Kesik: Bir Yaram var Durmadan Kanar

Yusuf Güven /
Bir sazım var, hiç elim gitmez
köşede yatar
Bir sızım var, hiç ilaç kar etmez
içimi yakar

Bir gözüm var, sileni olmaz
boyuna akar
Bir kapım var, açanı bulunmaz
durmadan çalar
(Nadir Göktürk)

I

Türkiye tarihi acılarla dolu ve hiçbir zaman onulmayan yaralarla… İyileşmiyor, çünkü yüzleşilmiyor, yüzleşilemiyor. Kimsenin de kendi acısıyla yüzleşmesine ve acısını geride bırakmasına izin, imkan verilmiyor. Yıllardır Ermenistan’a açılan sınır kapıları kapalı. Ani şehrinin tarihi sansürlü. 1915’e dair söyleyebileceklerimiz devlet eliyle belirleniyor. Resmi olmayan her etkinlik tepesinde bir engellenme tehdidi hissediyor.
Heykeltıraş Mehmet Aksoy, ikiye bölünmüş ama yüzyüze bakan bir insanı resmettiği heykelini Kars’ın bir tepesine dikiyor. Devasa heykel sınırın öte yanından da görülsün, kardeşim bir yarısının burada olduğunu bilsin diye. Ne olduğunu biliyorsunuz? Başkan da olmak isteyen tek adam, herhalde o tarihte milliyetçiliği gazlama ihtiyacı içinde olduğundan olsa gerek, ucube dedi, içine tükürdü ve sonunda heykeli yıktırttı. Dostluğun heykeline bile katlanılmıyor bu ülkede. Çünkü biliyorlar halklar dost olursa, emekçiler kardeş olursa kendi sonları gelecek. Hülloooğ diyerekten tutulmaya çalışılıyor oyların yüzde ellisi. Nereye kadar? Kaçınılmaz olan ne kadar geciktirilebilirse oraya kadar işte.
Türkiye’nin Ermeni diasporayla 1965’te, Ermeniler yurtdışında eylemlerine başlayınca tanıştığını söylüyor Aris Nalcı ve Serdar Korucu. 1965’te gazeteciler dahil bir ülke neler olduğunu anlamaya çalışır. O kadar derine gömülmüştür ki, 50 yıl önceki geçmiş. Sorunun da konunun da ortaya çıkması zor olur: (Türkiye…) O denli acemiydi ki dış politikada, 65’teki gazetelerde “Bu Ermeniler ne diye ayaklandılar?”ın cevabını bulana kadar gazeteciler akla karayı seçti. Soykırım’ın “sözde” ya da “asılsız bir iddia” olduğu terimleri henüz keşfedilmemişti. Düşünün, 1965’te bazı gazeteler “Ermeni jenosidi” yazıyordu olanlara. Ne yazacağını bilmediğinden. Ama nefret söylemi en üst safhadaydı. Ermeni toplumuna yayılan korku çok daha üst düzeyde… Ermeni toplumunun önde gelenlerinden bir grup, “Atatürk’ün çocuklarıyız” diyerek 24 Nisan 1965’te Taksim anıtına çelenk bile koydu, diasporadaki eylemlere karşı Türkiye’ye sadakatini kanıtlamak için. (1965, 2015’ten 50 yıl önce – 1915’ten 50 yıl sonra, Serdar Korucu- Aris Nalcı, Ermeni Kültür Yayınları)
1915’ten bu yana 100 yıl geçti, 1965’ten 50 yıl. Bunca zamanda değişen pek bir şey yok. Vesayet devam ediyor, ‘milli’ hassaslıklar devam ediyor. Acılar da yüz yıllık tazeliğiyle devam ediyor. Fatih Akın’ın Kesik’i işte bu acılar karşısında küçük, kişisel sorumluluğunu kabul eden –evet, hepimizin sorumluluğu var- bir özür.
Fatih Akın, Almanya’da doğup büyüdüğünden Türkiye onun için sonradan tanıdığı bir yer oldu. Buradaki bu gerginliğin, şiddetin onu çok tedirgin ettiğine eminim. Duvara Karşı, bu tedirginliğin filmidir. Fatih Akın ve onun gibi Almanya’da yetişmiş bir nesil, Türkiye’yi Duvara Karşı’da resmedilen şiddetin içinde görüyorlar, Türkiye onları öldürmek isteyenlerin ülkesidir. Türkiye’de karşılaşılan saf şiddetin yanında Almanya’daki yabancılaşma nedir ki? Yeğdir. Genellikle yumuşak, genç işi filmler yapan Fatih Akın’ın sinemasında bir dönüm noktasıdır Duvara Karşı (2004). Bu şiddet ve etkisi hem Fatih Akın’da hem de seçtiği karakterlerde, başka filmlerinde de görülür. Yaşamın Kıyısında filminde Ayten’e yardım etmek için İstanbul’a gelen Charlotte sokak ortasında talihsiz bir şekilde öldürülür. Filmdeki Türk-İslamcıların tehdidi, Ayten’in silahlı bir örgüte üye olması da akla gelebilir. Fatih Akın ayrım yapmaksızın ve kıyısında durarak şiddet ikliminde bir Türkiye’den manzaralar tasvir eder. En çarpıcı örneklerden biri de İstanbul belgeselinde Siya Siyabend’den Murat’ın bir sokak güzellemesinden uzak durup, yastık olarak kullandığı taşa taş demesidir belki.
Hem Fatih Akın’ın hem de Türkiye’nin başka bir kırılma noktası da Hrant Dink’tir. Hrant’ın 2007’de katledilişidir. Bu travmayı atlatamadık, atlatamıyoruz. Katiller ortada ama yapanlar ortada değil. Hepimiz biliyoruz oysa, ne çok şey biliyoruz, bildiklerimiz bize ne kadar ağır geliyor. Taşıyamıyoruz, taşıyoruz, işte Gezi Parkı’nda sel olup, milyonlar olup bir araya geliyoruz.

