#GEZİ2YAŞINDA: Eyle ve Gör, Gezi Direnişi Görselleri

Seray Genç /

Bir yürüyüş eylediler…

Söz, yazı ve görüntü ya da görsel tüm ifade biçimleri farklı iletişim araçları olarak üretilir ve dolaşıma girerler. Farklılıkları hem üretim biçimlerinden hem de seslendikleri ya da uyardıkları duyu, algı ve duyarlılıklarımızdan kaynaklanır. Bununla da kalmaz bir iletişim aracı olarak kendisinin küçük bir parçası olduğu daha bütünlüklü bir anlamı farkında olarak ya da olmayarak oluşturabilir ve karşı anlamlar içeren söz, yazı ve görüntü üretimine de vesile olabilirler.

Gezi direnişi, Gezi ile beraber İstanbul başta olmak üzere pek çok şehirde yaşanan direnişin nedenleri, nasıl yaşandığı, sonuçları; direnişin biriktirdikleri, ürettikleri her biri uzun ve derinlikli ele alınması gereken başlıklar. Uzun bir sürecin sonunda, bir yolun sonuna, bir yol eşiğine gelinmişçesine patlak veren duygular bir yandan ülkemiz tarihinin en önemli siyasi olaylarından birini oluştururken bir yandan da üzerinde düşünülmüşçesine değil kendiliğinden gelişen eylemleriyle bir direniş estetiği duvar, yer, araç, ağaç, bez, pankart yazılamalarından, müziğine (çapulcu şarkılar repertuarına) şiir başta olmak üzere edebiyattan tüm görsel çeşitliliğiyle video-klip, kısa film ve belgesellere, fotoğraf ve sosyal medya ürünlerine yansıdı. Dikkatimizi çeken, belki müzik dışında, görüntü üretiminin ağırlıkla anonim olarak kalmasına dikkat edilmesi, bir isim, kişi ve gruptan ziyade bir gezi kolektifinin parçası olarak üretim ve paylaşılmasına çalışılması olmuştur. Çizimlerde (örneğin gazlandıkça büyüyen kırmızılı kadın ve küçülen polis) ya da fotoğrafa konu olan kişilerle (örneğin kırmızılı kadının kendisi ya da kırmızılı kadın fotoğrafını çeken muhabir fotoğrafçı) yapılan söyleşilerde “bendim” ya da” ben yaptım”dan çok uzak, herkesin sahip çıktığı bir meselenin önüne geçmek istemediklerini özellikle vurgular olmuşlardır.

Gezi boyunca üretilen görüntüler; meydanlara anlam veren, insanları bir araya getiren, kaybettiklerimiz için içimizi sızlatan, tanıklıkları içeren, herkesin yaşadığı şiddeti, acıyı ya da tam tersi güzelliği kaydetme isteği duydurtan, kaydettiği anda paylaşma isteği duyan kimi zaman tek başına da yeterince anlam üreten, kimi zaman benzerleriyle bir araya gelen fotoğraf ve hareketli görüntülerden oluşuyordu. Doğrusu görüntü dediğimiz şeyin bu süreçte hiç de sadece görünen ve gösterilen olmadığını anlamıştık. Bizim daha çok aşina olduğumuz ve bir izleyici olarak TV’den evlerimize ulaşan çoğu zaman alt yazılı-metinli, üst-sesli, manası belirlenmiş ve görüntüye yedirilmiş yani kurgulanmış görüntü hallerinin ilk kez dışına çıkıyorduk. Çünkü üreticisi ve belirleyicisi bizdik; hal böyleyken dolaşımını da biz belirliyorduk. Öyle de olmalıydı çünkü ana kanallar görmüyor, egemenin sözünden dışarı çıkmıyor, resmi sözcü olarak bir yandan güvenilirliğini yitirirken bir yandan da iktidara rüştünü ispat ediyordu. Gün geçtikçe daha belirgin bir biçimde medyanın, medya sermayesinin ve emek verenlerin toptan değişimine şahit oluyor; bırakın muhalif olmayı vicdanını öne koyanların da hızlıca tasfiye edildiği bir süreçten geçiyorduk. Bu sürecin çok önceden başlamış olduğu bir gerçek ama daha çok insan için görünür olması, daha çıplak görünür olması belki de şehrin en önemli meydanlarında verilen “meydan savaşlarının” görünmez oluşuyla doğrudan ilişkiliydi. Öyle şeyler görülmedi ki oysa öyle etkileyiciydi ki; 31 Mayıs gecesi şehrin meydanına insanlar akın ediyor, gece sokaklar terk edilmiyor, polis şiddetine direniliyordu. Boğaz köprüsü iki kez geçiliyor, Kartal’dan yola çıkan dostlar bir gece karanlığında yürüyerek vardıkları Altunizade’de bir gaz bulut ve yağmuruyla karşılaşabiliyordu. 1 Haziran’dan sonra Beyoğlu’nu çevreleyen ve pek çok semti içine alacak biçimde yaşam yeniden ve herkese yeni şeyler öğreterek organize oluyordu.

