Bir Ece Ayhan Derlemesi: Ecegillerle Sivilsıkıatonal Şiirsinema

Onur Behramoğlu /

Irgat mahallinde ilk derse ve hiç

bir derse girmeyecek dudak tiryakisi iki öğrenci

Şiiri devamlıdır maalesef sesi dışarı

 vermeyen yüksek ve alçak kaldırım sinemalarının

Koşa koşa Akdenizlilik, ‘müzik’, ‘opera’lar, Mozart, Verdi, Mahler… ve ‘tarih’ kokan Luchino Visconti’ye geliyorum…Visconti’nin bence en önemli filmlerinden olan Büyük Ayının Soluk Yıldızı’nı (Vaghe Stello Dell’Orsa) Sinematek günlerinde, 1968’de İtalyanlarda (Casa D’Italia’da) izlemiştim. (Ve Bertolucci’nin Devrimden Önce’sini de.)

Benim, Visconti’den ilk gördüğüm film ise sanırım 1955’te Senso’dur (Günahkâr Gönüller), İstanbul. Siyasallı arkadaşım Erol Gülercan’la 8 kez gördüğümüz Beyaz Geceler, 1958, Ankara. (1866 Venedik’i, Clara Calamai’nin kollarını açarak gerinmesini de anımsıyorum!)

Ama ben daha çok Visconti’nin hemen hemen bütün filmlerindeki özelliklerinin görüldüğü Il Gattopardo (Leopar) filmini ele almak istiyorum:

1860, Sicilyalı Salina Prensi;

Gerileyen bir sınıf;

Avrupa tutuculuğunun kendisiyle hesaplaşması;

Bir toplumun geri çekilişi;

“Eski ayrıcalıklarını olabildiğince korumak uğruna yeni düzene uymak” isteyenler;

Ya da; çöküş;

“Ayakta kalmak isteyenler onların arasına karışmalıdır.”;

Bu arada, insansal saptamalar: “Güzelliği gözüyle gören, artık ölüme yaklaşmıştır.”

Sinemanın bir şairi olarak ele aldığım Visconti’yi biraz olsun açındırmak için, ‘antropomorfolojiye girmemiz gerektiğini’ de ekleyeceğim. Şairler insana biçim vermezler mi?

Visconti aynı zamanda ‘doymak bilmeyen bir okurdur’ da. (Kendisine ‘Lombardik bir okuyucu’ diyor; Manzoni, Verga, Vittorini, Pavese…)

Bitirirken, Wolfram Schütte’den şunu alıntılıyorum:

“Luchino Visconti’nin filmleri Murnau, Stroheim ve Losey gibi yönetmenlerin eserleriyle genelde aynı yazgıyı paylaşır. Siyasi ya da ticari kaygılarla uygulanan sansür, filmlerin pek çoğunu âdeta tanınmayacak hale getirmiştir, hatta içlerinden bazılarını sonradan ilk yapıldığı biçime yeniden sokmak bile mümkün olmamıştır.”

Lampedusa, Il Gattopardo’da ne diyordu? “Her şeyin aynı kalabilmesi için, her şeyin değişmesi gerek.”

***

Sinema ve şiir arasındaki ilişki? Ben ‘Sıkı Sinema’ diyorum. Nasıl şiirin birimi sözcükse, sinemanın birimi de sekanstır. ‘Sıkı Şiir’ deyince akla şunlar geliyor: Pound, Eliot, Dylan Thomas, Cemal Süreya, İsmet Özel… Yani şair-sinemacı Tarkovsky! (Sözde aydınlar, kara sinekler gibi üşüşmüş Tarkovsky’ye, böyle olduğu için uzak duruyorum şimdi, oysa ilk kez 1967’de gösterilen Tarkovsky’nin Ivan’ın Çocukluğu filmini bizim altın saçlı Nahit Hanım bile hatırlıyor.) Acaba Jim Jarmush bir Jean Vigo olabilir mi? Jim Jarmush’un Türk sinemasında, bir karşılığı olmasını isterdim. Öyle filmler çekmek için pek büyük paralar da gerekmiyor.

***

Evet, Sıkı Sinema bir şeyin altını çizmez. Yalnız gösterir. Tanpınar Huzur romanında Alaiyeli (Alanyalı) Ahmet’e, sevdiği kadını gömmek için dağlarda derin bir çukur kazdırır. Çukur öyle derindir ki, Ahmet buradan nasıl çıkacağını düşünmeye başlar. Tanpınar dayanamaz, çukurun neden böyle derin kazıldığını açıklamak gereği duyar. İnsan eli ulaşmasın diyeymiş. Oysa bu gereksizdir. Sıkı Sinema, böyle bir şeyi Tanpınar gibi yapmaz, yapmamalıdır. Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir; sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, diğerleri “sarhoş galiba” diyebiliyorlar. Kuşkulanmak önemli elbet. Marx’ın en sevdiği Latince özdeyiş; “Her şeyden kuşkulan” anlamına gelir. Yani her şeyi kurcala.

