Emel Çelebi ve Necati Sönmez ile Belgesel Yapmak Üzerine

Film Ekibi /

Belgesel sinema üretiminde genel olarak bir artış olduğunu ve belgeselin toplumsal gelişmeler karşısında farklı işlevler üstlendiğini görüyoruz. Mesela “vicdan” bu işlevlerden biri ve son dönemde “çağımızın vicdanı olarak belgesel” sıkça kullanılmaya başlandı. Özellikle son dönem Irak üzerine yapılmış belgesellerde bunu görüyoruz. Medyanın ürettiklerine alternatif belgesellerin üretildiğini, tek sesliliğin dışında bir şeylerin yapıldığını biliyoruz. Türkiye’ye dünyadaki bu gelişmelerin yansıması oluyor mu sizce?

Emel Çelebi: Evet oluyor, mesela kadın belgeselcilerin filmlerine baktığımızda bunu görüyoruz. Hemen bir örnek vermek gerekirse, Melis Birder’in Bağdatlı bir kadını konu alan belgeseli Onuncu Gezegen’de medyada göremediğimiz şeyleri, daha insancıl bir yaklaşımı, detayları fark edebiliyorsun. Zaten belgeselden de bunu anlıyorum ben. Medya tarafından bilgileri almaya alışmışız ama belgeselin daha insancıl, tarafsız ve içten olduğunu düşünüyorum.

Belgesel çekmeye neyin bizi yönelttiğini sorarsan eğer, sinema sevgisi elbette var ama o kadar çok şey olup bitiyor ki dünyada bütün bunların yanında ben de bir şeyler üretebilirim diyorsun. Gündelikçi belgeseli bu şekilde ortaya çıktı örneğin. Kadınların seslerini nasıl duyurabiliriz diye düşündük, keza İbret Olsun Diye de öyleydi. Belgesel çekmek toplumda bir farkındalık yaratmak, pasiflikten, ataletten kurtulmak anlamına geliyordu bizim için. Özellikle 1980 sonrasında politik olarak pasifleştirildik. Belki bu şekilde, kendimizi belgeselle ifade edebiliyoruz.

Necati Sönmez: Dünyadan başlamak lazım belki de. Belgesel hak ettiği yeri kazanmaya başladı. Hatta sinemanın ilk yıllarındaki canlılığını geri kazanmaya başladı. Bunu iki türlü açıklıyorum. Birincisi bir talebin varlığıyla. Çünkü insanlar belgesele susamış durumdalar, medyanın bıraktığı boşluktan, çarpıtılmış gerçeklerden farklı olanı görmek istemelerinden dolayı. İnsanlar bunu arıyor. Sadece medya değil kurmaca filmlerin de yarattığı bir şey bu. Göz boyama, kaçış filmleri bir boşluk yaratıyor. 90’lı yolların sonlarında başlayan bir yükseliş evresi olarak da görebiliriz. Diğer bir neden de teknolojideki ilerlemeler ve bunun getirdiği kolaylıklar. Teknolojik olanaklar olmasaydı, belgeselin değil yükselmesi varlığı bile risk altında olurdu. Ucuz kotarılmak zorunda çoğu zaman. İlgi büyük diyoruz, bir taraftan da Türkiye’de bir taraftan da o kadar televizyon kanalı içinde bir tanesinin bile sabit bir belgesel programı yok ve ne yazık ki belgeseli kitleye ulaştıracak ana kanal yine medya.

Günümüzde belgeselin işlevi üzerine ne dersiniz? Medyanın boş bıraktığı alanı doldurmak, medyanın gerçekliğine eleştirel yaklaşmak dışında belgeselin türüne göre değişen işlevleri olabilir mi?

Necati Sönmez: Benim için doldurduğu bir boşluk var. Ben 15 yıl kadar bir zaman kurmaca sinema ile içli dışlı oldum. Çok tükettiğim bir alandı ama bir süre sonra mide fesatı geçirmeye başladım. Bu dönem içinde seyrettiğim Agnes Varda’nın Toplayıcılar ve Ben belgeseli o dönem benim üzerimde çok etkili oldu. Benim yaşadığım tatminsizliği telafi ettiğini düşündüm. Gerçeğe susamışlığı gideren bir şeydi. Elbette katı bir gerçekçilikten bahsetmiyorum. Medya deyince de aklımıza Filistin, İsrail, Irak gibi meseleler geliyor ama belgesel aslında sadece bu konuları işleyen bir tür değil benim için. Benim kardeşimle olan ilişkimi de işleyen bir şey olabilir belgesel. Çok şey anlatabilir. Tıpkı edebiyat gibi küçük öyküler anlatıp evrensel mesajlar taşıyabiliyor. Yani belgesel her şeye dair olabilir.

