Petros Markaris Söyleşisi: Her Trajik Durumun Komik Bir Tarafı Vardır

Seray Genç /

Sizinle bir 1 Mayıs günü buluşacaktık ama biz Disk’in önünden ayrılamadık siz de zaten İstanbul merkezine varamadınız. 1 Mayıs gününün yasaklanması, İstanbul’daki hayatın durdurulmasıyla sağlanmaya çalışılıyor ya da düpedüz yasaklanıyor. Artık buluştuğumuza göre İstanbul’la başlayalım o zaman. 1 Mayıs’ı da yaşadınız. İstanbul’u da biliyorsunuz. İstanbul’da çok keskin dönüşümler olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben İstanbul’dan 1960 yılında ayrıldım. O zaman nüfusu 1,5 milyon civarıydı. Şu anda 20 milyona yaklaşıyor. Bu hızla bir büyümede ne yapsanız kaotik ve keskin olacak. Bugün kızımın yaşadığı İstanbul ile benim yaşadığım İstanbul arasında dağ kadar fark var. Kızım çok değişik bir İstanbul’u seviyor. Benim sevdiğim İstanbul değil bu. Artık İstanbul’da yürüdüğümde çoğunu tanımıyorum bile. Tüyap’a giderken Avcılar’ı gördüm örneğin. Kaldım öyle. Benim zamanımda Avcılar dört binaydı.

Kitaplarınız Türkçe’ye ne zaman çevrilmeye başlandı.

İlk romanım 1998-99 gibi çevrildi.

Biraz geç mi keşfettik?

Yok, ilk romanım Yunanistan’da 1995’te çıkıyor.

Bu da bizim dergimiz. Size Gezi sayısını getirdim özellikle.

Yunanlılara göstermeyin kıskanırlar, emin olun. Çok güzel dergi, elinize sağlık.

İstanbul’a ister istemez hep döneceğiz. Sizin de yazarken hep döndüğünüz gibi. Yazarları arasında olduğunuz İstanbul kitabında da, İstanbul’da geçen romanınızda da İstanbul’a dair imgeler, o imgelere ait duygular kısa ya da uzun her iki eserinizde de net hissediliyor.

Ben bu İstanbul romanını yazana kadar çok çile çektim. Başımda bir hikaye olunca yazmaya başlarım diye düşünüyordum ama korkum geçmişimdi. Bu duygulardan nasıl koparım diye düşünüyordum. Eğer roman yazarken duygularınıza kapılırsanız kötü bir roman olur. Biraz mesafe gerekiyor. O yoktu bende, o yüzden korku içindeydim ve her zaman erteliyordum. Başka bir roman yazayım, şunu yapayım, bunu yapayım diyordum. Sonra bunu ertelemekte bir mana yok, oturayım yazayım dedim. O an durum daha da zorlaştı. Çünkü, benim yazdığım karakterler çok zayıf kaldı, bugünkü İstanbul’a göre. Bunun çözümü şu oldu. Romanda cinayeti işleyen kadın bizi büyüten kadındı. Adıyla aldım. Onu keşfettiğim anda romanı nasıl yazacağımı biliyordum. Birden çözüldü düğüm.

Çok iyi börek yapar mıydı?

Çok, çok…

Bu kitap bir yandan da mizah taşıyor, bütün o trajedi içinde.

Her trajik durumun, komik bir tarafı var. Bunu da dile getirmek lazım. Yoksa yalnızca ciddi anlatırsanız okuyucu da yazar da nefes alamaz. Komik bir durum olunca ben de nefes alıyorum. Kriz üçlemesini okursanız çok daha yoğun, direkt ortaya çıkıyor. Bunu ben Brecht’ten öğrendim. Her komik durumun bir trajik tarafı, her trajik durumun komik bir tarafı var. Benim keşfettiğim bir şey değil.

Sinemada da Angelopoulos’la Brechtçi sinemanın örneklerini verdiniz. Angelopoulos’un pek çok filminde birlikte çalıştınız değil mi? Angelopoulos’un ilk dönem filmleri Brechtçi, kendisi de bunu söylüyor. Sonra ise yine kendi sinemasını tarif ederken Aristocu bir anlatıyı referans aldığını söylüyor. Böyle bir ayrılığınız oldu mu?