II

Kesik’e dair yazılan pek yazının ortak cümlesi olarak “Fatih Akın’ın en iyi filmi değil”i görüyoruz. Buna sevinenler olmuştur, sevinenler oldu, onu da görüyoruz. En azından sinemasal olarak kendinden söz ettirmeyecek diye. Ya da bunu bahane edip film üzerine konuşmayanlar. Ah kendilerini ne kadar da iyi biliyor onlar.
1915’in Mardin’inde ailesi ile birlikte savaştan uzak ve mutlu bir hayat süren demirci ustası Nazaret’in evi bir gece jandarmalar tarafından basılır. Rüşvetle, altınla olacak gibi değildir bu sefer. Nazaret’i de diğer pek çok Ermeni’ye yaptıkları gibi alıp götürürler yol yapmaya, kamplarda. Esir kaldıkları süre boyunca Nazaret ve arkadaşları bir yandan açlıkla boğuşurken bir yandan da Ermeni’lerin –geride bıraktıklarının- maruz kaldıkları mezalime tanık olurlar. Göç ettirmeler, tecavüzler, cinayetler. Bir katliama ya da soykırıma tanıklık etmeyiz. Vizörü Nazaret’in göreceği alan kadar daraltır Fatih Akın. Belki utancından yapar bunu, belki de gerçekten çok iyi bilmediği-bilemediği bir tarihi anlatmanın ağırlığından.
Bunların bir önemi var mı? Evet var, belki bugün Ermeni katliamını konu alan bilmem kaçıncı filmi izliyor olsaydık yukarıdaki cümleyi ve daha fazlasını deme hakkımız olurdu. Oysa yüz yaşında diye öğünülen sinema tarihimizde bu topraklardan çıkan birinin bu konu üzerinde yaptığı tek, evet biricik, kurmaca film Kesik.
Bir şeye vurgu yapıyor ama Fatih Akın, insanlığa, küçücük bir dostluğa. Savaşın sonlarına doğru kampta disiplin bozulmaya başlamıştır, esirler kaçarlar. Yolda bir çeteye rastlarlar, çete ellerinde kalan son şeyleri toplar Ermenilerden ve hepsinin boğazını keser. Filmin bir adı da buradan geliyor. Bu sahnede Mehmet, Nazaret’i boğazlayamaz, küçük bir kesik bırakır boğazında. O kesik Nazaret’i filmin sonuna kadar dilsiz bırakacaktır. Filmin adının tarihe ve bir halka atılmış kesikten geldiğini düşünmek için de çok neden var.
Filmin bundan sonrası tipik bir Fatih Akın sineması örneğidir. Biraz Hollywood, biraz Yeşilçam melodramı. Nazaret, bir şekilde Halep’e ulaşır ve burada iyi yürekli Ömer Nasreddin’in himayesinde çalışır. İkizlerinin peşine düşer. İlk önce bir yetimhanede bulur izlerini, oradan Küba’ya, Küba’dan ABD’ye. Hep zorluklarla karşılaşır ama kızlarına kavuşma umudu onu ayakta tutar. En sonunda hafif topallayarak yürüyen Arsine’yi ABD’nin kuzey ucunda yeni kurulmuş bir Ermeni köyünde bulur. Küçük bir çocuk olarak bıraktığı Arsine artık bir genç kadındır, Lusine ise yaşadıklarını daha fazla taşıyamamıştır. Kızına kavuşunca sesine de kavuşur. Pek çok insanın yakınlarının kemiklerini bile göremedikleri düşünülürse, aslında iki kızına da kavuşur Nazaret, Lusine’nin de bir mezarı vardır. Arsine ile birlikte ziyaret ederler mezarı. Halep’te izlediği Charlie Chaplin’in The Kid (Yumurcak) filminde olduğu gibi bırakmaz çocuklarını Nazaret. The Kid bir baba ile çocuklarının ayrı düştüğüne dair yer almaz sadece filmde, zamana dairdir, zamanın geçip 1920’lere gelindiğine dairdir ve sinemanın bu topraklara nasıl ulaştığına dairdir aynı zamanda.

III

Fatih Akın’ı o hiç anlatıl(a)mayanı anlatmaya cesaret ettiği için, Mehmet Aksoy’un heykelindeki gibi diğer yarısındaki kardeşine yüzünü döndüğü için seviyorum. Ticari olanın eşiğinde ama samimi olana daha yakın durduğu için gerçekçi buluyorum. Bir yerlerden başlamak gerekiyordu, bir yerden başladı. Baştaki alıntı, Ezginin Günlüğü’nün Eksik Bir Şey şarkısından, eksik ile kesik aynı harflerden oluşuyor. Kesilen yanımız eksiliyor. Bunca ağır bir acıyı, Mehmet Aksoy’un heykelinde olduğu kadar ya da bir şiirde, şarkıda olduğu kadar duru, sinemada nasıl anlatabilirdik acaba?

Kesik (The Cut)
Yön.: Fatih Akın
Sen.: Fatih Akın, Mardik Martin    
Görüntü Yön.: Rainer Klausmann
Kurgu: Andrew Bird
Müzik: Alexander Hacke
Oyn.: Tahar Rahim, Simon Abkarian, Makram Khoury 
Almanya, Fransa / 138dk / 2014