Bir Başlangıç olarak Gezi Parkı

Biraz ortadan mı başladık acaba? Yazı dilindeki başlangıç, üzerine düşünmeye başladığımız yerdir belki, peki tarihsel olarak bir başlangıç nereden başlar sahi. Nereden başlatılmalıdır yani? Said’in(1) bir kitabının başlangıcında belirttiği üzre başlangıç yalnızca bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir çalışma şekli, bir tavır, bir bilinçtir. Başlangıç aynı zamanda teoriktir. Pratiğin teoriyi üretmesi gibi. Başlangıç en azından yola çıkmaktır. Başlangıç engellendiği durumda bile, her zaman peşinden başka şeylerin geldiği bir ilk adımdır.

İlk kepçeye karşı direnenler bir başlangıçtı. ODTÜ öğrencilerine yapılan saldırı, Tekel direnişine geçen emekçiler, HES’lere karşı mücadele, Metin Lokumcu’nun ölümü ve ardından söylenenler, Roboski’de ölenler, THY’de emeği çalınanlar, parasız eğitim dedikleri için ağır cezalara çarptırılanlar; Festus Okey için adalet arayanlardan birinin söylediği gibi “buradaydık, çünkü bir yerden başlamalıydık”. Yok sayılanlar, aşağılananlar, tahammül edilemeyenler, ölümleri görünmeyecek diye düşünülenler için çoktan başlamalıydı.

Evet, ilk kepçeye karşı direnenler, Emek sinemasına defalarca yürüyenler, 1 Mayıs günü DİSK binasından evlerine kadar girilerek şiddetle püskürtülmeye karşı çıkanlar, gaz fişeği nedeniyle gözlerini kaybedenler, korku eşiğini aşanlar, bir ağaca sarıldıkları için acımasızca tekmelenenler, sivil ya da resmi üniformalı polis ve faşistlerin saldırısında içimizi kanatıp hayatlarını kaybedenler… Başlamışlar, başlatmışlardı. Direnişe, dayanışmaya, dur demeye, değiştirmeye, yenisini kurmaya, gidişata “gitme” demeye…

Hükmeden, mağdur olan, “en çok bilen, “en iyi bilen”, en çok miting yapan, insanları gaza getiren, getiremezse Kazlıçeşme’ye getiren, yedirtilmeyen, yiyen bir iktidarın susmak bilmeyen tek temsilcisi Gezi’de olduğu gibi bugün hala savaş çığırtkanlığı yaparken Haziran’ın ateşi de sürüyor; “Her yer Taksim her yer direniş” denmeye devam ediliyor.

Yaşananlardan pek çok sonuç çıkarılabilir. Tek bir şahsiyetin gücünü, değişen taktikleri ve pek çok yolla gelen tehdit ve saldırıları gördük. Aynı zamanda özgürlük denilen şeyin aslında tüketim ve haz olarak sistemsel tarifin dışında bir ortaklıkla ve direnişle olabileceğini; sokak ve meydanların bizlerin olduğunu da gördük. Ancak bunlarla birlikte belki sınırlarımızı da gördük.

Görünen ve görünmeyenler görüntülerle sınırlı değildi. Peşine düştüğümüz haklarda, yaşam alanlarımıza yapılan müdahalelerde, ağır cezalarda, ülkenin yaşadığı dönüşümde, birikim rejiminin değişikliğinde her şey bir yandan çok görünürdü bir yandan da görünmezdi. Kentli bir ayaklanma olarak bakıldığında temel itiraz “kent hakkı”nın gaspınaydı. David Harvey’in Lefebvre’nin görüşlerine olan ilginin canlanmasıyla beraber yeniden gündeme gelen, kolektif bir hak olarak tarif ettiği hak; kentleşme süreçleri üzerinde, şehirlerimizin nasıl şekillendirildiği ve yeniden şekillendirildiği üzerinde belirleyici bir güç olmayı talep etme hakkıdır. Kentleşme daima sınıfsal bir olgudur; şehirler bir artı ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasından doğmuştur.(2) Kapitalist üretimin artışı ile dünya nüfusunun kentleşmesi arasındaki paralellik şaşırtıcı değildir. Bu artışın kesintisiz sürmesini engelleyecek herhangi bir şeye tahammülsüzlük had safhadadır dolayısıyla kentsel-sınıfsal tüm değişimler pürüzsüz ilerlemelidir.

