#GEZİ2YAŞINDA: Fatih Pınar ve Reyan Tuvi ile Söyleşi, “Hayatımızın en güzel Haziran ayı”
Seray Genç /
Haziran direnişi sırasında Gezici ve Gezi’den kameralarla çekimler yapan Fatih Pınar ve Reyan Tuvi ile buluştuk hem kendi deneyimlerini hem de video ve belgesel üretimini konuştuk. Fatih Pınar bu süreçte 11 ve 15 Haziran günlerinde çektiği videoröportajlara bir stadyumun direniş seslerini de ekledi, Berkin Elvan için Berkin Elvan’la beraber günlerdir uyumayan Okmeydanı Halkı’nın direnişini de… Belgesel yönetmeni Reyan Tuvi ile Festus Okey’i anlatan bir belgeselde bir araya gelmişlerdi. Şimdi de Gezi’yi, Haziran Direniş’ini konuşurken bir araya geldiler.
Yeni Film: Fatih Pınar’ı fotoğrafçı olarak tanıdık önce. Ama özellikle son dönemde, toplumsal eylemleri kaydederken yaptığı kısa belgesel, video-belgesel ya da videoröportajlarla da karşılaşıyoruz… Aslında artık belgesel, kurmaca pek çok türün sınırları muğlaklaşmış, hepsi iç içe geçmiş durumda. Ama, siz yaptığınız işleri fotoröportaj ya da videoröportaj diye adlandırıyorsunuz, neden?
Fatih Pınar: Evet, ama yine de adlandırmak çok önemli ya da belirleyici değil. Yani önce adlandırıp sonra ona uyarak hareket etmiyorum. Ama, bu yeni bir şey diye altını çizmek gerekiyor. Ben Atlas Dergisi’nde başladım fotoğrafa. Foto muhabirlik yapıyordum orda. Atlas’ta çalışmak, fotoröportaj yapma mantığını, anlayışını, yeteneğini kazandırdı bana. Biz bir konuya gittiğimiz zaman, bu sosyal, kültürel, kentsel ya da çevre ile ilgili olabilir -hatta savaş muhabirliği de yaptım ben- o konuyu bütün yönleriyle anlatan röportajlar yapıyorduk.
Sonra Atlas dergisinden ayrıldıktan sonra 2004 yılında fotoğrafa devam etmek istiyordum, ama yapmak istediğim şeyleri taşıyabilecek bir mecra bulamamıştım. 2004’ün Eylül ayında internette fotoğrafların sesle eşleştirilerek, kısa multimedyalar yapılabileceğini gördüm. O zamanki Ntvmsnbc’ye böyle bir proje önerdim. Fotoröportaj yapmayı biliyorum ama ses kaydı yapmayı onları eşleştirmeyi ve montajını yapmayı bilmiyordum önceleri… Öyle başladım işe. Ve bunun adına fotoröportaj dedim. Gerçekten de fotoğrafın o andaki ambiyansını, ortam sesleriyle eşleştirerek izlenebilecek şeyler yaptım. O zaman şimdiki gibi youtube’lar, vimeo’lar yoktu. 20- 30 MB’lik bir dosya indirilip ondan sonra izlenebiliyordu yaptığımız işler. Aslında 8 sene öncesinden bahsediyoruz, ama şimdi düşününce bu nasıl eski bir teknolojiymiş filan diyorum. Hani 2 dakika filan beklemen gerekiyordu bunun için o zaman. O fotoğraftaki birebir anın sesinin duyulması yeni bir şeydi. İşte bunun adına fotoröportaj dedim. Video da kaydeden bir fotoğraf makinesine da sahip olunca, fotoğraflarla videoları birleştirerek multimedya yapmaya başladım. Multimedyada biraz daha özgürleşiyorsun, Çünkü yalnızca fotoğraf, ses değil, video, müzik ve yazıyı da kullanarak anlatmak istediğini daha iyi anlatıyorsun. Bu hikaye en son videoröportaja kadar geldi.
Buradaki kilit mesele şu… Benim için önemli olan gazetecilik yapmak. Tabi ki fotoğrafa çok daha aşina birisiyim. İlk aşkım olması nedeniyle benim için daha vazgeçilmez bir şey foto muhabirliği, foto röportaj yapmak. Ama şunu gördüm, şu an bir şeyleri videoyla daha etkili bir şekilde anlatacaksam, tırnak içinde muhafazakar bir şekilde ‘’Hayır ben videoya karşıyım, multimedyaya karşıyım ille de fotoğraf olmalı, fotoğraf makinesiyle video çekmem’’ demem. Doğrusu, bu gibi argümanların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Benim için o makina sadece bir araç. Ve ben bu aracı anlatmak istediğim şeyi daha iyi anlatmak için kullanmaya başladım. ‘’Fotoğraftan videoya geçtin, ama sen şöyle bir fotoğrafçıydın’’ diyenlere de çok kulak asmıyorum. Çünkü. Benim için birincil olan şey gazetecilik yaparak tarihsel misyonumu yerine getirmek, çağıma tanıklık etmek, çevremde olup biten, rahatsız eden hak ihlallerini duyurmak. Dolayısıyla, bunun için fotoğraf, fotoröportaj, multimedya, video, video röportajı kullanabilirim. Ama, fotoröportajı da birazcık gözetiyorum doğrusunu söylemek gerekirse…
Yeni Film: Bugüne dek yaptığın fotoröportaj ve videoröportajlarda az önce söylediğin gibi tanıklık etmek, haksızlıkları belgelemek ve ezilenin yanında olmak gibi toplumsal duruşunu da koruyan bir tavrın, tarafın var.
