Amerikan paranoyasının sine-masal görünümü

Janet Barış /

Bir elmanın birbirinden farklı görünüşleri olabilir; masanın üstündeki elmayı bir an olsun görebilmek için boynunu uzatan çocuğun görüşü ve bir de elmayı alıp yanındaki arkadaşına rahatça veren evin efendisinin görüşü…

Franz Kafka

Ortadoğu’nun görünen yüzü

Ortadoğu’da bitmeyen, tükenmeyen ve tükenmedikçe de kanın durmadığı bir ortam var. Irak’tan yavaş yavaş çekileceğini açıklayan Obama’nın başkanlık koltuğuna oturmasının hemen öncesinde Gazze’yi işgal eden İsrail, kanın daha da çok akmasına sebep oldu. Her ne kadar ateşkes ilan edilmiş olsa da yıllara yayılan gerginlik tek bir ateşkesle kesileceğe benzemiyor. Yarasını hala sarmaya çalışan Gazze’de iki bine yakın ölü var. Üzerine Obama’nın elinde sihirli bir değnekle dünyayı değiştirebileceğini düşünen birçok insan umutlu. Ama Amerikan politikasının tek bir liderin değişmesiyle köklü bir devrime uğrayacağını düşünmek de fazlasıyla iyimserlikmiş gibi duruyor.

Ortadoğu’nun bitmeyen çilesi, sinemanın da her zaman konusu olmuştur. Fakat son yıllarda artan gerilim ve Amerika’nın işgali, süreci daha farklı bir noktaya taşımış, bu konuda çekilen filmlerde bir artış görülmüştür. Amerika’nın kendi yarattığı tarihi kendi sinemasıyla anlatması seyircinin birçok olayı Amerikan gözüyle izlemesinin de önünü açar. Öte yandan bu durum Amerika’nın sadece kendi yarattığı tarihle ilgili değil aynı zamanda 11 Eylül sonrasında yaratılan kaos durumu, her Müslüman vatandaşa terörist gözüyle bakan bir paranoyayı da doğurdu. 11 Eylül sonrası ortaya çıkan bu paranoya ortamı, ABD Hükümetinin herkesten ve herşeyden şüphelenmesine yol açarken, özellikle burada yaşayan Müslümanların potansiyel terörist gibi görülmesine yol açtı. Birçok insan sınırdışı edildi ve bu korku ortamı gündelik hayata sızarak giderek yayıldı.

Batının doğuya bakışının genel olarak aşağılamacı olduğunu biliriz. Mesele işgalci konumundaki bir ülke olunca durum daha da değişiyor. Güçlü olanın gücünü gösterdiği, aynı zamanda da bunu kendi istediği biçime dönüştürdüğü anlatımı öne çıkıyor. Bu artık aşağılamacı ya da üstün bir bakış olmaktan çıkıp, batının doğu için kendi oluşturduğu, yarattığı ve içselleştirdiği yapay bir bakışa dönüşüyor. Algıya müdahale edilebiliyor, insanların tarafını, sınıfını, kimliğini unuttukları bir ideoloji hakim kılınabiliyor. Bu yönde şekillendirilebilen algı, paranoya ortamını da ele almakta gecikmez. Geçtiğimiz yıl vizyona giren filmlerden Yargısız İnfaz (Rendition) adlı filmde Mısırlı bir mühendisin yaşadıkları da işte tam bu paranoya ortamıyla örtüşüyor. Gavin Hood’un yönettiği 2007 tarihli Yargısız İnfaz filminde çocukken ailesiyle Amerika’ya göç etmiş olan Mısırlı bir kimya mühendisinin, yanlış anlaşılma sonucu yaşadığı zorlu süreç anlatılyor.