Gezi Parkını tasarlayan, ilk şehir planlamacısı Aron Angel üzerine yapılan İstanbul Hayali belgeseli bir bakıma hem kentin hem parkın dönüşüm sürecini Gezi direnişinin öncesine tesadüf ederek aktarıyor bize. Perihan Bayraktar’ın İstanbul’un Hayali belgeselinde Aron Angel’le çok daha anlaşılır olan; parklar gezinti içindir. Ve Gezi Parkı da bunun hakkını vererek Taksim Meydan’dan Maçka’ya kadar süren, önü açık bir perpektifle Boğaz’a açılan yeşil bir gezinti alanıdır. “Gezi” olağan biçimde parkın önünde kullanılan ve özel isim olmaktan çok kendi anlamını taşıyan bir addır. Parkın ortasına kurulmak istenen bir otel inşaatı sonrasında, “Engel” lakabıyla da tanınan bir diğer deyişle “kamu vicdanı” taşıyan Aron Angel böylelikle şehir planlamacısı görevinden istifa ediyor. Belgesel Aron Angel ve şehir planlama üzerine iken bir yandan da geleceği muştuluyor gibi, iddiasızca. Aron Angel’in hocalık yaptığı ODTÜ’de açılan ilk şehir planlama bölümünden ve şehir planlamacılarından Tarık Şengül “… ütopyanın başlangıcı”na varılıyor.

Bir tanık olarak Görüntü

Gerçeğin içinden çekmek ve gerçeği yeniden çekmek iki ayrı eylem ve iki ayrı kavram. Film, kameranın çektiği değil gerçeklikten kameraya geçendir. Kameranın bakış açısı, durduğu yer izleyicinin bakış açısını ve gördüğü düzlemi belirler. Herkesin “kameralı adam” olduğu, içgüdüsel biçimde yaşadıklarını çeken ve paylaşan insanların olduğu eylemliliklerde görüntüler de farklı formlarla dolaşıma çıkıyor. Görüntü çeşitliliği öncelikle olan-biteni kaydetmek için kullanılıyor ve bir haber niteliği taşıyor. Görüntü aynı zamanda iletişmek için kullanılıyor. Görüntü tanıklık için kullanılıyor. Kısa film, belgesel, video-klip, videoeylem oluyor. Görüntü kendisinden başka bir şeye dönüşebiliyor; ardarda ve biraraya gelerek yeni bir anlam üretimine yarıyor.

Gezi olayları sırasında insanların yaşadıklarını; şiddete maruz kaldıklarını belgelemek için aradıkları görüntü kayıtları birer kanıt olma özelliğini taşıyordu aynı anda haber aynı anda iletişim aracı oluyor aynı anda tarihsel bir değer taşıyor ve aynı anda bir filmin parçası olabilecek potansiyeli taşıyordu.

İster gerilla usulü çekilsin, ister deneyimli bir foto muhabir elinden çıksın, ister bir belgesel yönetmeninin kamerası ister olayların içinden çekilmiş bir telefon çekimi ya da Halk TV ofisinden “haberi ayağa/ofise gelen cinsten” yakalanan görüntüler olsun tüm bunlar bir direnişin görsel üretimi ve yansıması olduğu kadar kültürel olarak görüntü üzerine düşünmemizi sağlayan ya da yaşadığımız gerçekliğe dair birliktelik ve aynı gerçekliği paylaştığımız duygusu veren görüntüler oluyordu. Adlandırmak konusunda ısrarcı ve iddialı olma yaklaşımından şu an için uzak durarak bu görselliğin kimi örneklerini ele almak gerekiyor. Önce görselliğin, ana akım olmayabilir ama ana üreticisi medya’dan başlayarak…

‘Medya’ya da Direnilir? Gezi direnişinde medyaya, iktidarın kollarından birisi olarak medyaya da direneceğimizi kestiriyorduk. Gezi direnişiyle beraber bir sorgulamanın başlayacağı ve “medyalı” ve “medya ile hayatımız” ilişkisinin iletişim kavramı, felsefesi ve ahlakı arasındaki uçurumun derinleştiği Benjamin’in üzerine işler daha bu mertebeye gelmeden düşündüğü belli başlıklar bizim de her zaman gündemimizi oluşturma potansiyeli taşıyordu. Ama Geziyle beraber geçmişte bize “geçilen” bilgi, haber ve yorumların dahi gözden geçirilmeye başlayabileceğini gördük. Bugün yaşadıklarımızı yansıtmayan, iktidarın dili, söylemi, gölgesi ve sansürüne boyun eğen medya, 90’lı yıllarda bize neler anlatmıştı soruları daha geniş kesimlerce sorulur olmaya başladı. Ana akım ya da egemen medya her zamanki gibiydi sanki. Olaylarımızı kaybettirirken kendi “olaylar”ını bize dayatıyordu. Ve olayları kaybettirirken düşünce yeteneğimizi de kaybettiriyordu.(3) Her kanal sadece RTE’nin konuşmalarını yayınlar, RTE’nin her refleksine yer verirken zaman zaman penguen belgeselleri kendine yer bulabiliyor; sığ “tartışma” programları hep aynı konukları ağırlar, iktidarın politikalarını “tarafsızca”, “anlamaya çalışan” bir girişle başlayan, gittikçe bu politikalara “hak vermeye başlayan” bir gelişmeyle devam eden, tüm dayatmaların dünyadaki örneklerini bulmak konusunda pek bir girişken uzmanlar, uzman-azman gazeteciler bir araya gelirken bir baktık ki penguen belgeselinden sonra “biliriz, belgeseli en iyi biz biliriz” demekten utanmayacakları “usta”nın hikayesini de yaptılar ve yayınladılar. Bir süredir vitrine ünlü aradıkları anlaşılan ancak her seferinde o vitrine niye çıktıkları anlaşılmayan (Necati Şaşmaz, Hülya Avşar, Kutluğ Ataman, Ajda Pekkan vb), geziye giden gitmeyen ayrımlarına varan, gazın, polisin yetmediği yerde “yargı”nın yeteceği sanılan bir ülkedeki medya ve medya hakimiyeti sarsılırken sanki “düşünmeye” de yeniden başlanıyordu. Düşünce bir perspektifti; dünyaya, memlekete, yanı başımızdakine ve olaylara yeniden bakma perspektifiydi. Düşünme yeteneği de mücadeleyle kazanılıyor; mücadelenin araçları, yazı-çizi-görüntü-yürüyüş-eylem birleşiyor, ayrılıyor, alt-üst ediyor, komik ediyor, trajik ediyor ama yoluna devam ediyordu. Ve bu daha başlangıçtı…

Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz: Ölüm, yaşam, direniş ve görüntü

Görüntülerin ilk anda temel olarak iletişim aracı olarak kullanıldığı söyledik ve gördük, iktidarın yalanı bir aygıt olarak kullandığı dönemde insanların kendisini görüntülerle savunduğunu dolayısıyla bir tanıklık ve kanıtlık olarak görüntülere başvurulduğunu gördük. Kimi zaman o ana tesadüf etmiş bir cep telefonu kaydı, kimi zaman gazeteci, kimi zaman bir videoeylemcinin çektikleri ya da ironik biçimde kimi zaman “silinememiş”, “kamera açısı kaydırılmamış” bir özel ya da devlete ait kamera kaydı bu görüntüleri oluşturuyordu. Aslında tüm bu süreç boyunca adına güvenlik denilen kamera kayıtları kameranın “güvenlik” sağlamadaki işlevi üstüne de düşünmemizi sağladı. Güvenliği sağlayan görüntüler miydi ya da görüntülere rağmen “güvenlik” insanlar için, örneğin Ethem ya da Ali İsmail için değil sadece devlet için miydi? Kameranın nerede durduğu önemliydi. Kameranın gördükleri dışarıda bıraktıklarına da fazlasıyla işaret ediyordu.

Ethem Sarısülük’ün Kızılay Güvenpark’ta vurulduğu görüntülerde, hepimiz için görünür olan gerçekliği farklı yorumlayan bir yargı sistemi ile karşılaşsak da Mobese kameraları vurulma anı ve sonrasını kasıtlı olarak kaçırsa da -kamera vurulma anı ile beraber “güvenliği” tehdit eden şey gökyüzündeymişçesine gökyüzüne bakıyor sonrasında da polislerin toplandığı alana yöneliyordu. Kameranın polislerin toplandığı alana yönelmesi olay yerine ilişkin bir genel planı da ortaya koyuyordu. Elimizde iki görüntü kaydı vardı ve iki görüntü de farklı iki açıdan bize olay anını ama en önemlisi polisin konumunu sunuyordu. Kameranın konumu polisin konumuna dair her iki görüntüde de bir yorum yapılmasını sağlıyor ancak biri “yakın plan” diğeri eksik “genel plan” birbirlerini tamamlıyordu. İlk karşılaştığımız görüntülerde bir polisin önce önüne gelen, yere düşmüş birini tekmelediğini durmayıp daha ileri doğru gittiğini, kolu ile öne doğru hamle yaptığını ve yere düşen Ethem’i görüyorduk. Sonrasında ağırlaştırılmış görüntülerde polisin şarjörünü çektiğini bir değil üç kez ateş ettiğini ve üçüncüsünde silahını insanlara yöneltip hızla koşmaya başladığını görüyorduk. Ethem’i çevreleyen insanlar canhıraş “yaralı var” diye bağırırken üzerlerine ateş edilmeye devam ediliyor, beyaz tişörtünü eline alan biri ateşkes çağrısı yapıyordu. Sonrasında yine pek çok vicdana dokunan şey yaşandığından eminiz, bunları göremedik. Ethem Sarısülük’ün avukatı devamından yola çıkarak eksik görüntülerin varlığına dikkat çekiyor. Nitekim 14 gün boyunca yoğun bakımda kalan, kafasından 9 mm çapında mermi çıkarılan, cenazesinin önü kesilen Ethem Sarısülük’e ilişkin soruşturma dahi 7 gün sonra başlatılıyor ve elbette sonuç vermiyordu. Güvenpark’taki güvenlik kamerasından kaçırılamayan ama eksik “genel plan” görüntülerde ise o polisin ait olduğu polis ordusundan ayrıldığı, öne çıktığı, Ethem Sarısülük’ün olduğu Metro’ya yakın grubun üstüne intikam alırcasına, “derslerini verircesine” yürüdüğü üstlerine ateş ettikten sonra yeniden geride bıraktığı polis grubuna doğru yöneldiği anlaşılmaktadır.

