Babam ve Oğlum: Hüzünlü Bir Hatıra Olmaktan Çıkamayan 12 Eylül
Evrim Ulaşlı /
Siyasal ve toplumsal tarihimiz için olduğu kadar, sinema tarihimiz için de bir kopuş dönemi olan 12 Eylül üzerine yapılan filmler çok sayıda değildir. İlk akla gelenler Sis, Bekle Dedim Gölgeye, Eylül Fırtınası, yakın dönemden Vizontele Tuuba… Bu filmlere son olarak Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’u eklendi diyebilir miyiz? “12 Eylül filmleri” olarak anılan filmlerden, yaşama dahil olamayan, içine kapalı, yenik, yabancılaşmış karakterlere sahip olmak gibi belli ortak özellikler ve yaklaşımlar çıkarsanabileceğinden aslında yukarıda andığımız bu filmlerin tamamını aynı başlık altında toplamak mümkün değil ancak 1980’li yıllara dair bir bakışa sahip olduklarını söylemek mümkün. Babam ve Oğlum filmi 11 Eylül 1980 tarihinde başlıyor. Darbe Sadık’a (Fikret Kuşkan) karısının ölümünü, yeni doğan bir bebek ile hapis yılları ve işkenceyi getiriyor. Film işkence görüntülerini, hapis yıllarını jenerikte verdikten sonra Deniz’in 7 yaşıyla başlıyor. Sadık, babasının rıza göstermediği bir biçimde, evden ayrıldığından beri dargın olduğu baba evine dönme kararı alır. Bu dönüş babasıyla gecikmiş bir hesaplaşma olacak, oğlu Deniz’e de bir gelecek sağlayacaktır.
Film Sadık’la Deniz’in bir tren yolculuğunun ardından kasabaya dönmesiyle beraber aileye odaklanıyor ve onların birbirleriyle ilişkileri, diyaloglarıyla filme kasaba yaşamını da dahil ediyor. Oyuncuların da katkısıyla yerine oturan sohbetler, yerel dili içeren diyaloglar Sadık’ın babasıyla (Çetin Tekindor) hesaplaşmaya çalıştığı sahnelerde bozuluyor. Asıl hesaplaşmanın baba ve oğul, Hüseyin Ağa ve Sadık arasında mı yoksa oğul ile yaşamını doğrudan etkileyen darbe arasında mı olduğu ya da olacağı kimi zaman belirsiz kalıyor. Film de 12 Eylül’den etkilenen aslında sadece Sadık ve ölen karısı oluyor. Çünkü kasaba’da yaşam Sadık’ın bıraktığı yerden devam ediyor. 12 Eylül’ün toplumsal bir dönüşüme yol açmasından ziyade, Sadık’ın ev, memleket, yurt dediği yerin neresi olduğunu sorgulamasına yol açtığı görülüyor. Sadık bunu kendisine, babasına, kasabadan ayrılamayan, bir gece, Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirinden Hümeyra’nın “Yaş otuzbeş yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün/Delikanlı çağımızdaki cevher/Gözünün yaşına bakmadan gider” şarkısını söyleyen arkadaşına soruyor. Ve bu soru, film boyunca bir değil birden fazla yanıtını buluyor aslında. Sadık kasabadan ayrılamayan arkadaşına memleket, ev, yurt üzerine yeniden düşündüğünü ve memleketin kendisini umursamadığını söyler. Babasıyla yaptığı konuşmada da bir oda, bir ev ister, içinde Deniz’in büyüyeceği. Somut olarak bir ev, bir aile ihtiyacı kendisini dayatır. Sadık’ı, karısını umursayan memleket değil, anne ve babaları, ayrıldıkları evler olur böylelikle. Bu yüzden geri dönüş, sevdiklerine kavuşma, tüm karşıtlıkların uzlaşmayla sona ermesi, sertliklerin yumuşaması, komikliğe varması kısacası “barışma” eve hakim olur. Ev sevdikleriyle doludur ve en saf, yani abi Salim en sevecen ve merhametli olandır.