Angelopoulos ile işbirliğimiz ve dostluğumuz 36 Günleri’nden başlıyor. 13 senaryonun dokuzunda varım. Birincisinde yokum. Ben gündeliğimi kazanmak için başka işler yaptığımda, örneğin Avcılar’da, hiç bir arada çalışamadık. Kumpanya’da senaryo yok. Senaryo sonradan yazıldı. Filmi çekerken kafasındaydı senaryo. Ben bunu yazarsam sansür gelir, cunta gelir, beni mahveder diyordu. Filmi bitirdikten sonra senaryo olsun diye yazdı. Leyleğin Geciken Adımı’ndan sonra bütün senaryolarda sonuna kadar çalıştım.

Benim şüphem, Angelopoulos’un teklifi benim Brecht’i iyi bildiğimden geliyor. Yoksa senaryoda onunla birlikte çalışacak başka yazar da bulabilirdi. Ben Brecht’i o zaman çok iyi biliyordum. Hala biliyorum ama o zaman daha iyiydim. Benden yararlanmak istedi. Büyük İskender’e kadar Brecht’in etkisi çok büyüktü onda, sinemasında. Sonra uzaklaşmaya başladı. Çok komik bir durum çıkıyor ortaya bence. Aslında Brecht’ten uzaklaşmıyor, Brecht’in yarattıklarına duygu katıyor, çok duygusal durumlar yaratıyor. Çünkü Yunanistan’da Brecht’in üzerinde yapılan tüm tartışmalar, Brecht’in soğuk bir yazar olduğundan yola çıkıyor. Halbuki hiç öyle değil . Ulis’in Bakışı’nda sisteki cinayet sekansı tamamen Brechtiyen ama aynı zamanda çok duygulu bir film. Bunu birleştirebildi. Kumpanya’da bu yok, dışarıdan, uzak bir bakıştır.

Duygu yok diyebilir miyiz, bilmiyorum. Duygular yaratıyor. Hikayeyi kronolojik biçimde takip etmek mümkün olmadığı için belki, sürekli bir özdeşleşme olamıyor. Yunanistan tarihi daha farklı anlatılsaydı bu kadar ilgi çekici olmazdı zaten.

Benim romanlarımı okuduğu zaman bana, “sen bugünün Yunanistan’ını benden daha iyi anlıyorsun ama tarihi ben biliyorum” diyordu.

Romanlarınızdan biz ise sizin İstanbul’u, Tarlabaşı’nı örneğin iyi bildiğinizi, bugünün İstanbul’unun ise çok değiştiğini hissettiğinizi çıkarıyoruz.

Dur vallahi ben ağlayacağım şimdi, içim yanıyor. Taksimden geçiyorum, beni Tarlabaşı’ndan geçirme diyorum şoföre.

Angelopoulos’un söylediğine siz de katılıyorsunuz sanırım. Arkadaşlığınız, tanışıklığınız nasıl başladı?

1970’de ben onun Reconstruction filmini gördüm ve hayran kaldım. Film dili, anlatışı başkaydı. Reconstruction aslında Agamemnon’dur. Nasıl Troya’dan dönüyorsa Agamemnon o işçi de Almanya’dan öyle dönüyor ve eşi sevgilisiyle beraber onu öldürüyorlar. İki çocuğu vardır Agamemnon’unkiler gibi, bir kız bir erkek. Ben bunu görünce aman dedim, ne güzel yapıyor. 1971 yılında bir oyunum sahneye koyuldu. Oyunu görmeye geldi. Bizi tanıştırdılar. Tanışınca bana yeni bir senaryo yazıyorum dedi.

Hangi oyundu bu?

İsveç’te yazdığım bir tiyatro oyunumdu. Adı Ali Reco’nun Öyküsü’ydü. Oyun Türkiye’de geçiyor. Oyun Brecht teorisi üzerine kurulmuştu adım adım. Bugün olsa yapamam. Brecht bizi birleştirdi.

40 yıl beraberdik. Hala filmlerini izleyemiyorum, ölümden sonra. Harap oluyorum, ağlamaya başlıyorum, kaçıyorum.

Günlük kitabınızın önsözü “arkadaşımı özlüyorum” diye bitiyor. Bunca yıllık arkadaşlık nasıl sürdü?