Görüntüler özellikle ölüm ve yaralanma anları için gerekli oldular. Lice’de barış istiyoruz, karakol istemiyoruz diyen grubun üzerine açılan ateşte ölen Medeni Yıldırım’ın vurulma anı ve Ali İsmail Korkmaz’ın Eskişehir’de karanlık bir sokakta önü kesilerek sivil polis ve faşistlerce dövülerek öldürülme anı bu görüntülerin kendi hikayeleriyle beraber öyle çok şey anlatıyordu ki…(4) Bu görüntülerle beraber Medeni Yıldırım ve Ali İsmail Korkmaz için ilk elden devlet görevlilerinin “birbirlerini vurdular, arkadaşları yapmıştır” yalanları değil sadece Eskişehir’de o gün o sokakta pek çok direnişçi genç insana pusu kuranların yalanları da şüpheye yer vermeksizin açığa çıkmıştır. Ama yalandan kim ölmüş ki…

Bir eylem olarak video ve film

Meydanlardan, eylemlerden üretilen filmler, videolar, belgesellerin son yıllarda çok farklı örnekleriyle karşılaştık. Dünyanın pek çok yerinde aslında aynı ekonomik politik kuşağın, neo-liberalizmin ortak yıkıcı hareketleri, insana, doğaya, kamusal alanlara saldırısı, sermayeyi merkeze alan yeni düzenlemeleri, dünya ölçeğinde yeni paylaşımların yarattığı savaşlar karşıt-ortak hareketlere de yol açtı. Her ülkenin kendi özgünlüklerini taşıyarak yükselen bu hareketler meydanlara aktı, meydanlarla simgeleşti. Yunanistan’da Syntagma, İspanya’da Puerto del Sol, Mısır’da Tahrir meydanlarında yaşananlar hem bir ülkenin siyasal geleceğini etkilerken hem de bir kamusal alan olarak toplumsal hafızalarda simgeleştiler. Türkiye’de Taksim’in tarihsel olarak bir mücadele alanı olması, 1977 1 Mayıs’ının solun tarihi için de bir dönüm noktası olması Taksim’i günümüz toplumsal ve politik hareketlenmelerinde yine merkezi yapar; isyanı merkezileştiren bir meydan yapar. Bir direniş alanı olarak Taksim de diyebileceğimiz bu başlığı videoya, filme bağlayan, meydanların görsel olarak ifadesidir.

Meydanların sıcak anları dahil çekilen, belgeleyen görüntüler daha çok kitlelerin çekildiği, anların yakalandığı hareketli görüntülerdir. Kitleler kendileriyle kendi çekimleri aracılığıyla karşılaşırlar. Zaman sınırlıdır ve görüntüler de rastgele ya da tesadüfidir. Benjamin kitlenin kendi yüzüyle karşılaşması olgusunu yeniden üretim ya da çekim tekniğiyle ilintilendirir: “Genelde kitlesel hareketler aygıta, bakışlara olduğundan çok daha açık ve seçik gözükür. Yüzbinlere ait kareler, en iyi kuşbakışı görülebilir. Her ne kadar bu perspektif, insan gözüne de aygıta olduğu kadar açıksa da gözün kaptığı görüntüde bir büyütme çekimdeki durumun tersine, olanaklı değildir.”(5)

Kameraya gözükenin nasıl bir kullanıma konu olduğundan bağımsız -çekim tekniği ve görüntü üretiminin de düşünülerek planlanmadığı- aslında kameralı-adam’ın (Vertov’a atfen) durduğu yerden başlayarak ideolojik seçimlerle görüntü üretimi yapıldığı bugün çok daha anlaşılır ve çok daha gündem konusudur. Kameralı-adam vardır kitlelerin hiç kadrajına girmediği polise sığınarak görüntüler çekiyordur. Kameralı-adam vardır saldırıya uğrayan barışçıl insanların karşı karşıya kaldıklarını görüyordur.

Fatih Pınar’ın, Videoccupy’ın, isimsiz ya da pek çok kolektif yapımda bu sürecin nasıl yaşandığına dair tanıklıkları vardır. Çekilen tüm sıcak görüntüler ve Gezi Parkı yaşamı bugün pek çok kısa, uzun video ve belgesele yansımış durumda. Bazıları ise mücadele sırasında direnişçilere, sokağa çıkan insanlara yöneltilmiş kara propagandaya verilen bir yanıt ya da iktidarın dilinin yaratıcı biçimde bir eleştirisine dönüşüyordu.

“Bunu ben kırdım, keşke yalnız bunun için kırsaydım seni”, Ankaralı direnişçilerin kırık bir reklam panosu önünde, arkasında durarak panoyu neden kırdıkları üzerine bir iki cümlelik nedenlerini bazen sokaklarda yaşananlara paralel bir biçimde aktarıyordu bize. “Pano kırmanın kafa kırmaktan daha masum olduğu” gerçeği dile getirildiği gibi bir tebessüm yerleşiyordu yüze izlerken.