Fatih Pınar: Yaptığım nitelik açısından, gazetecilik formasyonunda asında objektif bir iş. Kaba bir ajitasyon ya da sömürü olmayan işler yapıyorum. Kimse, art niyetli bile olsa, yaptığım işe bir şey diyemiyor. Durduğum tarafa bile bir şey diyemiyor. Çünkü hakikaten sağduyulu, objektif, rasyonel işler bunlar. Bir gazetecinin yapması gerektiği gibi. Haksızlık yapılanın, ezilenin yanında durma gibi durumlar zaten hayat görüşünün, ideolojinin bir sonucu. Tarihsel misyon tanımını kullanmamın sebebi de bu. Çalıştığım iş bunu gerektiriyor, işyerinden bu isteniyor diye yapmıyorum ben. Bütün bunları kendi inisiyatifimle yapıyorum. Zaten adı üstünde, videoaktivizm…
Atlas’a başladığımda 98 yılında 24 yaşındaydım. Ben o zaman da kendi yapmak istediğim şeyi yapıyordum. ‘’Yönetim tarafından bizim için bunu yapar mısın denilip de hani, eh ne yapalım bunu yapmak zorundayım’’ tarzında hiç çalışmadım. Şimdi de öyle. Dolayısıyla, kendi vicdanımla, inisiyatifimle yapmak istediğim bir şey var zaten. Bu işleri hayat görüşümü ortaya koyabileceğim, derdimi dile getiren, sistemin haksızlıklarını, eşitsizliklerini dile getirebileceğim somut donelerden yola çıkarak anlattığım hikayeler olarak görebiliriz. Bu anlamda, taraf olmamak gibi bir durum söz konusu değil zaten.
Yeni Film: Bu sayımız için yaptığımız söyleşilerde başından beri hep şunu hissettik, hepimiz şunun derdindeyiz aslında: Öyle görünüyor ki kendi medyamızı kendimizin yapması gerekiyor. Direnişin medyasını yapmamız gerektiği gibi. Kendi tarihimizi de kendimizin yazması gerekiyor. Çünkü, iktidar tarihi başka türlü yazıyor zaten. Ya da sizin yaptıklarınızdan yola çıkarak; Festus Okey’in görünür olması, 1 Mayıs günü Taksim Meydanı’na bir sabah erken gelen İncedere ailesini tanımamız… Belgeselci bir tavrın yanısıra, hümanist bir bakış ve vicdanlara dokunan bir yanı var…
Fatih Pınar: Vicdana dokunan şey, herkesin vicdanına dokunan şey aslında. Benim bu anlamda bir farklılığım, bir ayrıcalığım değil. Çünkü bu yansıttıklarım benim de vicdanıma dokunmuştur. Avantajım ya da farklılığım şu olabilir: Kamera tutuyor olmam. Bir başkası grafiği yapıyor, bir başkası müziğini yapıyor ya da resmini yapıyor…
Festus Okey olayı, Tarlabaşı, hak ihlalleri, emek sorunu, kadın sorunu, Gezi olayları… Bütün bu sosyal konularda rahatsız olduğumuz şeyler var. Şunu çok iyi biliyorum, bu konuda bir şey yapabilirim. Girişte bahsettiğimiz gibi; fotoğraf, fotoröportaj, fotoröportaja ses eklemek, video eklemek derken kurgu yapmak… Ve bütün bunları da internetle paralel geliştirdim. Sosyal medya vesaire filan, bütün bunların çok işlevsel olmaya başladığını gördüm.
