10. Sayı

Yazar Hasan Ali Toptaş, “gözlerimi dört açmalıyım, beş açmalı, altı açmalı, yedi açmalıyım ve ortalıkta gafil gafil gezinip durmamalıyım, dedim kendi kendime. Sonra, yayımlanan kitapların çokluğunu düşündüm ve hepsini okumak zorunda değilim ama bu durumda okumak istediğim bazı kitaplar bile ister istemez kalacak, dedim. Sonra, hiç değilse bazıları kalmasın, ey hayat, bana kör noktamı aydınlatacak bol ışıklı dostlar ver, dedim. Sonra işte oturup bu yazıyı yazdım” der ve John Berger’in Düğüne’sinden Juan Rulfo’nun Kızgın Ova’sına mütevazı bir biçimde, ilk anda fark etmediği, yani kör noktasında kalan kitaplardan, yazarlarından usulca söz açar. Ya kör noktada kalan, daha çok kör noktada bıraktırılan filmlere ne demeli, ne de çoktur diye düşünmeden edemedik. John Berger’in yazdığı, Alain Tanner’in çektiği 2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Yunus filmi kimsenin kör noktasında kalmamalı örneğin ya da 1964 yılında Meksika’da yapılan Ruben Gonzales’in Juan Rulfo’nun yazdıklarından yola çıkarak filmini yaptığı La Formula Secrata (Gizli Formül) da öyle. Film, yazanın ve yönetmenin ortaklaştığı bir sorun üzerine ortaya çıkıyor. Meksika’ya gelen, Meksika’yı borçlandıran yabancı sermayenin etkileri üzerine yazılan/yapılan bu film deneyseldir ve nesnel gerçeklikte doğrulanmıştır. Hatırımızda tutalım ve kör noktalarımızı aydınlatalım. Yakın zamanda yabancı sermayenin girişi en çok İstanbul şehri üzerinden konuşulur oldu. Yabancı sermaye, “taşı toprağı altın” İstanbul’a AKP eliyle yapılması tasarlanan kulelerle gündemi oluştururken; aslında tartışmanın nasıl sığlaştırıldığını gördük. Şehir, Haydarpaşa, Karaköy… “sokaktaki adamın” aleyhine yeniden parselleniyordu aslında. Sadece şehir mi değil elbette… AKP eliyle tüm bir ülke ve eğitimde yapılanlar düşünüldüğünde geleceğimiz de. Sınıfsal bir karşıtlıktan çok uzak olan bu tartışma yerli sermaye güzellemeciliğine varıyor; rol dağıtımında milliyetçilere de iş düşüyor ve herhangi bir anda karşımıza çıkabiliyordu: Bir özelleştirme ihalesinde, bir fotoğraf sergisinde, bir konferansta, bir davada… vs.
Sinemamıza yansımayan bu süreç her ne kadar tartışması sığ olsa bile yoğunlaşacak ve devam edecek, hiç kuşku yok. Fransa’da ise sinemasına da yansıyan, günümüz toplumuna yansımasını ise şu günlerde birlikte haber aldığımız banliyölerdeki hareket ile devam ediyor. Nefret (La Haine) filminde polisle çatışmaları anlatan Mathieu Kassovitz “düşen” bir toplumun hikayesini anlattığını söylüyordu. Michael Haneke’nin Saklı (Cache) filmi de böyle bir geçmişi burjuva ailenin üzerine hayalet gibi salıyor. Medyada çalışması belki tesadüf olarak görülemeyecek filmin karakteri, kendisini yaşadığı ülkenin tarihinden ayrı tutamıyordu. Sokağa yansıması ise çok uzun sürmeyecekti. AB’ye üye, ırkçılık ve işsizliğin payını artırdığı, bir zamanlar sömürge ülkelerinde şimdi ise sömürge banliyölerinde kendisini gösteren bu toplum düşmeye devam ediyor hala. Ulemaya danışıp mı açıklamıştır bilmeyiz ama Fransa’daki gelişmelere ilişkin “kızlara türban giydirmezseniz varacağı yer budur” meali yersiz olup bu topraklarda alıcısı olup olmadığına bir bakılmıştır.
Bu yılın Antalya Film Festivali dergimizde ayrı bir yazı olarak yok, biz de Antalya’da yoktuk. Ama gündemimizde var. Antalya’da biz yoktuk, Hollywood’tan isimler vardı. Bir film festivali, yerli magazinin yanı sıra yabancı magazine de sahip oldu böylelikle. Türk sinemasına ayırdığı yerin önemiyle diğer festivallerden ayrılan Antalya büyük olmak istemişti, belliydi. Uluslararası film festivali olma yolunda ‘fedakarlıktan’ çekinmemişti ama kendisine ait bir kimlik oluşturma yönünde de darbe almış oldu.
“Derin devlet”, bir kavram olarak söylemimize “Susurluk kazası” ile beraber girdi ve kendisini sıklıkla hatırlattı. Susurluk’taki kaza ile ortaya saçılan mafya-(derin) devlet-polis ilişkileri sinemamızda, eksikli de olsa bir karşılığını bulmuştu. Filler ve Çimen, Susurluk’un filmi olma iddiasındaydı örneğin. Susurluk’takine benzer olaylar ve ilişkiler bu sefer Şemdinli’de ortaya çıktı. Susurluk’la ortaya çıkan kirli ilişkilerin hem coğrafi olarak hem de devlet kurumları bazında yaygın olduğu görülüyor. “Derin devlet”le ya da bir tartışmanın üstünü kapatma işlevi görmesinden dolayı “derin devlet”ten memnuniyet duyanlarla hesaplaşma süreci bitmedi, devam ediyor ve henüz son söz söylenmedi. Bu sefer coğrafya için hedeflenen gelecek ve yaşananlar Kurtlar Vadisinden fazlası ile etkilenmiş görünüyor. Şemdinli’de yaşananların, Susurluk’tan farklı olarak daha önce sinemaya yansımaya başladığını görüyoruz. Köy boşaltmaları (Toprak), insanların öldürüldükten sonra zulüm görmeleri (Fotoğraf ve Yazı Tura), gözaltılar (Güneşe Yolculuk) ve kayıplar (Hiçbiryerde) uzun zamandır bilinen ve üzerine konuşulan meselelerdi. Şemdinli’de ortaya çıkan, bu zulmün sistemli ve gizli bir örgütlenmenin eliyle yapıldığının belgelenmesi oldu.