“Eskişehir Ali İsmail Korkmaz’ı unutmuyor” ise Eskişehir’de yapılan bir eylemi görüntülüyordu. Bir grup genç tramvayda, kafelerde bir metin okuyordu: “Benim adım Ali İsmail Korkmaz. 19 yaşındayım. Sivil görünümlü bazı adamlar üzerime sopalarla saldırıp başıma ve vücuduma vurdular. Hastaneye gittim. Önce karakola git, ifade ver dediler. Olaydan 20 saat sonra fenalaşınca hastaneye kaldırıldım. Beyin kanaması geçiriyordum. Çok geç kalınmıştı. 38 gün komada kaldım. Kurtulamadım. Saldırının görüntüleri polise verildi. Ama o görüntülerde saldırıya uğradığım dakikalar birileri tarafından silinmişti. Benim adım Ali İsmail Korkmaz 2 Haziran’da saldırıya uğradım. 10 Temmuz’da kalbim durdu. Katillerim aranızda dolaşıyor.” Bir grup gencin bir avaz okuyarak/söyleyerek Ali İsmail Korkmaz’ı hatırlattığı bu eylem ve videoeylem kamusal alanlarda ya alkışlanıyor ya da sessizlikle karşılaşıyordu. İhtiyaç duyulan bir şok etkisi taşıdığı da söylenebilir.

“THY Grevcilerinden güvenlik videosu” direniş sırasında çekilen, kaldığı yerden birbirini tamamlayan görüntülerden oluşuyordu. THY Genel Müdürlüğü ve Galatasaray Lisesi önünde tekrarlanan eylem hem direnişin bir parçası olan hem de direnişe destek olan THY çalışanlarının eylemleri bir uçak kalkış öncesi yapılan uçuş güvenliği uyarılarını örnek almıştı ve ilk uyarı medyaya ilişkindi. Gezi öncesi THY’de yaşananlara ilişkin haberler oysa ki hiç “atlanılır” değildi. Haber hakkının ihlal edildiği, THY direnişçilerinin görmezden gelindiği bir dönemde THY çalışanları kendilerini görsel olarak da ifade etme yoluna gidiyordu. THY direnişi Gezi direnişi bütününün bir parçasına dönüşüyordu çünkü Gezi farklı kesimlerden pek çok insanın tepkisini, öfkesini, duygu ve düşüncesini taşıdığı müşterek bir zemindi aynı zamanda.

Nefes Al belgeseli de bir medya eleştirisiydi; ironik biçimde halkın huzurunu korumak için yapılan yasakları, çelişkili beyanları, bir küçük ekranın büyük ekranda yer kapladığı, görüntülerle veriliyordu. Sosyal medya yasakları, Reyhanlı yasağı, Hayat TV’yi kapatma girişimleri, bu ülkedeki “en büyük” ve “tek büyük” siyasetçinin kürtaj konuşması, Emek sinemasının yıkılmayacağı haberlerinin üzerine düşen yıkım görüntüleri, polise yapılan övgü ve polisin uyguladığı şiddet… Basın özgürlüğü adına çelişkili her tür beyan, üstelik öyle yılların bir dökümü yapılmıyor en fazla bir kaç gün… Az zamanda çok çelişkili beyan, çok yasak düzenleme ve nefes aldıran bir direniş.

Gördüm, Bir Gezi Parkı Direnişi kısa belgeseli de çapulcu sinemacıların ortak işiydi. Park içinde yaşananları, savunmayı, saldırıyı mücadelenin başlangıcını kaydeden bu belgesel Gezi’nin coşkulu hallerini de çatışmalı hallerini de verebilmiştir. 1 Haziran’dan sonra sayıları giderek artan insanların birlikte paylaşarak yaşamaları, vurmalılarla yapılan coşkulu müzik, çekim yapıldığının farkına vararak kameraya gülümseyen insanlar, gökyüzünde durum tespiti yapan helikopterin parka yansıyan ışığı sonra sokaklarda duymaya alıştığımız sesler ve gördüğümüz/geçtiğimiz açılardan çekilmiş görüntüler… Imagine şarkısı eşliğinde çatışmada, kutlamada bir arada olan insanlar Okan Bayülgen’in yaptığı bir konuşmayla sona eriyor “insanın tabiatına karşı gelmeyiniz” diye. Gerçi aynı Okan Bayülgen daha sonraki açıklamalarıyla insanın tabiatını başka türlü açıklayarak kafaları karıştıracaktı.

Çocuklarımızın Gözünden Gezi Parkı, Çocuk Gezim Atölyesi gönüllülerince ve Gezi Parkı’na, atölyenin olduğu çadıra gelen çocuklarla gerçekleştiriliyor. Temiz havanın çağrıştırdığı “park”, anne ve babadan kaçılarak elde edilen “özgürlük”. Çocukların kendilerine sorulan sorulardan bazılarına yanıtları böyle oluyor. Resimlerine biber gazı robotu, biber gazından güneş, polis, ağaçlar ve ağaçların kesilmesini istemeyen çocukları yansıyor. Kendileri ve kendi hayatları. Gezi parkı çocukların yaşamlarının bir parçası oluyor. Bir parkın çocukların yaşamının bir parçası olmaması düşünülemez elbette. Ancak bu kez bir parkın kaydırağı değil sadece direnişi de bir parçası oluyor.

