemli sorunu finansmandır. Vancouver Film Festivalinin yöneticisi Franey’in “pazarlama şirketleri filmlerinin sadece festivallerde gösterileceğini düşündükleri için festival gösterimlerinden para kazanmanın yolunu arıyorlar”(1-Screen International, sayı 1283, 3-9 Kas 2000, www.screendaily.com) yakınması kimi yönlerden haklı bulunabilir. Festivaller filmler için pazarlama olanakları yaratmalarına rağmen, bu olanaklarla pazarlanan filmlerin gösterimlerinin başarısı -tam olarak söylemek gerekirse hasılatı- tartışmalıdır. Çünkü Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da seyirci profili değişti. Festivallerin seyircileri arasında, filmleri festival sırasında izleyen, festival dışındaki zamanlarda ise bu filmlere yüz vermeyen “özel” seyircileri büyük bir yüzdeyi temsil ediyorlar. Bunlar dışında kalan seyirciler de zaten Hollywood türlerine şartlanmış ya da Hollywood filmleri dağıtımcılarının desteklediği, pek de diğerlerinden farklı olmayan, aynı amaçlarla çekilmiş ‘yerli’ sinemayı izliyorlar.

Finansman sorunlarının çözümü sponsorlarda aranıyor. Londra Film Festivali bundan böyle ana sponsorunun adıyla, “Regus London Film Festival” adıyla anılacak. Festival direktörü Wootton’un bu konudaki “sponsorlar festivali değiştirmek istedikleri için değil onu o haliyle sevdikleri için destek oluyorlar”(2- agy) savunması ilginç olmasına rağmen bizim gibi festival filmlerinden önce reklamlara boğulan seyircilerin sermayenin aptal olmadığını ama aptallaştırdığını bildiğini belirtelim. Neyse ki Selanik Film Festivalini ismi Dewars Whisky ya da Alfa Romeo olmadan gördük.

Festival Bütçesi

Londra FF Selanik FF
Devlet desteği 13% 50%
Sponsorlar 55% 30%
Gişe gelirleri 37% 20%

Bizde Engin Ayça’nın sözcülüğünü yaptığı “teknoloji sinemayı değiştirecek/değiştirdi de haberimiz bile yok” şiarı Selanik Film Festivali Jürisi tarafından da dillendirildi. Festival direktörü Demopoulos “4-5 yıl içinde sinema değişecek, nasıl değişeceğini bilmiyorum ama” derken de aynı düşünceye katılıyordu. Doğrusu ticari sinema dışında kalan sinemayı -söylenecek sözünüz kalmadıysa- teknolojinin kurtarmasını beklemek mümkün değil. Sinemacıların esas sorunu teknik bir yeter-sizlikten değil bir aydın olarak toplumsal olanı kavrayamamaktan, onunla birlikte sürüklenmekten kaynaklanıyor. Festival Jürisinde bulunan Tuncel Kurtiz, İran Sinemasının kimi filmlerini örnekleyerek, kendi değerlendirmesinde bu çöküşün karşısında durabilmiş filmleri önemsediğini belirtti.

Ödüller Göçmenleri Anlatan Filmlere

Uluslararası yarışmada birincilik ödülü İngiltere’den Pavel Pavlikowski’nin filmi Son Çare’ye (Last Resort) verildi. Film Moskova’dan İngiltere’ye Mark adında bir İngiliz’le evlenme umuduyla giden Tanya ve oğlunun hikayesini anlatıyor. Havaalanında koca adayını göremeyen Tanya son çare olarak politik iltica talebinde bulunur ve oğluyla birlikte polis eşliğinde mültecilerin barındırıldığı binaya götürülür. Buradaki diğer yabancılarla birlikte hep daha iyi bir hayatı umut ederek hayatlarını sürdürmeye başlarlar.

Son çare yoksulluk, yoksunluk, savaş, politik baskılar gibi nedenlerle kendi topraklarını bırakarak umudun peşinden Avrupa’ya koşan insanların yaşamını ele aldığı için birincilik ödülünü alırken, yine aynı temayı işleyen Stavros Ioannu’nun Çıkmaz Sokaklar (Klisti Dromi) filmi onur mansiyonuyla ödüllendirildi. Hem Ioannu hem de Pavlikowski sinemaya belgesel filmlerle başlamışlar. Çıkmaz Sokaklar Ioannu’nun ilk uzun metrajlı filmi, Pavlikowski Son Çare’den önce bir film daha çekiyor.

Çıkmaz Sokaklar, ülkelerindeki savaş, yıkım ve soykırımdan dolayı Türkiye üzerinden Yuna-nistan’a oradan da Orta Avrupa’ya göç eden Irak Kürtlerinin Yunanistan’da yaşadıklarını belgesel bir dille anlatıyor. Film digital bir el kamerasıyla, doğal ışıkla, belgesel tarzda çe-kiliyor. Yine filmde kullanılan Atina’nın ortasındaki Komondrou Meyda-nı gibi pek çok mekan gerçekte de Kürtlere ev sahipliği yapmış ve filmin aktörleri Yunanca konuşmayı bilmediği için film Kürtçe çekiliyor. Ne yazık filmin sinematografik yanı belgesel yanı kadar güçlü değil, bu yüzden de film ekibinin ödül beklentisi ancak bir mansiyonla karşılanabiliyor.

