Festivallerden: BİFED, Ada’da Belgesel Sinema

Seray Genç /

 

Ada’da Belgesel Sinema

Bu sayımızda İtalya’nın farklı şehirlerini gezerek genç sinemacılar yetiştiren, dünyanın çok farklı köşelerinden gelen gençlerin kısa film denemeleri, çekimleri için koşullar hazırlayan bir festivalden haberler veren bir yazıya yer verdik. Cinema da Mare. Deniz’in sineması. Sonra çok geçmedi biz de Ege Denizi’nin çevrelediği Ada’nın sinemasını hayata geçiren, belgeselleri bir adaya toplayan bağımsız bir film festivaline denk geldik. Cinema da Mare isminin verdiği ilhamla; Sinema’da Ada ya da Ada’da Sinema… Ada’ya, memleket sinemasına, sansüre uğrayan belgesellere, sinema öğrencilerine hem alternatif bir alan açmak hem de katkıda bulunmak için yola çıkan Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali’ne (Bifed) bu yazı vesilesiyle yolun açık olsun demek istedik.

Belgesellerle Dünyayı Yorumlamak

Belgesel sinemanın çağına dair bir gözlemi, yorumu ve bir meselesi vardır. Yıllar itibariyle belgesel filmlerin habitat meseleleriyle karşımıza daha fazla çıkmaya başlamasıyla beraber dünyanın farklı köşelerinden bu meseleye dair gözlem ve yorum almak, anlamak ve takip etmek mümkün hale geldi. Habitat bizim ve bizimle birlikte canlı tüm organizmaların yaşadığı, geliştiği yer. Bir bölge, bir ağaç, hava, su ve toprak habitat ya da habitatımızın parçası. Habitatın parçalanması ise canlıların yaşadığı alanların müdahale görmesi, dönüşmesi, yaşam alanlarının yok olması, yok olmaya yüz tutması anlamına geliyor. Kapitalizm, ağacın gölgesini satamayınca tez kesile diyor, ağacın ekili olduğu alanın günümüz ederini, metrekaresini, kat sayısını, avm dükkan sayısını, yolunu, garajını, araba sayısını, eğlenceden yemeğe geçirilecek saat sayısını iştahlıca hesap ediyor. Şehir merkezleriyle yetinmiyor, yoksulları çeperlere atıyor, çeperlere toplu konutlar yapıyor. Yetinmiyor, ağaçları kese kese yeni yollar yapıyor. Beton döküyor doğaya, insan ve insan aklına. Ucu olmayan şehirlerler yaratıyor. Şehir dışına çıktığında da akar suya, rüzgara bentler kuruyor, hatta termik ve nükleer santraller inşa etmeye kalkıyor. Karbon salınımına engel teknolojiye/sermayeye kredi ve teşvik dağıtırken, üretimi ve çevreyi regüle ediyor, sömürüye uğratıyor; kapitalizmin vahşi rekabeti ortaya çıkıyor. Büyük balık küçük balığı yutuyor ve doymuyor.

Karbona Hücum (Amy Miller, 2012) belgeselinde bizim Karadeniz’de küçüklü büyüklü her dereye kurulmak istenen HES’lerin Panama’da da aynı belalara yol açtığı, Hindistan’da çöp yakılan fabrikaların beraberinde getirdikleri, Honduras’ta bitkisel yağdan biyogaz üretimi ve Brezilya’da odun kömürü için kullanılan okaliptus ağaçları ve o ağaçların dibinde yaşayıp ormana adım atmaları yasak olan sıradan insanları gösterir. Diğer adıyla karbon pazarına hoş gel(me)diniz. Bu ekolojik tasdik ve teşvik alan tüm “karbon projeler” çevre kirliliğini dengeledikleri gerekçesiyle karşımıza çıkıyor ve “karbon kredisini” kapıyorlardı. Belgeselin soruları net: Karbon salınımını gerçekten azalttıklarını söylemek mümkün mü?, Peki bu projelerin olduğu yerlerde yaşayan insanlar tüm bunlardan nasıl etkileniyor ya da etkilenecek? Kâr merkezde olduğu sürece kapitalizmin koşullarının sermaye aleyhine dönmesi mümkün mü? Ekosistemimizde yaşanılan süreci bizim bir çırpıda özetlememiz veya aktarmamız zor ama belgesel sinema tam olarak bunu yapıyor; sorular soruyor, tanıklığa ve neticede ‘dur demeye’ davet ediyor.

Bir avuç insan bunu dünyanın her köşesinde yapıyor ve bu mücadele de belgesele konu olabiliyor. Bozcaada’da yapılan ve Fethi Kayaalp anısına verilen ödüllerden biri Rüya Arzu Köksal’ın yönetmenliğini yaptığı Bir Avuç Cesur İnsan’a gidiyor bu nedenle. “Türkiye’de yaşanan ama bütün dünyada benzerlerine rastlanan, hayati öneme sahip bir çevre mücadelesini, aktivizm ruhunu kutlayarak ve bize, mizah duygusu ve insancıllığıyla ilham vererek anlatan” bir film Bir Avuç Cesur İnsan.