12 Eylül’e bu dönemi anlatan filmlerde –Babam ve Oğlum’da da olduğu gibi- yapılan eleştiriler genelde o dönemde yüzbinlerce insanımıza yapılan sistematik işkence ve ardından gelen hapis yıllarıyla sınırlı kalmıştır. Oysa 12 Eylül hem 1980 öncesi toplumsal hareketlenmeleri yok etmiş, kitlelerin hakları ve hak arama özgürlüklerini elinden almış hem de bu tarihten sonrasına apolitik, geleceğini yaratmak konusunda yaralı; iyi bir gelecekten bihaber bir toplum bırakmıştır. Eleştirisini, darbe döneminde yaşananlarla sınırladığından dolayı sinemamız, az sayıda 12 Eylül filmlerinde kahramanları bu kadar melodramatik, bu kadar kırılgan olarak çizmiştir. Aslında eleştiriye bir yön vermemiştir. Tanıl Bora’nın dediği gibi “12 Eylül, yargılamanın/yas tutmanın/telafinin ötesinde, pozitif, inşacı bir hesaplaşmanın nesnesi olma potansiyeline sahiptir.” Sadece sinemada değil, tüm alanlarda 12 Eylül’le hesaplaşmak hala önümüzde toplumsal bir görev olarak durmaktadır. 12 Eylül’ün arkasında bıraktığı düzen Türkiye’yi 1990’larda belki 12 Eylül’den bile çok daha karanlık bir dönemin içine itmiştir. Darbe düzeninin uzantıları iki başlıdır. Bir yandan Özal’la birlikte toplum liberal ve paraya tapan bir “piyasa” söyleminin içine hapsedilmiş; öte yandan darbeyle derinleşen devlet ve “piyasa”da yaratılan rantla büyüyen mafyanın birleşmesiyle ülkemize çok daha karanlık günler yaşatmıştır. Yaşanan tüm pislikler Susurluk’la birlikte patlamış oradan şimdi Şemdinli’de yeniden görünür olmuştur. 12 Eylül’ü lanetlemek için fırsatlar veren filmler yapıldı. Ama hiçbiri bu film de dâhil bunun ötesine geçip 12 Eylül’den sonra ne kaldığına dair bir fikir yürütme fırsatı vermedi seyirciye. Bu yüzden Babam ve Oğlum hakkında bugünlerde en çok konuşulan, filmde ne kadar ağlandığı, seyirciyi içine sürüklediği duygusal ortam olmaktadır.
Melodram insana acı verir, güçsüzleştirir, eleştiriyi köreltir; yok eder. Filmdeki melodramatik unsurlar, 12 Eylül sonrası ortaya çıkan “biz kaybettik” söylemine katkıda bulunuyor, “delikanlı çağındaki cevherin gidişi”ni hatırlatıyor. Elbette Sadık’ın seyirciye ve babasına, gitme kararı vermesi gibi yaşamında aldığı kararlar için özür dilemeyeceğini söylemesi Sadık’a dair önemli bir ipucu. Sadık’ın arkadaşlarının iktidar borazanı öttürmeye başladığını söylemesi de öyle. Ama bu kadar. Çünkü yine Sadık’ın babasına söylediği gibi “konu bu değil”. Filmin anlattığı öykü baba ve oğlun çatışması ve uzlaşması. Yeşilçam filmlerini hatırlatan, bugün televizyon dizilerinde varlığını sürdüren ve yönetmenin de deneyimli olduğu bu melodramatik yapısının seyirciyi gözyaşına boğabileceğini kim inkâr edebilir. Ağlanacaksa ağlanır. Buna bir itirazımız yok ama bunun için bitip bitip yeniden başlayan olaylar; filmin farklı sonlarının olması ve 12 Eylül’ün bir fon olarak kalması üzerine düşünmeden edemiyoruz. Cenazeyle acı son. Deniz’in okula gitmekten vazgeçmesi ve babasını özlemesini söylemesi nedeniyle teselli edilişi, hayal dünyasına uygun süper kahramanlarla babasının özdeşleştirilmesi ve hep birlikte izlenen geçmişteki mutlu günler filmiyle mutlu son ve yağmurda babasının gidişiyle yalnız ve korumasız kalan Deniz’i kucaklayan dede ve babaannenin gelişiyle huzurlu son, biten ve yeniden başlayan sonlardan.
Çağan Irmak kendi yolunu arayan bir yönetmen. Asmalı Konak dizisinden ya da Mustafa Hakkında Herşey gibi toplumsal olandan oldukça uzak bir sinemadan bugünlere gelmiş olması takdire şayan ama bu onun aslolarak televizyonda yetişmiş; televizyonun seyirciyi esir alma yöntemlerini iyi bilen bir yönetmen olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden son filmi Babam ve Oğlum’u değerlendirirken onun televizyonculuğuna da dikkat etmek gerekiyor. Çağan Irmak’ın –şimdilik diyerek haklı çıkmayı umuyoruz- televizyon diziciliğinden bağımsız ol(a)mayan sinemasını, öykülerinin gelişimi, dönüşümü ve sinemasal anlatımı, dilinin yapısı olmak üzere iki yönden ele almak mümkün. Irmak, dizi yönetmenliğinde Asmalı Konak gibi cilalı bir gerçekliğe sahip naylon ağalı bir diziden Çemberimde Gül Oya gibi politik kutuplaşmaların yaşandığı, solun hem faşistlerle hem de devletle mücadele edecek güçte olduğu 70’li yılları ve bu dönemin gençliğini konu edinen, piyasadaki diğer dizilerle karşılaştığında oldukça politik sayılabilecek eklektik yapılı bir başka diziye geçiş yapmıştır. Diğer taraftan dizilerdeki bu değişim, aynı biçimde, kendini sinema filmlerinde de göstermiştir. Mustafa Hakkında Herşey’de başarılı, paralı ve züppe bir reklamcı olan Mustafa’nın karısının ölümünden sonra hayatının değişmesi anlatılırken Babam ve Oğlum, Çemberimde Gül Oya’da anlatılan dönemin devamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Irmak, kişilerin anlatıldığı bir sinemadan, kişiler üzerinden dönemin anlatıldığı bir sinemaya doğru geçiş yapmıştır.