Filmin kahramanı Zirek, arkadaşlarıyla birlikte bir insan tacirinin/kaçakçısının önderliğinde bir gece gizlice Meriç’i geçer. Yunanistan’da uzun bir yolculuktan sonra Atina’da Komondrou meydanında diğer Kürtlerle buluşurlar ve bu meydanda kendi kurdukları çadırlarda yaşamaya başlarlar. Zirek abisinin peşinden Almanya’ya gitmek niyetindedir. Zamanı geldiğinde bir tırın içine gizlenerek bir arkadaşıyla birlikte feribotla İtalya’ya geçerler. İtalya’ya geçmenin bir başka yolu Arnavutluk üzerinden bir mafyanın yardımıyla gemilere binmektir. Diğer arkadaşları bu yolu kullanmışlar fakat gemileri aşırı yükten ve fırtınadan dolayı batmıştır. Zirek abisinin de daha önce bu yolu kullanmış olduğunu ve öldüğünü öğrenir. Onu bu yabancı topraklarda ha-yata bağlayan son bağ da böylece kopmuştur. Bir gece kendisini bir arkadaşıyla birlikte yakarak, umutsuz bir kahramanlıkla ölmeyi seçerler. Onların sonu da ölümden kaçarken ona Akdeniz’in sularında yakalanan diğerlerinden farklı olmamıştır.

Yıllarca, özellikle Anadolu’dan yoğun göç almış ve başta zengin orta Avrupa ve ABD olmak üzere dünyanın dört bucağına göç vermiş olan Yunanlıların, filmde Kürtlere karşı ilgisiz olması beni şaşırttı. Filmde ilk başta Atinalılarla Iraklı Kürtlerin aralarında hiçbir ilişki olmadığını, Atinalıların onlar yokmuş gibi davrandığını görü-yoruz. Zamanla meydanlarda yaşayan bu insanlara yiyecek-giyecek getirmeye başlıyorlar, onlar için konserler, yılbaşı eğlenceleri düzenliyorlar. Filmin yönetmeniyle yaptığımız konuşmada Yunan polisinin de -filmde olduğu gibi- göçmenlere karşı ilgisiz davrandığını, fakat göçmenlerin gittikçe çoğalması üzerine polisin bir baskın düzenleyerek çadırları yıktığını ve içindekileri Atina’nın yakınındaki boş bir kasabaya yerleştirdiğini öğreniyoruz. İtalya ve Yunanistan gibi bu insanların göç rotası üzerinde olan ülkeler, göçmenlerin fırsat bulduklarında kendi ülkelerini terk edeceğini bildiğinden, göçmenlere diğer ülkeler kadar acımasız davranmıyorlar.

Iraklı Kürtler’in Ioannu’ya anlattığına göre (gerçi bunun bize Ioannu’nun anlatmasına da gerek yoktu ya) onlar için en zoru Türkiye engelini geçebilmek. Türk polisi Kürtlere acımasızca davranıyor ve yakaladıkları zaman Irak’a geri gönder-meye çalışıyor. Onlar için Avrupa’ya kaçmanın en güvenli yolu, insan taciri mafyaya dolarlarla ödemede bulunmak. Gemilerle Yunanistan’a ya da İtalya’ya gitmeye çalışırken boğulan Kürtlerin, üçüncü dünya göçmenlerinin haberleri bizim gündemimize de uzak değil, insan kaçak-çılarının uyuşturucu mafyasının yanında ikinci bir güç olduğunu ve bunların malum çeteyle bağlantılı olduğunu söylemek gerekir. Devletin ceberrutluğundan korunmak isteyen insanlar bu mafyanın ‘koruyucu kollarına’ sığınıyorlar.

Türkiye’de hem kendi üzerinden olan göçü hem de kendi göçünü anlatacak bir film yoktu festivalde. Bizde de böyle cesur filmlerin yapılmasını umut ederek Kürtler üzerine başka bir filme, İran Filmi Sarhoş Atlar Zamanı’na (A Time for Drunken Horses) geçmek istiyorum.

Filmin yönetmeni Bahman Gobadi’nin de söylediği gibi İranlı Kürtlerin durumu katliamlar, devlet baskısı altında ezilen diğerlerinden politik olarak daha iyi fakat İran’da da Kürtler için koşulsuz bir yoksulluk hüküm sürmekte. Sarhoş Atlar Zamanı yukarıda ele aldığımız filmlerdeki göçün nedenlerinin bir kısmını ele alması bakımından, İran’daki sansürün izin verdiği ölçülerde, resmin bütününün görülmesini yardımcı oluyor.

Film İran Kürdistan’ında kaçakçılıkla geçinen bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Baba ölünce henüz çocuk yaştaki en büyük Eyüp 5 çocuktan oluşan ailenin reisi olur ve babasının işini yapmaya başlar. İran’la Irak arasındaki bu tehlikeli ticaret, her türlü malın mayınlar ve sınır askerlerinin baskınları gibi tehlikelere rağmen karlı dağlardan sınırın ötesine taşınmasına dayanmaktadır. Eyüp katırıyla birlikte, katırı olmayanlar kendi sırtlarında malın sahibi tüccara hizmet etmektedirler. Üstelik bu tehlikeli yolculuğun sonunda, sınırı geçenlerin her zaman para alma garantisi de yoktur. Hele aile içinde büyük, katırcılar arasında küçük Eyüp’ü karşılıksız çalıştırmak daha da kolaydır. Eyüp’ün çok güçlü hissettiği sorumluluk duygusunu seyirci de aynı derece de hisseder: Kızkardeşine defter alırken, özürlü olan Medi’yi doktora götürürken, bir yararı olup olmadığını bilmeden düzenli olarak Medi’ye iğnesini yaptırırken… Eyüp’ün karlı dağların ıssız ve yüksek yollarını aşarak yaptığı yolculukta hava kimi zaman o kadar soğuk olur ki katırların yola çıkmalarını sağlamak için içtikleri suya içki katılır.