Tüm bunlar motive de ediyor aslında. Bir şey üretmediğim zaman mutsuz, verimsiz birisine dönüşüyorum. Tabi ki sosyal bir haksızlığı dile getirmek için yola çıkıyorum ama bu sanatla, yaratıyla, toplumu dönüştürmek, değiştirmekle uğraşan herkeste olduğu gibi kendim için de aslında bir şey yapmış oluyorum. Festus Okey’de olduğu gibi o iş ne kadar acıtıcı, yaralayıcı olsa bile bitirdiğimde bir şekilde kendimi iyi hissediyorum. Bu, şimdi yaratıcılık adına ne yapayım deyip kurguladığım bir şey değil. Ruhuma sindiği için bu örneği vermeyi istiyorum. Mesela şöyleydi: Festus Okey’in kurgusuyla uğraştıktan sonra şöyle bir eylem yapmak istiyordum. Galatasaray’la İstiklal arasında hep eylem yapılır ya… Bir beyaz tülün üstüne o meşhur Festus Okey ikonunun dalgalandığı bir tülün üzerinde, ‘’’Festus Okey’in ruhu hala buralarda dolaşıyor’’ yazıyor. Çünkü ben de Tarlabaşı’na yakın bir yerde oturan biri olarak emniyetin önünden her geçtiğimde, onun dolaştığı yerlerde… Onunla, onun görüntüleriyle onun hikayesini anlatmakla çok fazla iştigal edince şu oluyor tabi, onu çok derinden hissediyorsun. Çok yaratıcı bir aktivist olarak aklıma gelmiş bir şey değil. Bir ruhsal bütünleşme sonucunda ortaya çıkacak olan bir şey…
Yine örneğin, Tarlabaşı’nda terk edilmiş binaları gördüğüm zaman, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs Savaşı, Varlık vergisi, mübadeleyi düşünüyorum. O insanlara yaşatılanın birer yansıması o karanlık, bedbaht ve kararmış binalar. O kadar güzel olmalarına rağmen bu kadar vahim görünmeleri… O ruhani şey toplumun her alanına sinmiş. İstanbul ölçeğinde bir örnek verdim ama Atlas’tayken bütün Anadolu’yu kasaba kasaba köy köy gezmiştim. O yok edilmiş evler, yerlerinden edilmiş, sürülmüş Rumlar, o yok edilmiş Ermeniler… Aleviler, Yezidiler, Süryaniler, Keldaniler… dolayısıyla, biraz da kendi içgüdülerimle konularımı takip ettim. Bir yolculuğa çıktığım zaman, diyelim Diyarbakır’a kent konusu çalışmaya gidiyordum ama orda bir Yezidi köyü olduğunu duyup Mardin, Midyat’a sırf bu yüzden gidiyordum. Bir sonra Keldani Köyünü çalışıyordum, Kuzey Irak’a geçebiliyordum. Yani, bir editör masasının başında oturup ne kadar yaratıcı ve içten bir şey çıkartabilir ki? Ama, ben zaten yoldayım, hayatın içindeyim…
Yeni Film: Şöyle bir fark olabilir mi? Atlas’ta bu kadar politik işler yapabilir miydin? Fotoğrafladığın o halkların tarihsel olarak yaşadıkları değildi muhtemelen dergide ilgi çeken.
Fatih Pınar: Bir çatı altında çalışmak farklı tabii. Atlas dergisine de bu anlamda eleştirileriniz vardır tabi ki… İnsan süreç içinde gittikçe daha radikal, daha politize oluyor. Ama, Atlas dergisi o dönemde istediğin yerlere gidip istediğin fotoğrafları çekebileceğin yegane yerdi. Şu anda o bile yok yani. Şu an, benim o dönemde yaptığımı yapmak isteyen arkadaşlar var, ama yapamıyorlar mesela.
Yeni Film: Tarlabaşı dediniz, özellikle kentsel dönüşüm konusuna gelirsek… Yoksullar kent merkezlerinden sürülüyor, yeni yaşam alanları açılıyor, yaşam biçimleri değiştiriliyor. Vahşi bir saldırı var, kentteki ve doğadaki dönüşüm süreci kapitalizmin çıkarları doğrultusunda gerçekleştiriliyor. Bu sürecin bir parçası belki Gezi ve Gezi’ye bağlanan süreçte aslında çok şey yaşandı. Siz bunları ne zamandan beri takip etmeye başladınız?
Fatih Pınar: Tarlabaşı’nda oturduğum için, orası 2001 yılından beri sürekli takip ettiğim, çektiğim bir konu ama belirleyici olan o değil. Ben kentsel dönüşüm konusuna 2009 yılında başladım. Yani, şu an mesela kentsel dönüşümü bilmeyen duymayan, konuşmayan kalmadı. Bunun yarattığı aura öyle büyük ki artık herkes farkında.
Yeni Film: Herkes farkında ve sanki her şeyin altından inşaat ve rant çıkıyor! AKP sermayesinin büyüme stratejisi buna dayanıyor.
Fatih Pınar: Eh tabi ki yani inşaat, kent ve rant… Neoliberal mantık zaten onun modasını da kendisi yaratıyor. Zengin demek artık banliyödeki villalarda yaşamak değil. Hele İstanbul gibi bir şehir söz konusu olunca, o tarihi mekanda, Surların yanında, Haliç’in kenarında, Beyoğlu’nda. Kısacası böyle tarihi bir yarımadada yaşamayı trend haline getirip, daha önce ‘’Ay burası ne pis kokuyor, ay burası ne kirli bir yer, burada suç oranı fazla’’ imajı varken, aynı yerleri zenginler için bir cazibe merkezine çevirip o rantı yaratıyor.