Belgesel sinema ele aldığı meselesine bir yorum, bir bakış açısı getirir: Mizah, insancıllık, estetik ya da protesto. Yaratıcı bir yeniden yorumlama biçimi olarak Grierson’dan bugüne belgesel, izleyenden de dünyayı yorumlamasını ve onun aktif bir parçası olmasını bekler.

Festivaldeki filmlerden Mano Khalil’in Arıcı (Der Imker) filminde karakterin kendisi İbrahim Gezer ve Farida Pacha’nın Benim Adım Tuz filmi dünyayı yorumlayanlardandı. Kürdistan’daki savaştan ötürü yerinden yurdundan edilmiş Ape İbrahim, Alp Dağları’ndan geride bıraktığı memleketinin dağlarına ve o dağlarda bıraktığı çocuklarına, köyüne, evine bakıyordu. Bir yandan da Alp Dağları’nı kendi dağları yapıyordu, arılarıyla beraber kendisinin kıldığı doğayla buluşuyor ve bir dere yatağına çıplak bırakıyordu kendisini. Doğayla buluşmasında hem yalnızdı hem de değildi. İsviçre’de tanıştığı, yaşamının bir parçası kıldığı insanlarla içten arkadaşlığı; arkadaşlarıyla kendi içten dilini yaratarak iletişim kurması onu yaşama, arkadaşlarını da ona bağlıyordu. Ve savaşların adaletsiz ve kirli yüzüne rağmen yaşamı, doğayı insancıllıkla, doğallıkla ve inatla savunuyordu.

Benim Adım Tuz, Hindistan Gujarat’ta tuz üretiminde mevsimler geçiren işçi bir ailenin tuz hasadını izleyiciye sürekli sorular sordurarak ancak yanıtları görüntülerle, aileyi sadece takip ederek ve her adımın bir bir açılarak, ritmle ilerlediği bir belgeselle veriyordu. “İnsanın toprak aidiyeti ve ilişkisini yalın, güçlü ve şiirsel bir sinematografiyle” aktarıyordu bize.

Mark Achbar ile “Şirket”i Yorumlamak

Andığımız bu filmler, aralarında Corporation (Şirket) ve Peter Wintonick’le beraber yaptığı Manufacturing Consent: Noam Chomsky and the Media (Rıza Üretmek: Noam Chomsky ve Medya ) filmlerinin yönetmeni Mark Achbar’ın da olduğu jüri tarafından adaya gelen belgeseller arasından seçilmiş ödül alan filmler arasındaydı. Mark Achbar ve Jennifer Abbott’un filmi Şirket, yapımından on yıl sonra Bozcaada Halk Eğitim Merkezi’nde gösterildiğinde bizim açımızdan filmin ses verdiği sorunlar, konular ya da psikopat bir tüzel kişilik olarak Şirket gücüne güç katmaya devam ediyordu. Necla Algan ile Mark Achbar’la söyleşmek üzere adanın bir kıyısında buluşuyoruz. Mark Achbar bugünden filmine baktığında: “Tanımladığımız sorunu çözmedi filmim, o yüzden bugünden bakınca başarısız oldu diye düşünüyorum. Şirketler güçlerini arttırdılar o zamandan bu zamana. Bir film kültürü değiştirmek için çok şey yapabilir. Bu filmle biz bir bilinçlenme hareketi yaratmaya çalışıyoruz. Gitgide büyüyen bir farkındalık yaratıyoruz filmlerle. Şirketler çok büyük bir sürekliliğe sahipler. Sıradan bir insanın baş edebilmesi için fazla güçlüler çünkü sermaye onların elinde. Her gün devletlerle işbirliğine girebilecek sermayeleri var. Bizim de tek başımıza onların bu gücüyle baş edebilme imkanımız yok. Elimizde başka aygıtlar var onlarla uğraşabileceğimiz; sinema da bunlardan biri. Benim şirketlere karşı bilinç yaratmak için en önemli aygıtım sinema” derken, Joel Bakan’ın yazdığı ikinci kitapla beraber Şirket’in devamının geleceğini söylüyor. Amerika’da şirketler için verilen yeni imtiyazları, örneğin şirketlerin seçimler sırasında isimsiz ve limitsiz bir biçimde para harcamasının hukuki olarak önünün açıldığını, bunun ise sermayenin etkisini artırmakla sonuçlanacağını anlatıyor. Son dönemde Kuzey Amerika’da B (benefit) tipi yeni tip şirketler de ortaya çıkıyor. “Bu şirketler hukuki olarak başka değerleri önceliğine ya da en azından eşit derecede alabilir, örneğin emekle ilgili veya çevre ile ilgili dertler edinebilir, bunları önceliğine koyabilir. Sonra ikinci sıraya istiyorsa kârı koyabilir. Şu anda bu yolu seçen bir çok şirket olmaya başladı. Tabi ki bu bir çözüm mü değil mi tartışılır, ama ben bu çok enteresan bir gelişme diye düşünüyorum. Biz burada halka açık şirketlerden bahsediyoruz. Burada baskıcı olmak zorunda olmayan bir şirketten bahsediyoruz, tabi eğer yapmak isterse. Bu halka açık şirketler eğer isterlerse önceliğine emeği alabilirler, yapmak zorunda değiller ama yapabilirler.”