Eyüp’ün bütün çabası hasta olan en küçük kardeşi Medi’nin ameliyat olmasına yetecek parayı kazanmaktır. Fakat bunun için asla yeterli parayı biriktiremez. Eyüp’ün karşı çıkmasına rağmen ablası en küçük kardeşlerinin tedavisi karşılığında bir Iraklıyla evlenmeyi kabul eder. Eyüp için bir yıkımdır bu. Eve para getiren, kardeşlerin tüm sorumluluğunu üstlenen, eşitlikçi anlayışa sahip Eyüp’e ablasının evli-liğinde haber bile verilmemiş, söz hakkı da tanınmamıştır. Bu kolay görevi bir erkek olarak yaşça büyük bir erkek olarak amcası üstlenmiştir. Düğün günü gelin alayı, gelini damada teslim etmek üzere yine katırlarla Irak sınırını geçerler. Fakat Iraklı kaynana gelinle birlikte gelen küçük kardeşi kabul etmek istemez. Bunun yerine bir katır önerirler. Çaresiz kalan Eyüp hasta kardeşi ve önerilen katırla birlikte İran’a geri döner.

Kim bu gerçekliğin bizden uzak olduğunu söyleyebilir. Ancak bu gerçekliği peliküle aktaran, film edenler, İranlı sinemacılar olmuştur. Üçüncü dünyanın tarihini yazmak adına en çok çalışan sinemacılar da onlardır. Farklı ülkelerden tüm izleyicilere dünyalarını anlaşılır, sinemalarını da tanınır kılmışlardır. Filmin sonundaki güçlü alkışlar, Bahman Gobadi’ye ve tabii İran sinemasına gidiyordu.  

Gobadi’nin de Yılmaz Güney’in yalın gerçekçi sinemasına çok yakın bir anlatımı var. Filmdeki oyuncular gerçek hayatta da aynı köyde yaşayan bir ailenin üyeleri, Gobadi hayatlarında film izlememiş bu insanları filminde oynatmayı filmin çekim masraflarını azaltmak için seçmiş. Filmden sonra filmi bizimle izleyen Tuncel Kurtiz “bakın çocuklar Yılmaz Güney’in sineması yaşamaya devam ediyor” dedi.

Bu yıl festivalde Altın İskender Onur Ödülü verilen ve 4 filminin gösterildiği bir bölüm ayrılan Agnes Varda evsiz ve çöpten topladıklarıyla geçinen insanları anlattığı filminin basın toplantısına “yoksulluk içinde yaşayan insanları anlatan biri için burada festivali izlemek, iyi yemekler yemek, en iyi otellerde kalmak bir çelişkidir” diye başladı: “Bu insanları görmemize rağmen onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bizim için gri bir topluluk”. Filmlerinde yoksul insanları anlatan Agnes Varda da, Bahman Gobadi’de filmlerden sonra bu insanlarla ilişkilerini sürdürmeye devam etmişler ve kazandıkları para ödüllerinin bir kısmını bu insanlara harcamışlar. Yoksulluk karşısında vicdani ve kişisel bir tutum olan bu durum bana ister istemez Bunuel’in yoksulları ve dilencileri evine toplayan daha sonra da başına olmadık işler açan bir kadının hikayesini anlattığı Viridiana filmini hatırlattı.

Iran Kürdistan’ında filmine konu olan köy gibi bir köyde çocukluğunu geçiren Bahman Gobadi Rüzgar Bizi Sürükleyecek filminde Abbas Kiarostami’nin ve Kara-tahtalar filminde de Samira Makmalbaf’ın asistanlığını yapıyor ve ilk uzun metrajlı filmi Sarhoş Atlar Zamanı’ndan önce pek çok kısa filme imzasını atıyor.

 

Portre: Mühendis Şair Yiannis Zahapoulos
AVRUPA’NIN EN ÖNEMLİ VİDEO KULÜBÜ SELANİK’TE

Yiannis Zahopoulos

Yiannis Zahopoulos

Bir televizyon yıldızı kadar ünlü olmasa da Yiannis Zahapoulos’un Selanikli pek çok insan için tanınmış ve çok önemli biri olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Selanik’te bir video kulübü olan, ticaret için değil, dünyanın uzak yerlerine yaptığı yolculuklar sonrasında gerçek aşkı sinemada bulduğu için bu işi yapan adamdan bahsediyoruz. Amerika’da fizik ve matematik eğitiminden sonra elektrik mühendisliği üzerine uzmanlaşır. Üniversiteden ayrıldıktan sonra beş yıl boyunca bir enstitüde görüntülerin manyetik ortama aktarılması üzerine araştırmalara katılır. Videonun icadına katkıda bulunurken, bu icadın onun film arşivinin temeli olacağını bilmiyordur elbette.

Amerika’da geçen on yıldan sonra bir on yıl da Afrika’da, Nijerya’da çalışır: “Benim yaşamımda, aşk, tanrı ve insan üzerine hiç olmadığı kadar düşünmemi sağlayan Afrika’daki insanları seviyorum. Afrika’daki insanların kalbinde bizim donmuş kalplerimizi ısıtacak kadar çok sıcaklık buldum.” Afrikalılar da onu sevmişlerdir ve ona duygusallığı yüzünden “mühendis şair” adını takarlar. Anılarındaki Afrika, Nijeryalı arkadaşının resimleri ve Afrika sanatı üzerine büyük bir koleksiyonla evinde hayat buluyor.