Yeni Film: Soysuz gösterip “soylulaştırma”nın yolu açılıyor.
Fatih Pınar: Evet, bu o kadar açık bir şey ki… Tarlabaşı’nı 2001’den beri takip eden birisi olarak, ordaki pek çok insanı tanırım. Canım sıkıldığında Beyoğlu’na bir kafeye değil, bir lokantaya değil, Tarlabaşı’nda bir pideciye giderim. İlla sadece fotoğraf çekmek için değil. Özellikle 2000’li yılların başında, 2004’te bu kapkaç meseleleri, hırsızlık, uyuşturucu, torbacılık filan çok fazlaydı. Bunların hep merkezi Tarlabaşı’ydı. Tarlabaşı dediğin, Kalyoncukulluk Caddesi’nde Beyoğlu Emniyeti’nin olduğu cadde üzerindeydi. Emniyet’in orda polisler bekler ya, 20 metre aşağısında kaldırımda her şey olup biterdi. Sabah 11:00’de manzara böyleydi. Onlara eşlik ediyordum. Açık bariz bir şekilde polisle işbirliği içinde bunlar yapılıyor. Başka türlüsü mümkün mü? Gezi’deki polis şiddetinin binde birini ordaki kapkaça, suça yöneltsin anında biter. Niye yapmıyor? Çünkü önce oranın ne kadar kirli olduğunun ne kadar kötü olduğunun imajını yayıyor. Dolayısıyla suç bölgesi ilan ediyor, daha sonra da herkese şunu dedirtiyor: “Tabi ki temizlenmesi lazımdı!’’ Çünkü hepimizin kapkaça, hırsızlığa uğrama ihtimali var. Önce bunu yaratıyor, daha sonra da temizlenmesi gerektiği imajını yaratıp müdahale ediyor. Bu bağlamda asıl suçlu ordaki 3-5 mafyatik adam, 3-5 hırsız, ordaki yoksul insanlar değil. Tabi ki kötü bir eylemde bulunduğu için bir sorumluluğu vardır, ama birileri oturup bilinçli olarak, politik olarak masa başında bunu organize ediyor ve devlet yapıyor bunu. Yani, bir zihin var burada. Önce bu zihniyetle uğraşmak gerekmiyor mu? Bu o kadar açık ki… Artık, bunu gördükten sonra başka ne diyebilirsin ki? Suç mahalinin yaratılıp sonra temizlendiği bir örnek Tarlabaşı. Sulukule de ikinci en iyi örnek. Burada kimlik üzerinden bir temizlik yapılıyor. Aslında hem etnik, hem sınıfsal, hem de ekonomik bir kimlik üzerinden temizlik yapılıyor. Sulukule’de bin yıldır orda yaşayan Çingeneyi yerinden ediyor. Hala da etmekle uğraşıyor. Bugün şu haber vardı: Orda kalan 5-10 Sulukuleli aile 227 TL aidat ödemek zorunda diye. Orda bir şekilde yasalardan dolayı üçkağıda getiremediği birkaç aile var, hala onları da aidatla, sosyal baskıyla, çevre baskısıyla yok etmeye çalışıyor. O kadar tahammülsüzler ki…
Yeni Film: “Temizlemek” dönemin popüler bir eylem isteği. Kazlıçeşme videonda başbakan ‘’Gezi’yi temizledik’’ demiyor muydu? Gezi tam da bunların üstüne çok iyi gelmedi mi?
Fatih Pınar: Gezi zaten bir patlamaydı. 2009 yılında bu kentsel dönüşüm alanlarını belgelediğim zaman Mustafa Demir bunu söylemişti: “Sulukule’yi temizleyeceğiz’’. Birebir onun ağzından duyduğum, işittiğim bir cümledir. Adam bir çöplüğü temizlemekten bahseder gibiydi. O zihniyet bugün tabi ki Gezi’yi temizlemekten bahseder. Evet, Gezi bütün bunların bir patlamasıydı. HES’lerden, kadınların kaç çocuk doğuracağına karar vermekten, gebelik testlerinden, sosyal adaletsizliklerden, doğa katliamından vs. hepsinin birikip de son damlanın bardağı taşırdığı olaydı Gezi.
Yeni Film: Kısa dönemde yaptığın pek çok video belgesel Türkiye yakın tarihinde önemli dönüm noktalarına denk geliyor. Gezi’de de bunu görüyoruz. 11 Haziranda AKM’yi, meydanı “bayraklardan temizlediler”, 15 Haziran’da çok vahşi bir biçimde Gezi’yi “temizlediler”. Siz de tüm bu polis saldırısının yoğun olduğu anlarda çekim yaptınız ve 15 Haziran gününü belgelediniz. Çekimleri nasıl yaptınız?