Çok özlüyorum. Hep didişiyorduk ama verimli bir çalışma şeklimiz vardı. Çünkü, Angelopoulos hiçbir zaman bir fikre ya da teferruata takılıp orda kalmıyordu. Bu yaramaz diyordum. Eminim daha iyi bir çözüm yolu bulabilirsin. Tekrar buluşacağız. 1 hafta 10 gün geçiyordu, beni arıyordu. Seninle hemfikir değilim diyordu. Bütün bu söylediklerin doğru ama yeni bir fikrim var diyordu. Her zaman sorunu aşmasını biliyordu. Çoğu film yönetmeninde bu yoktur, ben böyle düşündüm der. Bir söyler, iki söyler, üçüncüsünde aman çek, beni rahat bırak diyorsun. Angelopoulos’ta bu hiç yoktu. Bütün bu didişmeler, çatışmalar olumlu ve üretici çalışmalardı. Eninde sonunda yeni bir fikir doğuyordu. Bu yüzden onunla çalışmayı çok seviyordum.

Kızınca bana kırk yıllık arkadaşız, o kadar senaryo beraber çalıştık, sinema üzerine benden hiçbir şey öğrenmedin, derdi. Ben de senin senaryonu düzeltmekten vakit mi kalıyor ki sinema öğrenmeye diyordum. Bir gün dedim ki bütün bunlar iki yaşlı adamın çekişmesidir aslında, gerçek değişik. Çünkü bütün romanlarım bir imge ile başlıyor. Bu senaryodan geliyor. Başlangıç imgesi hangi imgedir diye her zaman sorardı. Ben bunu ondan öğrendim. Romanlarımdaki bölümde edebi anlamda bölümler değildir, plan-sekanstır. Bunu da Angelopoulos’tan öğrendim.

Sonsuzluk ve Bir Günlük kitabınızda her değişiklik sonrası her şeyi yeni baştan yazıyorsunuz. Sonsuzluk ve Bir Gün’ün senaryosunu örneğin. İnanılmaz bir tempoda çalışıyorsunuz.

Yeni yazarlarla konuşurken disiplinsiz yazar olamazsınız diyorum. Çünkü bir oyuncu provaya gitmezse prova olmaz, yönetmen çekime gitmezse çekim olmaz. Bana kimse otur yaz diyemez. Dışarıda güneşi görüp aman yazmayım, arkadaşlarla kahve içeyim diyebilirsin. Ben kendime gitme diyeceğim. O yüzden disiplin yazarlığın en önemli unsurlarından biridir.

Bir de yalnızlığı sevmek. Çünkü yazar çok yalnızdır. Kızımı bile görmem bazen. Yok kızım şu an çalışıyorum olamaz. Çalışma günüm bitsin, kahve de içeriz, rakı da içeriz ama şu anda yapamayız.

Film çekmek de disiplin işi değil mi? Hiç film çekmek istediniz mi? Sonsuzluk ve Bir Gün dışında oyunculuk yaptınız mı?

Yok, film çekmek istemedim. Çünkü gürültü patırtı çok var. Ben alışmadım buna, sessiz bir yerde çalışıyorum. Müzik bile dinlemek istemiyorum. Çekimde, kıyamet kopuyor.

36 Günleri’ni gördün, baştaki sendikacı benim. O kömürün içinde yürüttü beni ve 7 çekim yaptı hatta, hatırlıyorum. Bir hafta banyo yaptım, kömürü çıkaramıyordum. Theo bir daha gelmem ben dedim ama yine de gittim. Her zaman istiyordu. Az da olsa bir geçiş yapsana diyordu, yapıyordum.

Bizimle hangi filmlerde nasıl çalıştığınızı anlatabilir misiniz? En çok hangi filmde çalışmayı sevdiniz Angelopoulos’la örneğin?