Yunanistan’a dönüşüyle birlikte yaşamını değiştirmeye karar veren Yiannis, “Ben kendimi sadece önemli sinema eserlerini toplayan bir koleksiyoncu olarak görüyorum. Onun dışında bu filmleri izlemekten de büyük bir zevk duyuyorum.” diyor. Herkes onun koleksiyonunun Avrupa’daki en önemli koleksiyon olduğu konusunda hemfikir. Sinemayla ilgili özel gösterimler yapan Selanikliler, Atina’daki üniversiteler… hep ona başvuruyorlar.

Tüm içtenliğiyle başta Selaniklilere sinemayı sunmaya başlayan Yiannis’i öğretmen olarak gören öylesine çok genç sinemacı var ki… Aynı şeyi geçmişte okuduğu üniversitenin sinema kulübünde çalışırken, Afrika’da konsoloslukların olanaklarından yararlanarak film gösterimleri düzenlerken de yaşamıştır. Aynı zamanda doğanın yaşamını yansıtan, bir günün ve gecenin çevrimini anlatan, amatör teknikler kullanarak yaptığı bir de kamera çalışması var. Daha sonra, aynı şeyin bir başkası tarafından yapıldığını görünce şaşkınlık ve gurur duyduğunu söylüyor. Bu çalışmadan sonra yine kamerasını eline alıp Afrika’nın olaylarını ve yüzlerini kaydettiği özgün bir çalışma daha yapar. Afrika’dan dönüşte sergilediği fotoğrafları şaşılacak sadeliği ve basitliğiyle dikkat çeker.

Sinema nedir sorusunu Godard’ın sözlerinden yola çıkarak yanıtlıyor: “Sinema hayat hakkında eğitildiğimiz aynı zamanda onu yaşadığımız bir cennettir. Sinema, tüm duyguları, kendini tanımayı, artistik bilincin başlangıcını aynı zamanda aşılayabilen büyülü bir okul, kalbin ve bilincin psiko-entellektüel kaynaşmasıdır. Bu dünya üzerinde, başlangıcından günümüze tüm tarihi, insanın tarihini anlatan en iyi medya. Diğer kültürleri, gelenekleri de öğrenmemizi sağlıyor. Bugün çağdaş sanatın, edebiyatın ve müziğin en önemli ustaları onun için çalışır. Hem kalp hem de beyin için bir gıda.”

“Ya video, video sinemaya zarar vermedi mi?”

“Fakat video, Griffith’in 1915’lerde çekmeye başladığı büyük yapıtlarından geçtiğimiz yıl gösterime girmiş, tekrar tekrar izlemek istediğiniz filme kadar her şeyi gösterebilen en önemli ev aletidir. Üstelik icad edilmesine de katkıda bulundum. Video ve sinema arasında bir yarış yok. Video, sinemayı daha iyi olması için ileriye itiyor.” Başka yerde görme şansları olmadığı için evde gerçek sinemayla tanışan arkadaşlarını anımsıyor: “Bir mimar arkadaşım bana Berberin Kocası’nı izlediği zaman ne kadar etkilendiğini anlattı. Bana ‘bu hayatta ne yapıyorum ki’ diyordu durmadan. Kimi zaman benim için evde izlediğim filmi gidip sinemada da izlemek önemlidir. Çünkü, sinema bir tür sosyal aktivitedir. Diğer yandan, çoğu büyük yönetmen, örneğin Scorcese, Truffaut videonun fanatik karşıtlarıdırlar. Video, elbette sinemadan daha az sosyaldir; video için “özel bir sinemadır” diyebiliriz.”

En sevdiği yönetmenler: Griffith, von Stroheim, Welles, Tarkovski, Truffaut, Nicolas Ray, Allen, Raul Ruis, Gassman, Almadovar…

En sevdiği filmler: Hoşgörüsüzlük, Paris’te Son Tango, Sekiz Buçuk, Dekaloglar, Berlin Üzerinde Gökyüzü…

“Hayatla ilgili her önemli soru bir filmde mutlaka yanıtlanmıştır. Eğer sevdiğin birine rastlarsan mümkün olduğunca sıkıca sarıl. Ne yaparsanız yapın, film çekin, müzik besteleyin, bir bebeği kollarınızda tutun, ama aşkla yapın. İnsanlarla sevdiğim fotoğrafları paylaşmaktan hoşlanıyorum. Sanatın, insanın ruhuna seslenen içsel bir yönü var. İnsanlar hayatın başlangıcından itibaren ruhlarının en önemli parçasını eziyorlar; daha sonra da niye bu kadar şiddet, egoizm, mutsuzluk var diye kendimize soruyoruz. Fakat en önemli paradoks insanın, ruhunun derinlerinde yer alan mutsuzluğu paylaşacak bir tek kişi bile bulamadığından, başkalarının yaptığı filmler, kitaplar ve müzikte teselli bulmasıdır.” Avrupa’ya, Afrika’ya, Amerika’ya gidecekler için hayatın güzelliklerine, kendi deyimiyle, dostoyevkiyen tutkularla bağlı Yiannis Zahopoulos ilginç şeyler anlatacaktır. “Dostoyevski’nin dediği gibi insanlığı kurtaracak olan güzelliktir.” 

İran Sinemasının Eleştirisine Doğru

Bu sene İran filmlerinin diğer festivallerde olduğu gibi Selanik’te de büyük bir ilgiyle beklendiği ve bu ilgiye yaklaşık bir etki yarattığı söylenebilir. Sarhoş Atlar Zamanı dışında iki İran filmi daha vardı festivalde; bizim de İstanbul’daki festivalden yakından tanıdığımız Cafer Panahi’nin Daire (Circle) filmi ve Marziye Meşkini’nin Kadın Olduğum Gün’ü (The Day I Became a Woman). İki filmde İran toplumunda kadın olmanın zorlukları üzerine. Fakat konuları ortak olmasına rağmen aralarında çok önemli farklılıklar bulunmakta.