Çocukların parktaki varlığı iktidarı hem tedirgin hem rahatsız etti hatta onları çocukların varlığını inkar ettirmeye vardırttı. 15 Haziran sonrası çocukların polis saldırısından nasıl etkilendiği görüntüleri ortaya çıktığında en çok sorulan sorulardan biri ironik biçimde, çocukların parkta ne işi olduğuydu, ya peki nerede olacaklardı? Bir saat öncesine kadar her biri koca bir resmin bir parçasını boyamakla/tamamlamakla pek meşguldüler oysa ki.

#occupyGEZI bir dayanışma ruhuyla Gezi Park’ına gelen ve bu dayanışma ruhuna şahit olmanın mutluluğunu, coşkusunu yaşayan insanların tanıklıklarını bir araya getiriyordu. “Yaşamak direnmektir” diyen genç kadın, “ölsem de gam yemem gayrı” diyen yaşlı kadın, farklı kuşaklardan pek çok insan bir korku imparatorluğunun nasıl dağıldığını, korkuyu geride bıraktıklarını gösteriyordu. Wim Wenders’in Pina Bausch belgeseline eşlik eden Lilies in Valley bu kez onlara eşlik ediyordu.

Bir gökyüzü fotoğrafçısının çektiği geniş açılı Taksim meydanı, Gezi Parkı ve civar sokakların bir Haziran akşam üstüne ait görüntüleri muhtemelen herkesin yeteneğini katarak dayanışma için paylaşabileceklerine örnek bir çalışmayı oluşturuyordu. Kitlelerin çekimine uygun kuşbakışı bir açıyla…

Bora Tarhan’ın Türkiye’nin Sevgili Evlatları, barikatlarda geçerken, Fatih Pınar’ın 15 Haziran’ı ise Gezi Park’ına saldırıyı, Kazlıçeşme mitinginde izleyici kitleleri coştururken söylendiği gibi “temizleme” hareketini tüm çıplaklığıyla aktarıyordu.

Çekilmiş pek çok görüntü olduğu gibi çekilememiş, kaçırılmış pek çok görüntü de var elbette. Toplumsal bir hafızanın oluşumuna katkıda bulunacak kimi direnişi, şiddeti ve dayanışmayı (İstiklal’de, Cihangir’de, Sıraselviler’de, Akaretler’de, Harbiye’de, Osmanbey’de inadı kırılmayan sokakların; o sokaklarda gaz ya da tazyikli su saldırısından sonra geri çekilip tekrar bir araya gelen, bunu defalarca ve sabaha kadar yapan direnişçilerin, bir polis gözaltısını protesto eden sokağın görüntüleri pek çok şeyi simgeleyecek güçte) kimi “o günler”de yaşananları kaydetmiş, kimi düşünsel olarak süreci yeniden ele alacak pek çok görüntü üretildi ve üretilecek. Ne bu sürecin ne de bu görüntü üretiminin şu an sona erdiğini söylenemez.

Sinemada bir başlangıç olarak “yeni kuşak”

Gezi öncesi filmlerde bir kuşağa dair ipuçları bulmak mümkündü. Başta Çoğunluk olmak üzere, Araf, Şimdiki Zaman, Gözetleme Kulesi hep genç bir kuşağı ve sıkışmışlıklarını, çare arayışlarını ya da teslim oluşlarını anlatır. Direniş uzaktır ancak hayatlarını değiştirme imkanı olsa sanki kullanacaklardır. Bu anlamda bir eşiktedirler, araftadırlar. Alternatifi kendi başlarına gerçekleştirecek durumda değildirler, gerçeklik onlar için değiştirilemez bir çoğunluğa dönüşmüştür; farklı bir gelecek beklenmedik olacak ama beklenmedik bir hareket başladığında bir parçası olmaktan uzak duramayacaklardır sanki. Daha çok kadın karakterlerinde hissettiğimiz bu “kaçış” ve “değişim” ihtiyacı elbette toplumun “çoğunluğu”nun kadına bakışı, kadına biçtiği rol, toplumsal kimliğin baskıcı bir hale dönüşmüş olmasından kaynaklanır. İlginçtir bugün meydanları dolduran, ön saflarda yer alan kadınlar olduğundandır ki; örneğin Mısır meydanlarında en çok, kadınların safdışı bırakılacağı taciz gibi yöntemler her geçen gün artmaktadır.

Ve bir son not; tüm bu görüntülerin hızla toplumsallaşmasını sağlayan tüm problemlerine ve tüm umut verici potansiyeline de bu süreçte tanıklık ettiğimiz “bir alternatif olarak sosyal medya” üzerinedir. Pek çoğumuzun hayatına mayıs ayı sonu itibariyle twitter girmiştir örneğin. Buradaki pek çoğumuz facebook, twitter, instagram vb. sanal sosyalleşmelere, takipleşmeye mesafeli duran ve hiç kullanmayan bir grup insandır ve bu olaylar bu insanlar için de sosyal medya eşiğinin aşılmasına vesile olmuştur. Bu da aşılan eşiklerden sadece bir tanesidir.