Sıradan insanın ya da insanların alternatif olana ihtiyacından öte, aydın olanın kendini ifade etme biçimi, içinde yaşadığı gerçekliğe bir alternatif oluşturma biçimi olarak da düşünebiliriz belgeseli ve belgesel sinemadaki üretim artışını. Verili olanın dışındakine talep oldukça sınırlı aslında. Dolayısıyla belgesel, sinemacının, insani olduğunu, kaybolduğunu düşündüğü ya da yazıklandığı bir şeye yanıt geliştirmek, kendini ifade etme biçimi oluyor aynı zamanda.

Bunun karşısında örneklere de rastlıyoruz. Televizyonda gündemdeki kişiler hakkında yapılan belgesellere baktığımızda sadece güzellemeler görüyoruz. Abdullah Gül bunun son örneğiydi, başka biri de aynı şekilde anlatılabiliyor. Yani belgeselin doğasından gelen bir muhalefet yok. Yapanın, üretenin bakış açısını taşıyor.

Necati Sönmez: Ben örnek verdiğin türden televizyon programlarını belgeselden saymıyorum. Her televizyonda gösterilen belgesel bu formata girmese de, televizyon belgeselleri daha farklı.

Doğru bu televizyondan bir örnekti, başka örnekler de bulunabilir. Mesela İran’da rejimi destekleyen, rejimin harcı belgeseller var. Bu tarz belgeseller de görüyoruz.

Necati Sönmez: Tabii çok var. Mesela beyaz adam belgeselleri. Avrupalı bir adam gitmiş, Afganistan’daki bir kızı kurtarmış sonra da onun belgeselini yapmış. Bir çıkmazı da bu. Üçüncü dünyaya gidip, kurtarıcı bir misyonu olması da gerekmiyor, oraları bize Batı bakışıyla anlatıyor. Tabii ki kendine içkin bir muhalefeti yok. Ama bizim belgeselden kastımız sinemanın dilini konuşan, dönüştürücü gücü olan filmler.

Emel Çelebi: Yaşayan bir süreçten bahsediyoruz. İnsanlar senden bir medet umuyorlar, işin belgeseli çektikten sonra bitmiyor. Bunu topluma göstererek anlattığın insanların dertlerine çözüm bulmaya çalışmaya kadar gidiyor.

En azından soru sordurtma gibi bir işlevi olabilir. Tıpkı kurmaca sinema gibi belgeselin de ticari formatları var. Dünyayla sorunu olan insanlar için sinema iyi bir araç ama sinemanın belli bir kolaycılığı olduğu da anlaşılmış durumda. Aletlerin ucuzlaması, dijital teknoloji, yani çok derine inmeden, kendiyle hesaplaşmadan belgesel çekilebiliyor. Farklı tezahürleri var. Bu açıdan bakıldığında sizin için itici güç nedir?

Necati Sönmez: İnsan ilk filmini yapacağı zaman yapacağı konuyu çok dikkatli seçiyor. Hani hayatta yapacağı tek film oymuş gibi davranıyor. İlk belgeselinde en önemsediğin şeyi anlatırsın, ilk kurmacada da kendini anlatırsın. Her şeyi teknik anlamda çekebileceğini hissettiğin anda her gün farklı bir fikirle uyanabiliyorsun. Yaşadığın coğrafyanın da avantajı bu, müthiş bir zenginlik. Gazete için küçük bir haber belgeselle devasa bir şey haline gelebilir. Bir şekilde konu sizi seçiyor.

İbret Olsun Diye belgeselini izlerken neden o konuyu seçtiğinizi merak ettik. Şunun için; bu ülkenin gündeminde idam fazla yer almadı. Mesela ABD’nin gündemindedir bu konu hep. Tartışılır, üzerine filmler yapılır. Ama bizde idam konusu hep politik isimlerle Deniz Gezmiş’le, Erdal Eren’le anılır. Yine bir belgeselci olarak sizin seçiminiz belli idamları, Adnan Menderes’i mesela, ele almayışınızla fark ediliyor. Hani daha çok topluma ait bir meseleden çok sizin ilginizi çeken bir konuymuş gibi bir izlenim edindim. Bugün yasaklanmış bir şey idam. Peki sizin gündeminize nasıl girdi?