Muhsin Makhmalbaf ve Samira Makhmalbaf’ın da asistanlığını yapmış olan Marziye Meşkini uluslararası yarışmada yer alan ilk filmi Kadın Olduğum Gün’le Selanik Film Festivalinin Jürisi tarafından en iyi yönetmen seçildi.

Kadın Olduğum Gün’de üç ayrı kuşağın temsilcisi üç kadının hikayeleri anlatılıyor. 9 yaşını tamamlayacak olan Havva, bir oğlan çocuğunun oyun oynama çağrısına koşarken babaannesinin itirazıyla karşılaşır. Babaanne bugün 10 yaşına girdiğini, artık kadın olduğunu, erkeklerle oynayamayacağını ve örtünmesi gerektiğini söyler. Çaresiz kalan Havva izin almak için dışarıya çıkmış annesini beklemeye başlar. Annesi döndükten sonra Havva’nın hangi saatte doğduğu üzerine tartışmalar başlar ve öğleyin doğduğuna karar verilir. Buna göre Havva öğlene kadar çocuk sayılmaktadır ve erkek arkadaşıyla son kez oynamak üzere sokağa çıkar.

İkinci kadın ise evli bir genç kızdır. Kendisi gibi pek çok kadınla deniz kenarına yapılmış bir pistte bisiklete binmektedir. Akrabaları tarafından şeytan icadı olarak görülen bisikletten vazgeçirebilmek için ilk önce babası, daha sonra kocası atlarla peşinden gelip onu ikna etmeye çalışırlar. Kadın bir türlü ikna olmayınca kocası onu boşamak için at üstünde kadıyla birlikte tekrar gelir yanına. Bu son çaba da boşa çıkınca kardeşleri önünü kesip durdururlar bisikleti.

Belli ölçüde gerçeküstücü ve bir ölçüde de ironik anlatımıyla diğer öykülere nazaran daha fazla öne çıkan üçüncü öykü ya da bölümde, yaşlı bir kadın olan kahraman elinde bir tomar para ve parmaklarında alacaklarını unutmamak üzere bağlanmış pek çok bez parçasıyla havaalanında rastlarız. Kadın bütün dükkanları dolaşarak yıllardır eksikliğini duyduğu, elindeki her parmağa bağlı farklı renkteki bez parçalarına denk gelen ev eşyalarını satın alır. Bütün alışverişin sonunda elinde bir türlü hatırlayamadığı tek bir bez parçası kalmıştır. Eşyalarını hamallık yapan çocuklara deniz kenarına taşıttığı zaman seyirci unutulanın bir ev olduğunu düşünür.

Meşkini filmindeki üç kadının sırasıyla, İran kadınlarının herşeyin özgürce yaşandığı çocukluk dönemini, yabancı bir adamla evlendikleri genç kızlık çağını ve yaşlı kadının da bir ömür boyunca yoksun kaldıklarının acısını çıkaran kadını simgelediğini söylüyor. Makhmalbaf ve onunla birlikte film yapanların genel olarak İran rejimi içerisinde birilerine taraf oldukları söylenebilir. Meşkini’nin filmi batı ve festivaller için yapılmış görünen simgeciliğiyle; düzeniçi politik sahnede Reformcular ve Mollalar olarak ayrılan İran’ı örneğin bisiklete binen genç kızlar ve buna itiraz eden aile, oynamak isteyen çocuk ve karşı çıkan büyükanne olarak perdeye taşımasıyla bunu desteklemektedir. Meşkini’nin kendisi de batıya yakın bir demokrasi isteğini, sokakta olmasa bile kadınların evde batı hayatını yaşadığını söyleyerek dile getirmektedir. Basra körfezinin kıyısındaki bir şehirde geçen filmin üç öyküsünün birleştirilmesinde, mekanın kurguda kullanılması biçimi üzerinde kısaca durmak gerekir. İlk öyküde Havva erkek arkadaşını deniz kıyısında bekler, o gelmeyince kıyıda kendi yaptıkları küçük bir salı denize indirmek için yelken arayan çocukları izler. Çocuklar yelken yerine kullanılmak üzere Havva’nın başörtüsünü isterler. Havva da hemen değil belki ama verir. İslam toplumunun erkeklere karşı önyargıları ve çekinikliği henüz yerleşmemiş bu küçük kızı; yaşamak istediği zararsız serbestliği çok bulan erkeklere karşı gelen genç kadını ve yaşamı boyunca kullanmaya özlem duyduğu ev eşyalarını almak isteyen, kafasındaki yaşamı gerçekleştirme fırsatını geç bulan yaşlı kadını farklı kuşaklara ama aynı zamana aittir. Aynı zamanı yaşamaktadırlar çünkü, ihtiyar kadının kumsala kurduğu evini görüp merak eden iki kadın bisiklet yarışından gelmektedir ve o gün olanları ihtiyar kadına anlatırlar. İhtiyar kadın tüm eşyalarıyla sallar üzerinde denize açılırken, kıyıda duran Havva arkasından bakar. Kendi başörtüsünün yelken olduğu sal da diğerlerinin arasındadır. Filmin ilk ve son karesi de bu küçük salın yelkeni olur.

Kiarostami’nin asistanlığıyla sinemaya başlayan Cafer Panahi’nin Daire filmiyle -her ne kadar kendisi, ben sadece topluma ayna tutmakla yetiniyorum, politikayla ilgim yok dese de- düzeni bütün olarak cepheden karşısına aldığı söylenebilir. Panahi, her toplumda insanların ekonomik ve sosyal şartlara göre çapı değişen bir daire içinde yaşadığını, fakat İran’daki kadınlar söz konusu olduğunda bu dairenin çapının oldukça dar olduğunu söylüyor.