Ortadoğu’da belirsiz bir ülkede bomba patlar ve bu patlama sonucu bir Amerikan yetkilisi ölür. Elindeki bir istihbaratla harekete geçen CIA, Güney Afrika’dan Washington’a gitmek üzere olan Mısırlı Anwar El- Ibrahim’i tutuklar. Nereye götürüldüğü belli olmayan El İbrahim, bir mahzende yasadışı olarak saklı tutulmaya başlanır ve burada işkence görür. Amerikalı karısı da ortadan kaybolan kocasını aramaya başlar. El İbrahim aslında CIA tarafından sorgulanmak üzere kaçırılmıştır. CIA’de Kuzey Afrika analisti olarak Mısır’da görev yapan Douglas Freeman, onun nasıl bir işkenceye tabi tutulduğunu gördükten sonra kendi görevini sorgulamaya başlar ve vicdanıyla başbaşa kalır. Filmin ana teması 11 Eylül’den sonra çıkan ve Amerika’nın uyguladığı terör yasaları. Bu yasalara göre bir şüpheliyi dava açmadan sorgulama hakkınız olur ve eğer bu şüpheli Müslümansa, daha keyfi uygulamalar da meşru kılınabilir. El İbrahim de bu yasanın yaptırımlarına maruz kalır, karısının Amerikalı olması bile başını dertten kurtaramaz. Önemli olan bir diğer nokta da CIA görevlisinin yaşanan şiddete duyarsız kalmaması… Bu anlamda bir iç hesaplaşmayı da barındıran film, Amerikalıların “vicdanlı” olduğunun da altını çizmeden geçemiyor. İşkence aslında bilinmeyen bir şey değil. CIA’in ABD dışı ülkelerde işkence yapması, işkence uçakları kullanması gibi konular güncelliğini korurken, filmde tam tersine ABD’nin işkence yapmadığının, yapmayacağının altı çiziliyor.

Ahlaki bir hesaplaşmanın üzerinde duran ve sistem duvarlarının gerektiğinde dışına çıkılabileceğini gösteren filmde, bakış açısı direkt olarak batı üzerinden kurulduğundan olayları batılı bir bakış açısıyla izliyoruz. Böylelikle filmin ‘doğu’ tarafı eksik kalıyor. Son yıllarda 11 Eylül sonrası Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik politikalarını anlatan filmlerden biri olan Yargısız İnfaz, Amerika’nın işkence yapmadığının ve yapmayacağının altını çizerek yanlı bir tavır takınıyor. Müslüman mühendisin suçsuz olduğu anlaşılsa da, Amerika yine kendini haklı çıkarmayı, aklamayı biliyor.

Paranoyanın dolaşımı

Aslında sinemada kendine yer bulan bu paranoya ortamının gündelik hayata dair bir uzantısı da var. İnsanların kendilerini tehdit altında hissetmesi arttırılan güvenlik önlemlerinin, kendi iyilikleri için olduğuna dair bir inanç ortaya çıkarmıştır. Michael Moore, Fahrenheit 9/11 adlı belgesel filminde bunun üzerinde durmuş ve ABD’nin yapay bir korku atmosferi yaratarak, insanların nasıl denetlenmek ve gözetlenmeye razı olabildiklerini göstermiştir. Moore filminde böylesine yapay bir korku ortamı yaratılmasını, halkın kendini tehdit altında olduğuna inandırma ve böylelikle Amerika’nın olası bir savaş ortamını meşrulaştırma amacına bağlar, bunu da filmde verdiği örneklerle pekiştirir. Paranoyanın Amerika’nın gündelik yaşamında nasıl etkili olduğunu anlatan belgeselci Michael Moore, muhalif kimliğiyle Amerika’nın dış politikalarını pek çok kurmaca filmden daha sert bir şekilde eleştirir.

2008 tarihli Body Of Lies Türkçe adıyla Yalanlar Üstüne Ridley Scott imzalı ve yine Ortadoğu’yu merkeze alan bir diğer film. Burada bir ajanın El Kaide örgütünün üst düzey kadrosundan birinin peşine düşme görevi almasıyla birlikte yaşadıkları anlatılıyor.

Filmin senaryosunun uyarlandığı kitabın yazarı da David Ignatius. Ignatius aynı zamanda meşhur Davos krizi içerisinde yer alan Ortadoğu’daki dengeleri değişirebilecek iki liderin arasında sıkışan moderatörün de ta kendisiydi. Filmin öyküsü ise şöyleydi: Roger Ferris, ABD istihbaratının tehlikeli görevlerde kullandığı önemli bir adamıdır. Yöneticisi de CIA ajanı Ed Hoffman’dır. Dizüstü bilgisiyarı üzerinden stratejiler üretip emirler veren Hoffman, bir süredir istihbarat ağından kaçıp bombalama eylemi düzenleyen bir terör örgütünün liderinin peşindedir. Bu yüzden de Ferris’i görevlendirerek onun dünyasına girmeyi dener ve sanal bir terör örgütü yaratılır. Ürdün istihbarat servisinin başındaki Hani de işlerin merkezindedir. Ferris hedefine yaklaştıkça farklı şeyler keşfeder ve bu süreçte şefi Hoffman’a olan inancını da yitirir.