Necati Sönmez: Türkiye’de 1984’den sonra gündemden düşüyor idam, o zamana dek hep tartışılmış. Kenan Evren bile meydanlarda cevap yetiştirmeye çalışıyor idama karşı çıkanlara. Benim o dönem de çok ilgilendiğim bir konuydu. İnsan hakları hukuku uzmanı Prof. Mehmet Semih Gemalmaz’la bir sohbetten ortaya çıktı bu konu. Bizim filme de kaynaklık eden kitabından bahsetti, “Türkiye’de Ölüm Cezası” adında. İlk defa orada işittim, 700’ü aşkın kişinin Cumhuriyet döneminde asılarak infaz edildiğini. O bilgiyle irkildik ve buradan İbret Olsun Diye ortaya çıktı. Bir de bu rakam İstiklal Mahkemeleri haricinde. Orada birkaç binden bahsedilen spekülatif rakamlar var. Bu rakam ürküttü beni çünkü tam olarak bilinmiyor.

Bu rakam belgesele de yansımış üst üste yığılan ayakkabı sahnelerinde.

Evet, bir de bu konunun hep siyasilerle anılması huzursuz edici bir şey. Köyünde kocasını zehirleyen garip kadın da asılmış. Suçun mahiyeti de, suçlu olup olmaması da önemli değil aslında. Tasarlanmış bir cinayetle öldürülüyor devlet tarafından. Kimsesi olmayan kişiler, yalınayak darağacına gidip öldürülüyorlar. Esameleri okunmuyor. Siyasileri şimdiye kadar hep konuştuk ama diğerlerinin idamını göz ardı ettik. İdam cezası Türkiye’de 84’ten beri uygulanmıyor ama yeterince tartışılmış, hesaplaşılmış mı? “İnsanlık dışıdır idam cezası, kaldıralım” demedik de AB çerçevesinde kapanan bir dosya oldu.

Belgeselde bir hümanist olarak ölüm cezasına karşı olduğunu çıkartabiliyoruz ama şöyle bir izlenim de oluşabilir belgeselde. Sanki cezaevleri boşalmış bir ülkede dolaşıyorduk. Kapanmış, geride kalmış bir konu olarak ölüm cezası, kapanmış cezaevleri görüntüleriyle anlatılıyordu. İdam cezası ile hesaplaşma bitmiş de bu film sonrasını anlatıyor sanki. Böyle bir his uyandırdı bizde. İdam cezalarının infaz edildiği yer olmanın dışında başka anlamlarıyla da gelebiliyor akla cezaevi.

Ama filmde cezaevini anlatmıyorum. Mesela günümüzde dolu bir cezaevinde çekim yapsaydık o acaba idamla ilgili olur muydu?

Salihli’deki olay haricinde, idam kararı alınması öncesinde yaşananlar da yer almıyor filmde. Dolayısıyla belgeselde bu sürecin kendisi önemli olmuyor, bu kararın devlet eliyle alınması ve gerçekleşmesi önemli oluyor. Belgeselde bir duvar yazısı olarak “Ne devletin ne kişinin, ölüm Allahın emri” yazısı görünüyor, İslamcılar da başka nedenlerle karşı çıkabiliyor devlet eliyle ölüme. Senin karşı çıkışının nedenleri ise farklı.

Filme daha başlamadan ne yapmak istiyoruz sorusunu sorduğumuz zaman kendimize, sabahın dördünde infaza götürülen mahkumları düşündük. Orada üç beş kişi oluyor. Kapalı kapılar ardında. Eskiden ibret olsun diye meydanlarda yapılırmış bu şey. O cinayet işleniyor ve tarihin çöplüğüne atılıyor. Seyirciye biraz bu duyguyu, o avluda olma duygusunu vermek istedik. O son anı yaşamış insanlarla yaptık röportajı. Mesela yargıç pişman değilim kararlarımdan ama şimdi olsa yapmam diyor. O infaza tanık olan biri zaten destekleyemez infaz fikrini.

İnfazın şekli de çok metaforik. Ne giyotin, ne kurşuna dizilme. Ağaç dalları sallanıyor, hafif bir rüzgar esintisi ve darağacında bir insan. Bu ürpertiyor insanı. Başka türlü bir idam bu denli ürkütmez herhalde. Örneğin Saddam’ın idamı. İnfazın en korkunç yöntemiydi bu.