Bütün beklentilere rağmen üçüncü kez kız doğuran bir kadının görüntüleriyle doğumhanede açılıyor Daire. Kadının başında bekleyen akrabaları kocaya kimin haber vermesi gerektiği konusunda tartışıyorlar. Kadınlardan biri gönülsüzce bir telefon kulübesi bulmak üzere uzaklaşıyor. Telefon kulübesinde 4 kadına rastlıyoruz. Filmde daha sonra geçişlerle hapishaneden kaçmış ya da cezasını tamamlayıp çıkmış bu 4 kadının hikayesi anlatılıyor.

Kadınlardan biri daha filmin başında para bulmak için altın kolyesini satarken polis tarafından tekrar tutuklanıyor. Peri, erkek kardeşleri tarafından evden atılıyor. Çaresiz, sinema gişesinde çalışan, hapishaneden bir arkadaşına gidip durumunu anlatıyor. Hamiledir ve bu çocuğu aldırmak ister. Yine hapishaneden bir arkadaşının hastanede çalıştığını öğrenir ve yardımcı olması için ona gider. Hastanede çalışan arkadaşı bir doktorla evlenmiş fakat kocasından geçmişini gizlemiştir. Peri’ye yardımcı olamayacağını söyleyerek ona sırt çevirir.

Arzu, köyüne gidebilmek için otobüs garına gider. Fakat öğrenciler dışında yalnız başına dolaşan kadınlara bilet satılması yasaktır. Biletçiyi uzun çabaları sonucunda, öğrenci belgesinin yanında olmadığını söyleyerek ikna eder. Polislerin bineceği otobüste arama yaptıklarını görünce otobüse binemez.

İran gibi kadının sigara bile içmesinin yasak olduğu bir toplumda filmin kahramanlarının da bir yere sığınması mümkün değildir. Filmin başında telefon kulübesinde gördüğümüz tüm kadınlar, başka kadınlarla birlikte, aynı günün sonunda polis karakolunda tekrar bir araya gelirler.

Bir çocuğun gözlerinden toplumu yansıtan filmleri Beyaz Balon ve İstanbul Film Festivalinde en iyi film ödülünü de alan Ayna’dan sonra Panahi bu çocukların büyüyünce ne yaptıklarını soruyor kendine, Daire bu sorunun yanıtı olarak ortaya çıkıyor. İran’daki sansür kurulu senaryoyu gördükten sonra Panahi’ye ne çekersen çek fakat Daire’yi çekemezsin diyor. Bağımsız basının, arkadaşlarının ve filmin yapımcısı Fransızların baskıları sonucunda sansür pes etmek zorunda kalıyor. Panahi’ye tamam filmi çek ama bunun sonucunda yargılanacaksın diyorlar. Panahi filmini çekiyor, İran’ın çeşitli yerlerinde filmin kopyalarını saklıyor. Venedik Film Festivalinde filmin ilk gösterimi İran rejiminden izin alınmadan gerçekleştiriliyor. Festival programında da filmin festivale Fransa’dan katıldığını görüyoruz. Öyle görünüyor ki, bundan sonra da Cafer Panahi’den, ülkesindeki dairesinden ve ilerde çekeceği filmlerden daha çok ve uzun bahsedeceğiz.

Yunan Sineması

Yunanistan sinemasının tam bir değerlendirmesini sunabilmek için elimde yeterli kaynak yok ne yazık ki. Selanik’te “sinemanız hakkında ne düşünüyorsunuz” diye kime sorsak ya anlamlı bir suskunlukla karşılaştık ya da muhatabımız başka konulardan konuşmayı tercih etti. Buradaki değerlendirmede, Yunanlılar tarafından Avrupalı bir yönetmen, daha ziyade Fransız sayılan Angelopoulos’un yer almadığını da belirtmek gerekir.

Eski Yunan (taşlar), Bizans ve Avrupa (doğu-batı) arasında sıkışıp kalmış bugünkü Yunanistan’ın kültür yaşantısına ve sinemasına doğrudan etki etmektedir. 1970’lere kadar yılda 100’e yakın melodram, komedi türü, ucuz popüler filmler üreten sinema endüstrisi bu tarihten sonra televizyonun ve Angelopoulos’un Avru-pa’da yakaladığı büyük ilginin etkisiyle kendisini sorgulamaya başlıyor. Aynı zamanda televizyonun da etkisiyle seyircinin sinemadan uzaklaşmasıyla birlikte film üretimi hızla düşerken az sayıdaki film de kötü birer Angelopoulos kopyası olmaktan ileri gidemiyor. Selanik Film Festivalinin ulusal sinemayı desteklemek amacıyla 10 yıl önce bir değişim geçirdiğinden yukarı da söz etmiştik. Festivalin yanında Euroimage desteğiyle birlikte yıllık 10 adetten daha az sayıda üretim yapan Yunan sinemasında bir canlanma yaşanı-yor.