Gezi’den sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açıktır. Ana akım medyanın tavrı -gerçekler ve sokak karşısında kafasını kuma gömenler- yeni bir medyanın, böyle davranmakta ısrar edenler için de yeni iletişim kanallarının önünü açtı. Sanat ise anonimleşirken halka yaklaşan bir tavır içine girmeye başladı. Ütopyanın yeni başladığı topraklarda sinemanın da kendisini yeniden tanımlaması gerekecek.

 

Notlar:
(1)Edward Said, Başlangıçlar, Niyet ve Yöntem” Metis Yayınları, 2008.
(2)David Harvey, Asi Şehirler, Metis Yayınları, 2013.
(3)Ulus Baker, “Medyaya Nasıl Direnilir?”, Birikim Dergisi sayı 68-69. 1995.
(4)İsmail Saymaz katıldığı bir radyo programında o görüntülerin hikayesini şöyle anlatır: “Aslında bu görüntünün hikâyesi başlı başına ayrı bir kitap konusu diyebilirim. Görüntünün önce kayıp olduğunu söylendiğini ve sonra nasıl bulunduğunu anlatmak gerekiyor. Çünkü Ali İsmail Korkmaz dövüldükten sonra olay mahallinden 41 tane görüntü elde edilmişti. Bunlardan üçünün görüntülerinin silinmiş ya da kayıp olduğu ifade edilmişti bilirkişi raporuna göre. Bunun 3 tanesi Ali İsmail Korkmaz’ın dövüldüğü Sanayi Sokak’taki 3 görüntüydü. Bunlardan biri bir otele , biri bir fırına, biri de bir dükkâna aitti. Fırına ait olanların ilk raporda silindiği, kayıp olduğu söylenmişti. Daha sonra Jandarma Kriminale gönderildi. Jandarma Kriminal bunun, Ali İsmail Korkmaz’ın 2 Haziran gecesi dövüldükten 4 gün sonra 6 Haziran’da fırıncı tarafından iki kez silindiğini tespit etti ve görüntüleri geri getirdi. İlginç olan şuydu; görüntüler 6 Haziran’da silinmişti, polis ise bunlara 7 Haziran’da el koymuştu. Yani polis el koymadan bir gün önce silinmişti. Demek ki buna el konulacağı biliniyordu evvelden. Görüntüler kurtarıldıktan sonra şu anlaşıldı; (...) fırıncı ve onun 3 akrabasının bir polisle beraber dövenler arasında olduğu ortaya çıktı. Bu bakımdan çok ilginçti. Sonra savcılık iki etapta bu soruşturmayı yürüttü ciddiyetle. Birincisi jandarmaya gönderdi ve ifadeleri jandarma aldı. Çünkü şüphelilerden birinin emniyet olduğuna inanıyordu. İkincisi ise bu görüntüler alındıktan sonra daha evvel ifadesine başvurulmuş olan iki tanığın anlatımlarıyla görüntülerdeki kişilerin ve dövülen Ali İsmail Korkmaz’ın davranışlarının örtüştüğü yani tanığın anlatımları görüntülerle doğrulandığı ortaya çıktı. Dolayısıyla savcılık bu görüntüleri elde ettikten sonra 6 Ağustos’ta 1 polisi ve 3 kişiyi daha sonra orada olup köyüne kaçmış 1 kişiyi tespit etti ve tutukladı. Toplam 5 kişi tutuklanmış oldu ve ilginç olan şudur ki; polis burada kendisinin sadece tekme attığını onun da göğsüne gelmiş olabileceğini söylemişti ifadesinde. Görüntülerde anlaşılıyor ki kafasına gelecek şekilde üç defa tekme atmış ve son o görüntüde polisin elinde bir cisim olduğu görülüyor. Yine sivil kişiler demişlerdi ki; “biz devletin polisine yardım ettik” Nasıl bir yardımda bulundukları  görüntülerden anlaşılıyor. İsmail Korkmaz’ı yakalıyorlar, yaklaşık 10 saniye müddetle dövüyorlar, sonra polisin gelmesini izliyorlar, polis de gelip tekrar darp ediyor İsmail’i. Daha sonra görüntülerin tamamını izlediğimizde anlaşılıyor ki; o saatlerde aslında kapalı olması gereken fırının açık olduğu,  oranın adeta 15-20 kişi civarında gaz maskeli coplu polis ve ellerinde sopalar bulunan sivil kişilerin birlikte hareket ettikleri görülüyor. Hatta başka göstericileri de dövdükleri anlaşılıyor. (...) orada bir tür üs kurulduğunu biz anlıyoruz.” http://www.medyatava.com/haber/ali-ismail-korkmaz-in-oldurulme-ani-goruntulerini-ortaya-cikaran-muhabir-konustu_95020
(5) Walter Benjamin, Pasajlar, YKY, 2004, s. 86