Evet günlerce kendime gelememiştim onun infazını seyrettikten sonra.

Gündelikçi’ye dönersek eğer, daha başında bir şey sormak istiyorum. Film boyunca evde gündelik çalışanların güvencesi olmadığı çok doğru bir biçimde vurgulanıyor. İsteğe bağlı sigortaya yaklaşım nasıldı?

Emel Çelebi: Bazıları aylık kazancından ödeyerek yapıyor ama bazıları yapamıyor. Çocuk okutanlar falan yapamıyor. Göze alamıyorlar paralarının bir kısmını oraya yatırmayı.

Peki bir örgütlenme söz konusu mu?

Evet, mesela Yıldız ve birkaç arkadaşı bir sendika kurmaya çalışıyorlar, İmece’nin ön ayak olduğu.

Türkiye’de üçte bir oranında kadın işçiliği var ama erkeklere oranla daha düşük ücret alıyorlar ya da çoğu çalışan kadının hamilelik izni bile yok. Gündelikçi işçiler ki sen de filmde onların işçi olduklarını vurguluyorsun, onlar diğer kadınlardan daha da fazla sömürülüyorlar.

Çünkü onları koruyan bir kanun yok. Çalışma saatleri esnek ve her şey işverenin vicdanına bağlı. Filmi yaparken “ama biz iyi insanlarız” diyen ev sahiplerine rastladık, onların tepkilerini aldım. Ama bu kişiye, kişinin insafına kalmamalı. Onlar da işçi olmalı, iş kanunu kapsamına alınmalılar. Şu anda bir yere yardıma gidiyorlarmış gibi görünüyorlar.

Bu filmde çok net ortaya konulmuş. İlişkilerin iki türlü kurulduğu görülüyor. Birinde ilişkiler geleneksel. Hani ev sahibi giysilerini veriyor, bazı şeylerini paylaşıyor ama bir taraftan da patron ilişkisi var. Bir yerde de temizlik şirketleri var. Sorumluluğun şirkete ait olduğu, çalışanların asgari sosyal güvenceye sahip olduğu ya da sahip olamadığı. Hemen hemen bu kişilerin hikâyeleri aynı. Geldikleri mahalleler, eğitim durumları, yaptıkları evlilikler. En çok da kadın olmanın ezilmişliği görülüyor.

Bunların yanı sıra, bu tarz işler, sadece temizlik işleri kadın işi olarak görünüyor.

Nasıl ulaştın belgeseldeki kadınlara?

Bir kısmına, örneğin Yıldız’a, İmece Kadın Kooperatifi aracılığı ile ulaştık. Diğerlerine de onların arkadaşları ya da çevremizdeki insanlar aracılığıyla. Birbirlerini tanıyorlar ve davet ediyorlardı.

Az önce söz ettiğimiz temizlik firmaları çoğunlukla asıl işverene taşeron firma olarak çalışıyor. İstanbul’un yükselen plazalarına akşam saatlerinde temizliğe gelen kadınlar oluyor. Ken Loach’un Amerika’da çektiği Ekmek ve Güller filmi bu plazalardaki temizlik işçilerinin sendikalaşma sürecini anlatıyordu.

Necati Sönmez: ABD’de daha çok Latin Amerika kökenli işçiler çalışıyor. Mesela Maid in Amerika adlı bir belgesel vardı bu konu hakkında. Avrupa’da da Doğu Avrupalılar çalışıyor.

Camdan Kalp filmini örnek verirsek, orada olduğu gibi bu kadınları kentlileştiren, kentli olanla tanıştıran bir temastan da bahsedilebilir belki. Ama bizce Gündelikçi sürecin bu şekilde olmadığını göstermesi açısından önemli, sosyalleşme başka şekilde gerçekleşiyor. Başka işçilerle, oraya hizmet veren diğer insanlarla tanışıyor. Bir tür protelerleşme süreci yaşanıyor. Evin kadınına özenme gibi bir şey söz konusu değil. O sınıftan olmadıklarının farkındalar. Bu ayrımı koyabiliyorlar. Yine de kente dair motiflerle karşılaştıklarında yaşamlarında bir değişime gittikleri konusunda sizin düşünceniz nedir?

Emel Çelebi: Olabilir tabii. Mesela uzun zamandır kocasından boşanmak istiyor fakat yapamıyorsa çalıştığı yerdeki kadından destek alıp bunu yapabiliyor.