Yeni dönem Yunan sinemasını 3 ayrı grupta toplayabiliriz:

1 Geçmişin popüler yapımlarını aynı temalarla işleyen filmler,

2 Batı ve global dünya etkisiyle popülarite yakalamaya çalışan postmodern filmler,

3 Bağımsız yapımlar ve “festival filmleri”.

İlk 2 grup filmin aslında aynı şeyler olduğunu belirtelim. Bu filmler, Yunanistan gibi nüfusu az bir ülkede mümkün olduğunca çok seyirci toplayabilmek güdüsüyle yapılmaktadır. Buna rağmen bu filmlerin Türkiye’de ki karşılıklarında da olduğu gibi çoğu zaman başarısız olduğu, “battığı” görülmektedir. Geçmişin önemli popüler miraslarından olan, İstanbul’da Yunan Filmleri Haftasında gösterilen Şafak, festivalde izlediğim Gecenin Köşesinde (Afti i Nyhta Meni) gibi şarkıcı filmleri; Aşk Bir Fildir ve gişe başarısı açısından Yunan sinemanın Eşkiya’sı sayılabilecek Safe Sex gibi komedi filmleri birinci gruba dahil edilebilir.

2. grupta yer alan filmler de genel olarak gençlik filmi denebilecek komedi filmlerinden oluşuyor. Konusu ‘modern’ Atina’da geçen bu tür filmler, 17’den 18’e (17 Sta 18) de olduğu gibi post modern dünyanın amaçsız gençlerinin oraya buraya koşuşturduğu ya da miskinlik yaptığı bir bilgisayar oyunu formatında sunuluyor.

Elbette benim en çok önemsediğim filmler üçüncü gruba giriyor. Bu seneki festivalde ödül alan bütün Yunan filmleri bağımsız yapımlar olmaları, belgesel film olmaları ya da belgeselin olanaklarından yararlanmaları ve yönetmenlerinin televizyona çalışıyor olmalarıyla ortaklaşıyorlar. Diğer taraftan festivale katılan 23 filmden başka bir filmin ödül alamamış olması Yunanistan sinema endüstrisinin ürettiği 1. ve 2. grup filmlerin kalitesizliğini de ortaya koymaktadır. Ödül alan filmlerden Çıkmaz Sokaklar’a daha önce değinmiştim. Ödüllü diğer iki film cinayetten mahkum edilenlerin, ‘kader kurbanları’nın hikayesini ele alan Christos Karakepelis’in Kain’in Evi (To Spiti Tou Kain) ve Atina’nın yakınında, ana tanrıça Demeter kültünün kaynağı sayılan, buğdayın ilk yetiştirildiği yer olduğuna inanılan, günümüzde Yunanistan’ın önemli bir sanayi bölgesi olan Elefsis kasabasının hikayesinin anlatıldığı Philippos Koutsaftis’in Ağlayan Kaya’sı (Agelastas Petra).

Üçüncü gruba dahil ettiğim “festival filmleri” çok çeşitlilik göstermesine rağmen bunları ortaklaştıran festivallerde ve daha sonra televizyonda gösterim olanağı bulabilmeleri, festivalin kendine özgü seyirci kitlesine seslenmeleridir. Annesinin yaşadığı adaya yolculuk yapan ve adanın değişimine tanık olan bir adamın öyküsünün fotoğraflarla anlatıldığı, konusu ve sinematografisi açısından sıkıcı bir Nuri Bilge Ceylan taklidi sayılabilecek Yorgos Zafiris’in Kısa Ömürlü Kasaba’sı (Efimeri Poli); Akdeniz kültürünün göstergesi olan zeytinyağı, ekmek ve şarap kültürünün anlatıldığı Stelios Haralambopoulos’un Akdeniz Hikayeleri (İdan Ta Maita Masgiortes) bu filmler arasında sayılabilir.

Son olarak bu yılki festivalin ustalara saygı bölümlerinden birinin Angelopoulos’a ayrıldığını belirtmek istiyorum. Angelopoulos’la, özelde Kumpanya’yla ilgili bu sayıda ayrıntılı bir yazı bulacaksınız. Bizi Selanik’e çeken en önemli neden de Angelopoulos filmografisinden, filmlerin kamera arkasının anlatıldığı belgesellere; filmlerin kostüm tasarımlarının yer aldığı sergiden, Angelopoulos’un son dönem filmlerinin müziklerini bestelemiş Eleni Karaindrou konserine kadar pek çok Angelopoulos etkinliğiydi. Bu etkinlikler Angelopoulos dünyasını bütünlüklü bir biçimde anlamak, çalışma tarzını görmek, sevdiği Selanik şehrini festival süresince Angelopoulos’la birlikte yaşamak bulunmaz bir fırsattı. Zamanımızın çoğunu Angelopoulos’a ayırdığımız için festivalin diğer bölümlerini yeterince takip edemedik. Seneye, özellikle Yunanistan sineması üzerine daha ayrıntılı bir yazıyla buluşmak üzere.

Selanik Film Festivali hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için: www.filmfestival.gr

 

GIACOMO MARTINI’YLE
İTALYAN SİNEMASI ÜZERİNE

Giacomo Martini

Giacomo Martini

Bugünün en önemli konularından başlayalım. Birincisi, İtalyan sinemasının organizasyonudur. Solun hükümete girmesiyle prodüktörlere daha çok para verilmeye başlandığını görüyoruz. İtalyan sinemasını desteklemek üzere devlet yılda 45 milyon dolar gibi büyük bir para harcamaktadır. Bugün İtalyan sineması yılda 100’den fazla film yapıyor. Birçok yeni yönetmene de fırsatlar tanınıyor. Fakat bu filmlerin çoğu gösterime girmiyor ya da yeterince yaygın gösterilmiyor. Bunun nedenlerinden biri dağıtım ve gösterim organizasyonunun yetersiz olması. Filmleri göstermek konusunda tüm dünyada, Yunanistan’da, Türkiye’de -seyirci Amerikan sinemasına şartlandığı için- sıkıntı yaşanmaktadır.