Fatih Pınar: Bu kadar vahim ağır bir şiddet varken insan sağduyusunu kaybediyor. Polis şiddetinin ortasında, buna maruz kalan insanların yanında kalıyorsun. O çemberin dışına çıkıp biraz soğukkanlı bir şekilde bir bakış açısı geliştirmek zor oluyor o anda. Fotomuhabirliğin, savaş muhabirliğinin getirdiği tecrübeyle ilgili bir şey bu.
Yaptığım iş teknik olarak da yeni bir şey. Bir hikayeyi anlatırken onu en iyi şekilde anlatabileceğin köşe taşları vardır. Fotoğraflar olabildiğince az, vurucu, etkleyici olmalıdır. Bunu sağlayan da o noktaları yakalamaktır. Mesela, kağıt toplayan bir kişinin hikayesini anlatırken 4-5 gün boyunca onunla birlikte yaşayınca, 2. Gün artık o hangi sokağı dönünce en iyi hangi kadrajı hangi açıyı yakalayacağını bilirsin. Artık ben fotoğraf makinesini elime aldığımda kadraj yapmakla uğraşmıyordum. Artık ifadeyi en doğru anı yakalamakla ilgiliyim. Aklım, duygum ya da ruhum bir üst şeyle ilgili. Şimdiki tek fark şu… Deklanşör yerine record butonuna basıyorum. Ve hareketli bir görüntü çekiyorum. Tripod kullanmıyorum. Monopodla çalışıyorum. Yani, çok mobil olabileceğim bir şekilde hareket ediyorum. Dolayısıyla, fotoğrafla kıyaslarsak video röportajda o anın bir üst türevini yakalamaya çalışıyorum.
Fotoğrafta ses olmadığı ve akan bir görüntü olmadığı için bir anı yakalamak daha kolay. Ama, o doğru anda doğru ses olmayabilir. Benim video röportaj yapmamın sebebi de bu. Ben bu kurguların hiçbirinde görüntüyle seslerin yerini değiştirmedim. Mesela o görüntüde atılan slogan, söylenen söz çok iyi, görüntü kötü olabilir. Video röportajın bu anlamda tırnak içinde bir namusu var. İşte türevi dediğim mesele de bu. Fotoğrafta ses yok ve iki boyutlu bir şey var. Video sesin girmesiyle birlikte 3. bir boyuta daha kavuşuyor. Doğru ifadeyi, doğru duyguyu anlatacak görüntüyü doğru sesle birlikte yakalamak gerekiyor. Kuramsal olarak kafamda böyle bir şey vardı, ama pratikte bunu ilk defa 15 Haziran’daki çalışmamda denedim.
Yeni Film: Özellikle toplumsal eylemlerin, toplumsal hareketliliklerin olduğu, siyasal bir karşıtlığın ortaya çıktığı dönemlerde üretimde de hakikaten bir patlama oluyor. Aslında bütün o neoliberal dalganın Avrupa’yı vurduğunu gördük. İspanya’da, İtalya’da ve Yunanistan’da gördük. Yunanistan’da özellikle geçen yıl belgesel üretiminde bir patlama yaşandı. Alandan çıkan belgeselleri sıcağı sıcağına izledik. Mısır’da Tahrir’de de böyle bir üretim yaşandı. Tüm bu eylemlilik sürecinden çıkan pek çok kısa film, belgesel, video var. Türkiye’de de buna paralel şeyler yaşanıyor. Senin video belgesellerinde de ortak bir duygudaşlık var.
Fatih Pınar: Ben kendim de bir eylemci olarak oradaydım. Profesyonel, işini yapmaya giden biri değildim. İşin samimiyeti de oradan geliyor zaten. Olaylara uzaktan bakmıyorum yani. Gazın içindesin, polis şiddetine maruz kalıyorsun, dolayısıyla eylemcilerle aynı düşünceyi, aynı ruhu paylaşıyorsun. Bu nedenle o samimiyet işlerine de yansıyor. 1 Haziran’ın epey tadını çıkardım örneğin, çünkü 39 yaşındayım ve bu ülkede kendimi bu kadar mutlu hissettiğim toplumsal bir olayı daha önce yaşamamıştım. O günün yüzü suyu hürmetine bütün ömrümü geçirebilirim.
Yeni Film: Reyan, peki senin kameran Gezi’de neler çekti ve neye evrildi?