Şirket belgeseli, 23 bölümden oluşuyor. Farklı kesimleri ve konuları merkezine alan 23 farklı bölüm. Belgeselin içerdiği röportajlar da farklı kesimlerden. Shell, Goodyear, IBM, Pfizer gibi şirketlerin CEO’larından Noam Chomsky, Naomi Klein, Vandana Shiva ve Michael Moore’a, devam edersek reklamcılar ve pazarlamacılardan tarihçi ve aktivistlere farklı pek çok insan ve yaklaşıma ulaşılıyor. İnsanların hiç bir önyargı taşımadan filme dahil olmaları ve olanı biteni anlatmaları üzerine bu diyaloğun nasıl kurulduğunu merak ediyoruz doğrusu. “Bazı CEO’lar kendileri de eleştireldi bu sistemin gidişatına dair. Kendileri ile ilgili, şirketlerle ilgili eleştireldiler. Ve kendilerinin seçimiydi, belgeselde kendi kimlikleriyle bulundular. Kimseyi zorlayamazsınız 90 dakika hatta saatlerce sizinle konuşmaları için.” Bu kadar farklı dinamiği bir araya getirmelerindeki amacın ise gerçekliği tüm boyutlarıyla yansıtmak olduğunu söylüyor. Mark Achbar: “Gerçekliği yansıtmaktı amacımız. Şirketlerin nasıl çalıştığını ve arkalarındaki gücü anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Bu şirketlerin içindeki CEO’lar gibi insanların şirketlerin gücü ile ilgili ne düşündüğünü görmek istedim. Örneğin sizin kişisel görüşünüz şirketin görüşünden farklı olabilir, bunun mümkün olup olmadığını da sorguladım. Kendi kişisel değerlerin şirketinkilerle örtüşmüyor olabilir. Tabi kararlar da vermek zorundasın. Hayatımda hiç Pfizer, Shell ya da BP’nin CEO’larıyla tanışmamıştım, belgesel sayesinde tanışmış oldum. Çok zeki bir insan değilsen CEO olamıyorsun bu sistemde. Çok zeki insanlar da aslında ne olup bittiğinin farkındalar. Ben aslında onlara negatif bir şekilde yaklaşmadım, sadece merak ettim, içten bir merak; ne düşündüklerini, bu kararları gerçekten nasıl aldıklarını merak ettim. Biz bu açıdan şirketlerin gücünü kişilere indirgemeden, şirketleri birer kurum olarak incelemek istedik. Kurumların problem olduğunu göstermek istedik, bireylerin değil. Görüşme yaptığım bazı CEO’lar insani olmayan bu kurumlara insani bir ses de oldular. Chomsky de bundan bahsediyor. Köle sahibi iyi biri olabilirsin. Kölelerine iyi davranan düzgün insanlar da var. Fakat kölelik kurumunun kendisi rezil ve ahlak dışı bir şey.”

Şirketin bölümlerinden biri Hindistan başta olmak üzere bugün pek çok çiftçiyi intihara sürükleyen, tohum bilgisini gelecek nesillere aktarılmaksızın yiyecek endüstrisini elinde tutan Monsanto gibi yaygın şirketlere dairdi. Mark Achbar filminde bu büyük sorun hakkında sadece “söz ettiklerini”, söz edebildiklerini söylüyor. Konuyla ilgili Food Inc. (2008, Robert Kenner) belgeselini hatırlatıyor. Monsanto bu kadar yaygın olduğu için, dünyayı ele geçirmiş olduğu için gurur duyuyor. “Biz onların vicdanın rahat olmadığını filan düşünüyoruz kendi aramızda, fakat böyle bir şey yok; bununla övünüyorlar.”

Zehir üreten kimyasal şirketler, askeri-endüstriyel kompleksler, okyanuslarda artan toksinler, eriyen buzullar… “Depresif değişimler” yaşandığını söylüyor Mark Achbar ve kendi açmazına getiriyor sözü: Benim kişisel açmazım bu konularda hangi biriyle uğraşacağım, hangi birine sataşacağım. Hangisi daha önemli? Bir değişiklik yapmak için hangisi daha acil? Hep bunu düşünüyorum.

Bizim memlekette de uğraşacak, sataşacak pek çok konu ve işleyiş olduğu kesin. Dolayısıyla sinema ya da bağımsız festivaller, aktivist film ve festivaller bizim için de önemli bir alan. Kendileri de belgesel sinemacı olan dostlarımız Petra Holzer ve Ethem Özgüven ve Adalı tüm dostlar bu alanı açmaya çalışıyorlar. Bozcaada’nın ensesinde hissettirilen yapılaşma tehdidine ve memleketin pek çok yerinde gördüğümüz betonla, HES’lerle, santrallerle hayatımızı ele geçirme, elden geçirme harekatına karşı sinemayla ve Adalılarla dayanışma içinde…

BIFED Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Film Festivali Hakkında: http://www.bifed.org