İkinci olarak, İtalya’daki sinema okullarının daha önemli bir duruma gelmesidir. Yakın zamana kadar sinematografi için deneysel bir merkez olarak görülen sinema okulları, yeni yönetmenlerin yetişmesi için bir temel oluşturmaktadır. Genç sinemacıların yetişmesinde sinema okullarının yanısıra sinemateklerin de vazgeçilmez bir rolü vardır. Bugün, ulusal sinematek de bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yeniden organize edilmektedir. Bana göre iyi bir ulusal sinema için sinematekler, sinema okulları ve ilk filmlerin çekilebilmesi için ekonomik destek önem taşımaktadır.

Bugünün genç İtalyan yönetmenleri, kendileri için her zaman bir şans olmayan sinemalarının şanlı geçmişiyle yüzleşmek durumundadırlar. Filmleri, bir biçimde geçmişin filmleriyle karşılaştırıldığı için çoğunlukla eleştirmenlerden de iyi not alamazlar. Karşılaştırılan geçmişte herkesin hayranlığını kazanmış bir sinema vardır.

Büyük İtalyan sineması yeni gerçekçilikle birlikte, İtalya’nın savaş sonrası toplumsal ve ekonomik gerçekliğini yaşayan, analiz eden ve anlatan Visconti, Rosselini, Zavatini gibi bir grup büyük sinemacıyla birlikte doğdu.Yeni gerçekçiliğin ilk döneminden sonra, 1960’larda Pasolini, Bertolucci, Bellochio, Vancini ve diğerleriyle birlikte İtalyan sineması için zengin bir dönem sayılabilecek yeni kuşak yönetmenler dönemi yaşandı. Aynı zamanda sinema salonları da doluyordu. İtalyan sineması için yeni gerçekçilikten sonra en önemli dönem Taviani kardeşler, Bellocchio, Bertolucci ve Pasolini filmlerini çekmeye başladıkları 60’lı yıllardır. Bu dönem, Fransa’da Yeni dalga, İngiltere’de Free Cinema’yla aynı zamanda Avrupa için de iyi bir dönemdi. 60’larda doğan sinema 68′ devriminin, Fransa Mayısının ve İtalyan isyanlarının öncülüydü. Bu dönem boyunca eski büyük İtalyan yönetmenleri de film yapmayı sürdürdüler

Kriz 70’lerle birlikte, seyircinin ayağını sinema salonlarından çekmesiyle yaşanmaya başlandı. Krizin nedenlerini açıklamak kolay değil, bir tanesi elbette TV. İtalyan sinemasının büyük mirasına, geçmişine rağmen insanlar evde oturmaya başladılar.

80’lerde bir geçiş dönemi yaşandı, bu dönemin sonunda İtalyan sineması Tornatore ve Salvatores gibi yönetmenlerle birlikte uluslararası arenada geçmişte Fellini, De Sica’nın filmlerinde olduğu gibi sesini duyurmaya başladı. Eğer benim için bir dönüm noktası seçeceksek bu Nanni Moretti olmalıdır. Onunla birlikte Pupi Avati ve mafyayla ilgili Yüz Adım (I Cento Passi) filmiyle büyük bir başarı yakalamış Marco Tullio Giordana gibi bir çok ilginç yönetmen ortaya çıktı ve başarılı oldular.

Bugünkü İtalyan sinemasını karakterize eden konulardan biri bölgeselliktir. Yeni yönetmenler filmlerinde kendi bölgelerinin diline ve kültürüne yer vererek başarılı filmler yapıyorlar. Bu festivale katılan “la Cappagira” filminde anlaşılması neredeyse imkansız olan Puglie şivesiyle konuşuluyor, fakat film İtalya’da çok beğenildi. Örneğin İtalya’da tüm zamanların en büyük hasılatını yapan Leonardo Fieraccioni’nin filmi “il Ciclone” yönetmenin memleketi olan Toskana’da çekilmiştir ve filmde yöresel dil konuşulmaktadır. Başka bir örnek olarak yine kendi bölgesindeki kültürün çocuğu Napolili yönetmen Mario Martone gösterilebilir.

Başka bir deneyim olarak 60’ların politik-sosyal yaklaşımının bugün yine bir şekilde sinemaya hakim olmaya başladığını söyleyebiliriz. Mafyaya karşı şavaşan genç bir komünistin hikayesi olan Marco Tullio’nun Yüz Adım’ı, yine mafyayla ilgili bir filmi olan Sicilyalı genç yönetmen Pasquale Scimeca hemen ilk akla gelenlerden. Rosi, Damiani, Germi’nin büyük filmlerinden sonra unutulan mafya konusu tekrar İtalyan sinemasının gündemindedir.

Diğer taraftan örneğin Avrupa’nın gündeminden inmeyen ve bu festivalde de pek çok filmin konusu olan göçmenlerle ilgili yeterli film yapılmıyor İtalya’da. Bu temaya değinen tek film, kıyılarımıza yakın yaşayan Arnavutların anlatıldığı Gianni Amelio’nun “L’America”sıdır.

Birçok filmde Avrupa Birliği dışından göçmen karakterlerin işlendiği görülebilir, ama sadece ana temaya ek motifler olarak. Yunanistan’da buna daha çok dikkat edilmesine karşın, İtalyan sineması bu konuya tam olarak girmiş değildir. Iraklı Kürtlerin göçünü anlatan ilginç bir Yunan filmi gördüm. Belgesel kısmı iyiydi ama kurgusu pek iyi değildi.

80’lerden sonra yaşanan bu çıkışa rağmen, İtalyan sineması her gün geçmişiyle yüzleşmenin çelişkisini yaşamaktadır.

 (Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.)