Reyan Tuvi: Ben daha çok insanların aralarına girip onların seslerini dinlemek istedim. O kadar büyük bir karmaşa ve arbede vardı ki ve insanın o kadar üstüne üstüne geliyordu ki her şey. Bir taraftan da ikilemdeydim. Eylemin içinde olmak ve onu yaşamak, keyfini çıkartmak istiyordum. Zaten ilk iki gün yanıma kamera almadan gittim. Fakat bir gün sabah zınk diye uyandım. Evimin önünden koşarak geçenler vardı. Herhalde o gün sabaha karşı yine gaza maruz kalmışlardı. Anında kameranın aküsünü şarja taktım.
Yeni Film: Yani, aslında sen de bir belgesel yapmak üzere yola çıkmadın. Bu bir tanıklık etme refleksi miydi?
Reyan Tuvi: Tabi, tabi… O refleksle hareket ettim. Belki, bir gün birinin işine yarar. O belgeselci refleksi, geride bir şey bırakmak. Belgesel olur ya da olmaz. Hiç öyle bir düşüncem yoktu. Ama, ilk zamanlarda her şeyi çekiyordum, ordan oraya… Sonra dedim ki ben insanların sesini duymuyorum. Herkes bir anda konuşuyor, bir karmaşa var.
Sonra ne kadar farklı insanlar bir araya gelmiş Gezi’de diye düşündüm. Etrafıma baktığımda çok farklı gruplardan insanların bir arada olduğunu gördüm ve bu beni çok etkiledi. Dedim ki bunun üzerine gidebilirim, bize inandırılan şeyin tam tersine Kürdü, Ulusalcısıyla, TGB’nin, TKP’nin, apolitiklerin, LGBT’nin Gezi’de birleştiklerini gördüm. O yelpaze önümde açıldı, çok sonra da olsa, insanların aralarına girmeyi ve sadece onları dinlemeye başladım. Hemen soruyorlardı nerdensin diye… ‘’Bağımsızım’’ diyordum. ‘’Gel, gel!’’ diyorlardı o zaman. Diğer ana akım medyaya karşı çok büyük bir tepki vardı. Zaten beni hep tek başıma görüyorlardı, kameramın üstünde ‘’Taksim Hepimizin’’ sticker’ı vardı. O çok şeyi değiştiriyordu zaten. Çok uğraştım kolektif bir şeyler yapabilmek için. Pek çok insanı aradım, video çekenlerle konuştum. Fakat öyle bir karmaşa vardı ki herkes kendi yolunda gitmek zorundaydı. Ben de zaten hiç uyuyamıyordum, yemek yiyemiyordum, ama Fatih’in de dediği gibi benim hayatımın da en güzel Haziran’ıydı. En hüzünlü ve en güzel Haziran ayıydı, 45 yılllık hayatımın. Bir taraftan hiçbir şey olmamış gibi, ölümler falan olmamış gibi görselliğini kadrajı düşünmek, bir taraftan da tüm bu olanları içinde taşımak…
Hayatımda hiç böyle bir durumda kalmadım, bir direnişin videosunu daha önce hiç çekmedim. Festus Okey’in belgeselinin çekim süreci üç seneye yayılmıştı. Bunda günler, saatler, haftalar akıyordu ve çok garip bir duyguydu. İçim içime sığmıyordu. Her dakika bir şey oluyordu, mütemadiyen kaçırıyordum. Arkamı döndüğümde hemen bir şey oluyordu, ben bunu nasıl görmedim diyordum. Ama, sonra o duyguya da alıştım.
Yeni Film: Meydanlarda çok büyük kitleler vardı. Sadece onları ve olayları çekmek haber niteliğinde olan işler çıkartıyor elbet. Ama, insan hikayelerine dokununca tabi ki bambaşka şeyler çıkacak ortaya.
Reyan Tuvi: Genel çekimler bir yere kadar elbet. Ama bir belgesel için bir iskeletin olmak zorunda. Bu kadar çok çekince düşünmeye başladım, iskeletim ne, ne anlatmak istiyorum diye… Sonra bir Kürt direnişçi ile konuştum, yüzünün görünmesini istemedi. O nedenle sadece sesini aldım. İnsanlara dokunmaya çalıştığım noktalarda bazı zorluklar da çıkıyordu karşıma.
Yeni Film: Hangi farklı gruplardan karakterler var belgeselinde?
Reyan Tuvi: Diyarbakırlı direnişçi arkadaşın dışında TGB’li gençlerin konuşmalarını dinledim: Birebir röportaj yapmadım Gezi olayları sırasında. İlk defa dün yaptım. İnsanlar flashback’ler halinde her şey bittikten sonra geriye dönerek daha soğukkanlı bir şekilde konuşabiliyorlar. Ama olaylar sırasında, mikrofonu uzattığımda sadece slogan atıyorlardı. ‘’Özgürlüğümüzü istiyoruz! Biz bunun için buradayız!’ diyorlardı. Festus Okey belgeselinde, film tadında bir şey yapmak için kendimi epey zorlayıp ve röportaj yapmamıştım. Bunda da röportaj yapmadım. Ama şimdi yapıyorum röportajları… Çünkü, o insanların kişisel hikayelerini, neden Gezi’ye gittiklerini öğrenmeye ihtiyacım var. Bunu onlara anlattırmam gerekiyor.