Çok komik durumlar var. Ulis’in Bakışı’nın senaryosunu nasıl yazdık inanamıyorum. Kafasına takmıştı, ben bunu Sarayevo’da çekeceğim diye. İç savaş var nereye gidiyorsun dedim. Fivi geldi, adam deli, Saraybosna’ya gitmek istiyor dedi. Boşver izin alamaz dedim. Üç ay sonra bir akşam bana haklısın Saraybosna’ya gidemem dedi. Ha, uyandın, bereket versin dedim. İyi ama Mostar’a gidebilirim dedi. Deli misin? Hangi Mostar dedim. Şimdi savaş yok, hemen gitmeliyim dedi. Theo, senaryonun üçte birini bile bitirmedik, nasıl gideceğiz dedim. Ne yapayım başka çıkar yok. Hadi diyelim Erland Josephson’u ikna etti, Harvey Keitel’ı nasıl ikna etti, hala bilmiyorum.

Her iki günde bir beni arıyor, saatlerce konuşuyoruz. Çekim bitti, Atina’ya dönünce her iki günde bir beni nasıl aradın Saraybosna’dan dedim. Kıs kıs gülüyor, boşver nasıl aradımsa aradım diyor. Yok kabul etmiyorum dedim, cevabını istiyorum. Eğer polisle aran iyiyse yapabilirsin dedi. Mostar’da, Saraybosna’da polis istasyonundan beni arıyordu. Aşk olsun sana Theo dedim.

Sonsuzluk ve Bir Gün’de Solomos’tan çok çektik. O da ben de. Ben de çok istiyordum. O kelimelerle Solomos’un ilişkisi üzerine bir film yapmak istiyor ama bizim sinemacı olan ve Atina’da ilk sanat sinemasını yaratan arkadaş Solomos hastasıydı. Bir gün onu evinde ziyarete gittik. Solomos muhteşem bir şairdi ama insan olarak eşek herifin biriydi dedi. Bunu da anlattı. Çıkınca Angelopoulos bana iyi ama ben şiirleri film yapamam ki, adamı yapmam lazım dedi. Nasıl yapacağız? Yeni bir şey arayalım, yapamayız dedim. İlk bana itiraz etmediği nokta buydu. Sonra Sonsuzluk ve Bir Gün çıktı.

Kumpanya’da hep konuşuyorduk, bir şey yazmıyorduk. Merak etme hatırlıyorum diyordu bana. İzleyince gerçekten bazılarını hatırladığını gördüm. Agamemnon Reconstruction demektir demiştik, Kumpanya da Elektra’dır.

Ağlayan Çayır Antigone, Ulis zaten Odysseus…

Antik mitolojiyi çok seviyordu Angelopoulos.

Anlattıklarınızdan yola çıkarak; hem Angelopoulos’un hem de sizin hafızanız oldukça güçlü. O yüzden de didişiyorsunuz sanki.

Bana yaşlandın, hatırlamıyorsun diyordu. Sen benden yaşlısın diyordum. İki yıl da olsa benden yaşlısın. Sonra günlük tutacağımı söylediğimde ilkin bir şey demedi.

Kitabınızı okudu mu peki?

Okudu tabi ki. Sonra çalışma bitince bana günlüğü unutma dedi. Utanmıyor musun? Benim fikrim sen ne karışıyorsun dedim. Kıs kıs gülüyordu. Bittikten sonra al oku dedim. Ne kadar mutlu oldu anlatamam. Yunanistan’da o zaman basıldı. Kitabı ilk Angelopoulos tanıttı.

Sizin kuşak için 68 önemliydi. Angelopoulos’un filmlerinde de bir kırılma noktası var 68 kuşağının yaşadıklarına, değişen haleti ruhiyesine ilişkin.

Kitabımda bir solcu var, Zizis. İç savaşın solcularından biri. Şu anda 90’a yakın olmalı. İlk romanda tanışıyorlar Komiser Haristos’la. Zizis sol, komiser sağ. Bir barış olabilir diyorum. Zizis Haritos’la bunu gerçekleştiriyor. Haritos’un evine gidip mutfağa giriyor, yemek pişiriyor. Ama bu kuşak yenilen kuşaktır. Mutfağa giriyor, bir otlu pide yapıyor, getiriyor, masaya koyuyor. Aslını yaptım, maymun pide yapmadım diyor. Adriani (komiserin eşi), maymun pide nasıl diye soruyor. Peynirsiz diyor, peynir yoktu o zaman. Annem yumurtanın beyazını koyuyordu ki peyniri çağrıştırsın. Yunanistan’da otlu pideyi yiyip devrim ve sosyalizmin düşünü yaşıyorduk. Bulgarlar otlu pideyi yiyip kapitalizmi düşlüyorlardı. Bizi bağlayan otlu pideydi, başka bir şey yoktu.