Ortadoğu’da süren işgalin yöntemlerini ve nedenlerini sorgulayan politik bir gerilim olarak nitelendirilebilecek Body Of Lies, ABD’nin kusursuz gibi gözüken istihbarat servisinde de çatlaklar olabileceğini gösteriyor. Ridley Scott’ın yönettiği ve Leonardo Di Caprio, Russell Crowe gibi ünlü oyuncuların başrolde yer aldığı filmde, dünyanın her yerini uydudan izleyebilen ajanların hakimiyet gücünün gözetlemenin ve denetlemenin ne denli işlerine yaradığının da altı çiziliyor. Bu tip Holywood filmlerinde genellikle ortaya çıkan bir aşk öyküsü Amerikan askeri ya da ajanının insani yanını vurgulayan bir tema olarak çıkar karşımıza. Bu filmde de eksik kalmıyor ve “doğu”lu kıza aşık olan ajanın insani yanının altı deşiliyor. “Kimse Ortadoğu’da yaşamak istemez” sözü belki de filmin ana fikrini oluşturuyor. Buraya sadece terörist avlamaya gelen bir ajan için durum böyle olmasa da, hatta bölgeye geldikten sonra Ortadoğu’yu sevse, kendini yakın hissetse ve üzerine aşık olsa bile film oryantalist bakış açısından vazgeçmiyor.

Hollywood’un bitmeyen ‘masal’ı

Savaşın Hollywood’a yansıyan örneklerinden biri de In the Walley of Elah, Türkçe’ye “Tanrının Vadisinde” olarak çevrilen filmde Irak savaşından döndükten bir hafta sonra kaybolan bir asker ve o askeri arayan ailesinin öyküsü anlatılıyor. Mike, Irak’ta savaşıp ülkesine döner ama döndüğünde kaybolur. Bunun üzerine eski bir savaş gazisi olan babası Hank ve annesi onun izini sürmeye başlarlar. Daha önce Vietnam’da görev yapan büyük oğlunu da savaşta kaybeden Hank, diğer oğlunu da bu şekilde yetiştirmiş ve Mike da gönüllü olarak Irak’a gitmiştir. İlk araştırmalarda Mike’ın birkaç gün önce firar ettiği anlaşılır. Mike’la ilgili gerçekler ortaya çıkarken, Hank savaşı ve değerlerini farklı bir biçimde sorgulamaya başlar. Zira oğlunu milliyetçi bir ortamda büyüten Hank’in yavaş yavaş değişen inançları, dönüşümü de söz konusu olur. Kısmen de olsa ötekilik konusu üzerinde de duran filmde, Hank’in gözünden muhafazakar bir Amerikalının göçmen sevgisizliği de öne çıkmış oluyor.

Hollywood burada da yine savaşın, savaşı başlatan istila eden için de vahim bir durum olduğunu, Iraklılar gibi Amerikalıların da bu durumdan canının yandığını göstermeye çalışıyor. Konu ilgi çekici gibi gözükse bile film bu anlamda çok da masum değil. Kendilerini sorgulayan ve acı çeken Amerikalılar seyircinin gözünde istila ed(il)enin durumunu gölgede bırakıyor. Tanrının Vadisi filminde Vietnam savaşının, Vietnam’a giden askerlerin, Hank gibi, Irak’tan ve Irak’a giden kuşaktan daha farklı olduğunun altı çizilir. Kuşaklar ve coğrafyalar bir onur karşılaştırmasına tutulur.

Amerikan sinemasının bu konudaki en büyük başarısı her iki tarafa eşit, objektif yaklaşıyor-muş izlenimi vermesi. Kendisini aklarken Iraklı, El Kaideli teröristler için de kötü düşünülmemesini sağlıyor. Böylelikle neredeyse fark etmeden Amerika’nın tarafsız, özeleştiriyle yüklü ve işgal ettiği topraklardaki insanlar öldüğü için vicdan azabıyla dolu olduğunu düşünerek bir film yapmış olduğuna inanıyoruz. Ne olursa olsun Amerika’nın Ortadoğu ile ilgili filmlerinde oryantalist bir taraf var. Teröristlerin de insan olabileceğini gösteren detaylara yer verilse bile bu bakış açısından kurtulunamıyor. Böyle olunca da “doğu“ batı için işgal edilesi, medeniyet dersi verilesi bir yer olarak kalıyor. Bizim önceki sayıdan itibaren devam eden yazılarımıza gelirsek; Amerika Ortadoğu’dan çıkmadıkça bu tür filmleri daha çok yazacağız gibi görünüyor…