Şimdi şimdi daha önce çektiğim karakterlerin izini sürmeye çalışıyorum. Olaylar sırasında öyle bir karmaşa vardı ki… ya buluşamıyorduk, ya tam buluşacakken yine gaz oluyordu. O karmaşada buluşmak bile mümkün olmuyordu. Bazı karakterlerimle de forumlar sırasında çekim yaptım. Abbasağa Forumu’nun moderatörü Necmi’yi ailesinin yaşadığı Antakya, Armutlu’ya kadar izledim. Daha önce de Abbasağa Forumu’nda Abdullah Cömert’in abisi Zafer Cömert’in konuşmasını Abbasağa’da çekmiştim. Hep bağlantıların peşine düştüm.
Yeni Film: Peki, o zaman belgesel bireysel öykülerden, acılardan yola çıkarak Gezi olaylarını, bir büyük toplumsal olayı anlatacak diyebilir miyiz?
Reyan Tuvi: Acı derken… Bütünüyle bir acı var ama, mizah da var.. İnsan hüngür hüngür ağlayacak mı yoksa kahkahalarla gülecek mi bilemiyor. Çelişkilerle dolu bir yumak bu. Necmi’nin peşinden giderek, Abdullah Cömert’in abisi Zafer Cömert ile bağlantı kurdum. Antakya özel bir yer, Armutlu özel bir yer… Orda direnişin başka bir yüzünü görmüş oldum. Bu şekilde de İstanbul’un dışına çıkmış oldum.
Yeni Film: Direniş insanlardaki yaratıcılığı ve espri duygusunu da biledi demiştik. Antakyalı direnişçilerin yaratıcılığını, zekasını biliyoruz, evlerden tomaların üstüne koltuk ya da zeytinyağı dolu naylon torbalar atmak, onları işlevsiz kılmak, yine tomalar çıkamasın diye yokuşlara zeytinyağı dökmek gibi. Oralarda yaşadığın benzer bir deneyim oldu mu?
Reyan Tuvi: Uğur Mumcu Parkı’nda bir oturma eylemi vardı. Halk pasifist ve barışçıl bir eylem yapmak istiyordu. Polisin oturduğu yere halk polisten önce gelip oturdu. Polis18:00’de mi geliyor, biz onlardan önce gidelim, oraya yayılalım dediler, çocuklarla, analarla, güneşin altında oturalım dediler. Polis geldi… Ama halk oturmuş çoluk çocuk. Ne yapacaklarını bilemediler. Hatta, alkışladı bir tanesi. Abdullah Cömert’in ağabeyi o kadar mutlu oldu ki… Zaten bu direnişin etrafında dönen her şey barışla iç içe olduğundan oradaki barışçıl eylem de polisleri şaşırttı. Ama bir köşede iki toma duruyordu öylece. Akşam, ordaki gençler cep telefonlarını projeksiyon makinası gibi kullanarak tomanın üstüne futbol maçı yansıttılar. Ben de çekim yapıyorum bir taraftan, ‘’Aaa… Ne oluyor dedim. Nerden geldiğini göremedim. Projeksiyon makinasını gösterin’’ dedim. ‘’Yok ki’’ dediler. ‘’Cep telefonuyla yapıyoruz!’’ Sonra polis amiri geldi, ‘’Ya, gidin kendinize perde satın alın” dedi.
Yeni Film: Seni nereye götürüyor bu belgesel? Yola çıktığın yerden oldukça farklı bir yere varabilirsin sonuçta.
Reyan Tuvi: Özellikle de bu belgesel öyle… Sinema Verite tarzında olabilir. Ben yine de bir iskeleti olsun istediğim için, olaylara daha soğukkanlı daha geriden durup bakmak için karakterlerle flashback yapıyorum. Yani, şimdi de onlarla buluşuyorum. Ve geriye baktıklarında neler gördüklerini, nerden geldiklerini, nasıl düşündüklerini sorup anlamaya çalışıyorum. Gezi olayları sırasında bunları yapmaya hiç vakit olmamıştı. Dolayısıyla, filmin bir çatısı yok, ama hep Sinema Verite gibi devam etti. Bireyler zincirleme birbirine bağlanıyor, karakterler bir belirip bir yok oluyorlar, bir çekimde Kürt direnişçi, trans bireyler, ulusalcı iki çocuk annesi kadın ile bir araya geliyor, birbirlerine destek veriyorlar, çünkü bir aradalar. Bu benim planladığım bir şey değil, bir arkamı dönüyorum, dağılmışlar… Artık ön yargıları kalmamış. Karakterlerden biri diyor ki ‘’Artık, ben polise değil, o Kürt kardeşime güveneceğim’’ ulusalcı olmasına rağmen.