Bu kuşak bütün darbeleriyle üçlemenin son kitabında yer alıyor. Evet, Yunanlılar kriz zamanında hatalar yaptı ama çok çile çekmiş bir halktır ve hataların bazıları bu çilelerden doğuyor. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Hayatlar çok zordu. Angelopoulos’ta bunları anlattı. Kumpanya’da da çok iyi görüyorsunuz bunu, Avcılar’da da görüyorsunuz.

Sizin kuşağın politik hayal kırıklığı bir yana sizin bu ülkede yaşadıklarınız ayrı bir hayal kırıklığı diyebilir miyiz?

Almanlarla, Fransızlarla konuşunca vatan sözcüğü bana hiçbir şey ifade etmiyor diyorum. Bana yabancı. Türkiye’yi milliyetçiliği yüzünden vatan olarak hiçbir zaman kabul etmedim. Benim yaşadığım kuşakta… O zamanın Türkiye’si bana ya Türk’sün ya da hiçsin diyordu. Ben de hiçim gidiyorum dedim. Ama Yunanistan da benim vatanım değil. Bir uzaktan bakış var. Vatana yakın bana kala kala bir İstanbul kalıyor. Başka bir şeyim yok. Ama bu sınırları aşa aşa sonunda Avrupalı oldum. Bu bana yararlı oldu, hiçbir zaman kapanmadım. Avusturya Lisesi’ne gittim. Babam Ermeni, annem Rum. Alman kültürüne daha yakınım. Beş yıl Viyana’da yaşadım. Faust’u Yunanca’ya çevirdim. Beş yıl sürdü. Bana Aristotoles’ten daha yakın Faust.

Angelopoulos, Penepolesli Yunanistan’ın en kendi içine kapalı bölgesi. Makedonya mesela dünyaya açıktır. Oradan çıkıyor, bütün o iç savaşı, diktatörlük dönemini yaşamış. O yüzden de onunla çok iyi anlaşıyorduk. Benim yaşamadığım dönemleri Yunanistan’da yaşamıştı.

Kitabını da yazmış biri olarak Yunanistan’ın krizine dair neler söylersiniz, bu durum devam eder mi?

Tabi ki ve devam edecek. Şu anda Yunanistan’da işsizlik %30, genç işsizlik %60. Bu düşmezse kriz devam edecek. Avrupalılar sandılar ki bir Yunanistan bu. Şu anda kriz tüm Avrupa’yı sardı. Çok öfkelendiğim bir durum var. Yunanlı politikacılar efendim burdan çıkıyoruz diyorlar. Yapmayın diyorum, doğruyu söylemediğiniz için halk direnç yaratamadı, elinde ne varsa sel aldı götürdü. Söyleyin zordur, ona göre hazırlansınlar. Sağın ortasından Syriza’ya kadar aynı yalanları söylüyorlar. Yapmayın. Farklılık lafta. Tzipras diyor ki bu borcun %80’inin keseceğim. Kesemezsin, kesersen seni Avro’dan, Avrupa’dan atarlar. Bir kuruş bulamazsın.

Son olarak; Angelopoulos’un gerçekleştiremediği son filminde birlikte çalışıyordunuz yine değil mi?

O kadar güzel bir senaryoydu ki. Yıllardır bu kadar güzel bir senaryo yazmadı. Yalnız Angelopoulos’u değil muhteşem bir film de kaybettik.

Baştan sonuna kadar birlikteydik. İ Alli Thalassa (Başka Deniz) Grev içinde başlıyor, onu Üç Kuruşluk Opera’yla bağlıyor. Bugünkü kriz içinde yaşayan genç çocukların durumun anlatıyor. Eleni (Angelopoulos) geldi, ben çekeyim dedi. Filmin asistanıydı. Yapma, yapamazsın dedim. 12 dakika film çekti. O kadar. İtalyan yapımcısı geldi Wenders’e verelim dedi. Çıldırdın mı sen dedim. Antonioni filmini nasıl çekti dedi. O farklı dedim, Yunanistan’ı çekemez. Sorsan, dürüst insansa zaten yapamam der dedim.