***

Derginin bu sayısından itibaren, Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün (BÜ(S)K) yayın organı olan Görüntü’den bir yazarın yazısına yer vermeye başladık. İlk yazı Lars von Trier’in  Manderlay filmi üzerine. . Görüntü dergisi, ilk olarak Boğaziçi Üniversitesi’nin Robert Kolej olduğu dönemde, 1960’lı yıllarda Hisar Kısa Film Yarışmaları’nı da düzenlemiş olan Robert Kolej Sinema Kulübü üyeleri tarafından çıkarılıyor. İkinci olarak 1990’lı yıllarda bizim dergi yazarlarımızın çoğunluğunun da arasında bulunduğu bir ekip tarafından çıkarıldı. Üçüncü olarak 2000’li yıllarda, Görüntü adının yanına sinemayı da  ekleyen son kuşak  BÜ(S)Klüler tarafından çıkarılıyor. Onlara hoş geldiniz diyoruz. Böylece iki kuşak arasında gelişmeye açık bir bağın kurulduğunu düşünüyoruz.
Bu sayıda gişede büyük başarı yakalayan Babam ve Oğlum; Kalküta’nın Çocukları, Darwin’in Kabusu belgeselleri, Vaat Edilen Cennet, Çöküş, Gool, Doom ve Ada filmlerini ele aldık. Yeşilçam’ın efsaneleşmiş karakter oyuncularından Erol Günaydın’la yaptığımız söyleşinin yanında Giovanni Scognamillo ile başladığımız ve önümüzdeki sayılarda devam edecek konuşmalar da Yeşilçam’ın oyuncularını ele alıyor. Faşizmin sinemaya yansımaları serisinde İtalyan sinemasındaki örnekler işlenirken Pasolini sineması da ayrı bir yazıda ele alınıyor. Yılmaz Güney sinemasındaki Western etkileri ve Walter Benjamin’in mirası diğer yazılarımızdan ikisini oluşturuyor.

11. sayıda görüşmek üzere.
Dostçakalın,

Film Ekibi

 

10. Sayı İçindekiler

Gündem / Film Ekibi 2

Babam ve Oğlum: Hüzünlü Bir Hatıra Olmaktan Çıkamayan 12 Eylül / Evrim Ulaşlı 4

Ve Trier Grace’i Yarattı / Beste Atvur 8

Kalküta’nın ve Afrika’nın Çocukları: Dünyaya Nereden Bakıyorsunuz? / Seray Genç 14

Yeni Teknik İmkanlar: İnsan ve Sinema / Doğan Yılmaz 18

Ve… Gol! / Nezih Coşkun 23 K

endi Cennetini Yaratanların Filmi / Aylin Sayın 26

“Batış” / Onur Behramoğlu 32

İtalyan Sinemasında II. Dünya Savaşı Sonrası / Elif Genco 41

Bugünün Gözüyle Yeniden: Pier Paolo Pasolini/ Janet Barış 50

Yeşilçam’dan Günümüze Oyunculuk Üzerine / Giovanni Scognamillo 56

Erol Günaydın ile Söyleşi / Film Ekibi 65 Bir Şener Şen Kitabı / Seray Genç 73

Yılmaz Güney Sinemasında Western Etkileri/ Kıvanç Eliaçık 78

Walter Benjamin’i Yeniden Okumayı Denemek II / Doğan Yılmaz 88

Sarayova Film Festivali / Yusuf Güven 96

Timon Koulmasis ile Söyleşi: Görüntüyü Şiire Dökmek/ Film Ekibi 100

Sokaktaki Adam’ın Yazarı Attiila İlhan’ın Ardından/ Aylin Sayın 104

Seksenli Yıllar / Ahmet Soner 108