Yeni Film: Arşiv görüntüleri de olacak mı?
Reyan Tuvi: Fatih’in (Pınar) çektiği görüntüler var. Özcan Tekdemir’in görüntüleri… Ve şimdi bu flashback’leri başka bir kamerayla çekiyoruz. Başka bir tarzda çekiyoruz. Onu ben çekmiyorum. Dolayısıyla, birkaç kişiyle iletişimdeyim.
Yeni Film: Gezi mücadelesi sürüyor… Belki de başka bir biçime evrilecek. Peki, belgesel nerede bitiyor?
Reyan Tuvi: Yıl bitmeden biter diye tahmin ediyorum. Ama hiç bitmesin, karakterleri hep takip edeyim diyorum, ama tabi ki de bitecek ve gerisini insanlar takip edecek.
Yeni Film: En başta söylediklerimizi hatırlarsak, artık belgesel kurmaca, kısa film gibi türlerin aralarındaki sınırların yavaş yavaş kaybolduğunu söylemiştik. Fatih Pınar’ın Gezi’den önce yaptığı çalışmalar da kısa belgeseller tadındaydı zaten… Gezi olaylarından sonra hemen herkes konuyla ilgili bir belgesel patlaması yaşanacağını düşünüyor. Ama, işin doğası gereği bu belgeselleri seyretmek için biraz daha beklemek gerekecek. Şimdi elimizde olan yalnızca videoaktivist çalışmalar. Her ikinize de birden sormak isteriz, aradaki farkın altını çizebilir misiniz diye…
Fatih Pınar: Böyle bir fark varsa eğer bunun birincil belirleyicisi, videoaktivist işlerin hemen o an yayına girmesi. Videoyu çekip, o gece montajını yapıp hemen yayına koyabiliyoruz. O gece o olay olduysa, ertesi gün hemen yayına girmeli ve görünür olmalı. Reyan’ınki daha uzun soluklu bir çalışma, bir takip gerektiriyor: Karakterlerini halen kamerayla takip ediyor, insan hikayeleri üzerinden giderek bir film tasarlıyor.
Reyan demin ‘’Ömrümde ilk defa böyle bir direniş gördüm,’ dedi ya o çok etkileyiciydi. Biz böyle şey görmedik ve bunun karşısında herkes gibi ben de kameramla, videomla bir reaksiyon gösterdim. Bu bir ihtiyaçtı. Çünkü, hem direnişin mükemmelliği anlamında akıl almazdı, hem de polisin kullandığı şiddet. Kendi kendime hep şunu düşünüyordum, meydanlardaki on binlerce insanın üstüne gaz sıkarak, onları kaçırdığını, bir daha buraya gelmeyeceklerini mi düşünüyorsun? Aklım almıyordu o zamanlar. Ama, sonra daha soğukkanlı düşündüğümde, polisin bunu örgütleyerek, sistematik bir şekilde yaptığını fark ettim. O kutuplaşma üzerinden politika yapan bir iktidar var karşımızda.
Cep telefonunu eskiden anı fotoğrafı çekmekten başka bir şeyde kullanmayan binlerce insan tek tek acar bir muhabire dönüştü Gezi’de. İktidar medya patronlarını satın alabilir, trilyonluk özel TV kanallarını satın alabilir, ama tek tek bizim gibi insanları satın alamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Özetle şunu söylemek istiyorum, bütün bu Gezi süreci bize şunu gösterdi, bunların ne kadar aciz ne kadar zavallı olduklarını gösterdi, çünkü kaybeden zaten iktidar, kaybeden zaten egemenler.
Reyan Tuvi: Videoaktivist işler çok önemliydi, o işin doğasında vardı. Çünkü, onların anında duyarlılık yaratmak gibi bir misyonu var. Egemenlerin duyarsızlığına karşı yapabilecek bir şey varsa anında yapma, hareket etme refleksi… Belki akış değişebilir, belki şiddet azalabilir refleksiyle insanların birbirini haberdar etmek istemesi refleksiyle yapılan işler bunlar. Aktivistlerin bir an bile düşündüklerini sanmıyorum, bir refleks olarak çektiler.
Belgesel yapmaksa, daha uzun vadede, daha planlı programlı olarak gelişiyor. Belki de ben videoaktvistliği bilmediğim için, daha önce deneyimlemediğim için kendi yolumu bu şekilde çizdim. Gezi Parkı’nı dolduran insanların sesini duymak istediğim için, o sesleri duydukça, o yumağın daha görünür hale geldiğine inandığım için, direnişin daha vücut bulduğuna inandığım için bu yolu seçtim. Bundan bir sene sonra belgesellerde de bir patlama olacak ve harika olacak! Ve tabi ki hiç kimse bu üretimin önüne geçemez…