Çemberimde Gül Oya dizisi bir yandan klasik Yeşilçam hikayelerini, pavyondan kurtulmaya çalışan genç kadın, birbirlerine kavuşamayan aşıklar, aynı konağı paylaşan yoksul ama gururlu insanlar… vb., anlatırken öte yandan dönemin siyasal atmosferini “retro modası”nı hatırlatır biçimde aktarır. Dönemle tam bir yüzleşme yoktur ancak iyi ve kötü insanlar karşı karşıya getirilir. Dolayısıyla dizide, dönemin sol değerlerinin popüler kültüre konu olduğunu söylemek çok yanlış olmaz. Babam ve Oğlum’da da 12 Eylül’ün “kullanımı” düşünüldüğünde, Sadık’ın ölümüne Deniz’in babasız kalmasına sebep olan işkence ve hapishaneyle özdeşleşeceği, 12 Eylül’ün melodrama bu şekilde konu olduğu söylenebilir. Yazının başlığında 80’li yıllara bakmak dedik ama bu yazıyı okuyanın çıkaracağı gibi film anlattığı dramatik öyküyle baba ve oğlu yüzleştirmiş; kendisine bir gelecek biçen babanın kararlarına karşı gelen oğul ile barışması anlatılmış ancak siyasal anlamda dönemin gerçekliğiyle siyasal anlamda bir yüzleşmeye gitmemiştir. 80’li yıllar değişen değerlerin yıllarıdır oysa ne kasabaya, ne insanlarına ne de yaşam biçimine bir etkisi olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla filmde 12 Eylül hüzünlü bir hatıra olmaktan öteye gidememiştir. Ya da Sadık ve Sadık gibilerin başına gelen talihsiz bir olay…
Çağan Irmak’ın, sinemasal anlatımının unsurlarına baktığımızda, genel olarak reklamcıların ve televizyon dizicilerinin yaptığı filmlerdeki trüklerin zaman zaman karşımıza çıktığını görüyoruz. Babam ve Oğlum’da, bir yandan gittikçe ağırlaşan bir melodram yaşanmakta ve seyirciye yaşatılmakta hemen arkasından filmin yan karakteri ve komiği Salim’in zihinsel özürlü ağabeyinin davranışlarıyla seyircinin üstündeki ağır yük hafifletilmektedir. Film boyunca, buna benzer yan unsurlarla tempo sürekli ayarlanmakta seyircinin ruhsal durumu bir o yana bir bu yana sürüklenerek heyecanı ayakta tutulmaktadır. Tabi komik unsur, asla genel gidişatın yükselen grafiğini alt-üst etmez. Alttan alta dramatik yapı acı bir sona doğru gitmektedir. Pek çok popüler filmde bunu bile beceremediklerini düşünürsek Irmak’ın, ticari sinemanın öykü anlatma tekniklerini içererek işin içinden çıktığını eklemek gerekir. Diğer yandan filmin renkleri, belli sahnelerde kameranın yaptığı anlamsız dönüşler, özel efektler-Deniz’in okuduğu, hayranı olduğu çizgi roman kahramanlarını canlandırışı; aslında yaşamındaki süper kahraman olacak, olma potansiyeli taşıyan, buna Kurtuluş Savaşı da dahil, tüm karakterlere bir rol verdiği sahnelerde özellikle- gibi televizyonculuktan sinemaya taşınan bir dil belki televizyon izleyicini yakalamakta ve gişe başarısını tescillemekte işe yaramaktadır ama filmin sinemasal değerine bir katkıda bulunmamakta, sinema filmi ile TV dizisi arasındaki mesafeyi kaldırmaktadır. Bu anlamda ciddi bir sadeleşmeye ve samimiliğe ihtiyaç olduğu açıktır.
Babam ve Oğlum’u dergi ekibi olarak birlikte görme fırsatımız oldu. Filmin gişede başarılı olacağı ortak yorumumuzdu. Öyle de oldu. Sinemanın, ticari yönünü yadsımak mümkün değil elbette. Yılmaz Güney’in ticari filmlerden sonra başka bir sinemaya geçiş yaptığı, seyircisini de birlikte bu dünyaya taşıdığı doğrudur ama bunun aynı şartlarda tekrar etmesini beklemek biraz safdillik olur.