Necati Sönmez: Proleterleşmeyi ve bilinç kazanmayı ise tüm kadınlar için söylemek zor, örneğin kadınlardan biri aile gibi gördüğünü söylüyordu temizliğe gittiği aileyi. Bazıları bunu iş olarak görüyor evdeki koltuğa bile oturamadığından bahsediyordu. Diğeri de içlerinden biri gibi olduğundan bahsediyordu.

Belgeselde hepsi vardı. Bu belgeselin güzel yanı da bu. Kurmaca filmlerde gördüğümüz gibi gündelikçi kadın evin sahibinin kıyafetlerini giyer, özenir, değişir birden. Yok aslında böyle bir şey. Belgeselin diğer güzel bir yanı da yaşamı içinden anlatması. Filmin yaşamın akışı içinde çekildiği hissediliyor. Bu o kadar belli ki, mesela çay yapılıyor evde sana da ikram ediliyor. Ya da Kazım Koyuncu resminin size gösterilmek istenmesi böylelikle filme girmesi, anne kızın, kızın ödevi üzerine konuşmaları. Annenin kızına nasıl yetişkin gibi davrandığı…

Necati Sönmez: Sadece kızlarına ama. Benim gibi olmasın, okusunlar diye.

Özelikle televizyon dizilerinden alışık olduğumuz bir hizmet eden kişi profili var. Hani evin mutfağından çıkmayan, evin sahibinin dertleriyle dertlenen başka hiçbir sorunu olmayan. Bu Asmalı Konak’ta da, Bir İstanbul Masalı’nda da vardı örneğin. Aslında bu insanların hayatlarının böyle olmadığını görüyoruz. Onların hayatlarına dair bize daha gerçekçi şeyler sunuyor. Sınıfsal bir bakış açısı var belgeselde. Devlet de bu tarz kayıt dışı işlere göz yumuyor. İşsizlik çok fazla olmasına rağmen…

Necati Sönmez: İşsizlik had safhada ama işsizliğin etkisi nasıl azalıyor, kadınların yaptığı bu görünmez işlerle. Çoğunun kocası çalışmıyor aslında.

Bitirmeden önce belgesellerle ilgili nasıl bir hazırlık süreci geçirdiğinizi sormak istiyoruz. Ayrıca üzerinde çalıştığınız başka projeler var mı?

Emel Çelebi: Mesela Gündelikçi için bulabildiğimiz her şeyi okuduk. Bugüne kadar yapılmış olan belgeseller, filmler varsa izledik. İnsanlarla konuştuk. Çekimlere başlamadan önce ailelerle ilişki kurmaya başlıyoruz. İlk etapta kamerayla gidemiyoruz. Önce tanışıp, arkadaş oluyoruz.

Necati Sönmez: Gündelikçi için Sultanbeyli’de bir eve gitmiştik. Bir dokunduk bin ah işittik. Ama çekime gittiğimizde hiçbir şey olmamış gibi havadan sudan şeylerden bahsetti konuştuğumuz kadın. Büyük ihtimalle kocası işini kaybedersin demiş. Dolayısıyla bu görüntüleri kullanamadık. Fikrin olgunlaşması sürecinde bol bol aramızda tartışıyoruz. Bir sürü fikirle yola başlıyorsun fakat çoğu yolda eleniyor. Mesela İbret Olsun Diye belgeselinde mahkumların yazdığı mektupları resme dökmek istemiştim hatta Muzaffer Erdost’la görüşmüştüm, onun çizgilerini çok beğeniyorum. Ama gerçekleşmedi bu düşüncem. Ya da Sultanahmet cezaevini kullanmak istedim ama izin alamadık. Otel olduğu için şimdi bu yer sıcak bakmadılar bu fikre.

Emel Çelebi: Yeni projemizi sormuştunuz. Yine kadınlar üzerine bir şey yapıyoruz, Ege Bölgesi’nde.

Peki belgeseller için finansmanı nasıl sağlıyorsunuz?

Emel Çelebi: Kültür Bakanlığı’ndan küçük de olsa bir destek aldık. Bütçeyi mümkün olduğunca düşürüyoruz.

Necati Sönmez: Gündelikçi ile ilgili bir sürü tartışmaya katıldık, konuştuk. Bu filmin temel meselesini erkeklerin genellikle anlayamadığını düşünüyordum. Ama şimdi sizlerin bir istisna olduğunu görüyorum.