***

İlhan Berk evine bir kız geldiğinde eline hemen bir pipo alır. Şimdi pipoluları bir yana bırakalım. Genellikle özgünlüğü az etki altında kalmak sanıyorlar, oysa çok etki altında kalacaksın ki, özgünlük ortaya çıksın… Şimdi Turgut Uyar aklıma geldi. Turgut Uyar bir gün bana “Artık şiir yazamıyorum” bile diyebilmişti. Çünkü hiçbir eski ve eskimiş şair kolay kolay bunu söylemez! Ama Sivil Şiir’e gelince iş değişir, Sivil Şair bunu açık açık söyleyebilir. Fellini de 1956’da “Ben ortaçağda yaşasaydım, kesinkes şair olurdum” der. Mustafa Irgat bir gün bana Sevmek Zamanı Metin Erksan’ın en iyi filmidir demişti, tam İkinci Yeni’nin karşılığıymış. Oysa Sevmek Zamanı, Metin Erksan’ın en iyi filmi falan değil. Hele İkinci Yeni ile hiçbir ilişiği yoktur. Metin Erksan olsa olsa Milli Edebiyat döneminde sayılabilir. Bak Mehmet Emin Yurdakul’a karşılık gelebilir. Şiir toplumu gerçekten ufak bir toplumdur. Zaten Türkiye şiire kapalı bir topluluk değil midir? Buna karşılık sinema toplumu genişler, gittikçe genişler.

***

Sivil olmayı da nedense askerî olmanın tersi sanıyorlar. Cemal Süreya “Bakışımsızlıktan yanayız elbet, tabii bakışımın tersi değilse” demişti. Gerçeküstücülük “düşüncenin kendi kendini denetlemesidir” der Breton. İnsan sarhoşluğunda nasıl ek bir kontrol sağlarsa öyle. Her zaman ek bir kontrol, özel bir dikkat sağlamalı düşüncede de. Sahicilik ancak böyle sağlanabilir.

***

Melodi ne kadar kolay. Oysa tek tek sesler kötü olabilir, birleşince uyum da doğabilir. ‘Kakışım’ gibi (Dissonance). Schönberg, Alban Berg, Webern, Stravinsky’deki… Kafka I. Dünya Savaşı içinde yaşadığı halde, güncesinde savaştan söz etmez. Savaşı önemsemediğinden değil, bazen çok büyük görünen olaylarda hiçbir şey yoktur. Şiirin kendi ‘noktalama işaretleri’ çok daha önemlidir. Anayasadan, fermandan, charte’dan vs. Ama Romanya cephesinde iki ihtiyar karı-koca anlatır. Adam karısının gıdısını okşamaktadır. Bütün I. Dünya Savaşı budur Kafka’da.

***

İnsanın hallerini ismin halleri gibi birkaç tane sanıyorlar. Yanılmıyorsam masalın Korsika varyantına göre kırk haramiler kardeş kıldıkları bir kızın ölüsünü, altın bir tabut içinde gittikleri her yere taşırlarmış. Herkesin olumsuz bildiği zehir zemberek haramilerin bile iyi bir yanı vardır. Nasıl saf iyilik yoksa saf kötülük de yoktur. Evet, evet, Türk sinemasında böyle kalıplar var. İstatistik verilere dikkatle bakılmalı, ama bir genelleme yapılmamalı. Sosyoloji özellikle de pozitivist sosyoloji arkadan gelsin. İğne ile kuyu kazar gibi bakmalı insana. Borges’e sorarlar, “Kadınlar üzerine ne düşünüyorsunuz?” diye. “Hangi kadınlar?” der. Sanat ayrıntıdır.

***

Rant. Ricardo’nun bir rant kuramı vardır. Kasabadan en uzakta bulunan ‘son tarla’nın ürünü o ürünün piyasadaki fiyatını belirler. Düşünce de, resim de, şiir de… Böyledir ve bence çemberin en ucunda olunmalıdır. Ama ilk sarsıntıda, ilk bunalımda okkanın altına gidermişsin, o başka. Bence bir şeyler yapılmak isteniyorsa, ‘sınır çarpışmaları’ ya da ‘marjinallik’ göze alınmalıdır.

***

Cemal Süreya, “Şiiri yeni kılan, biraz da şiirin dışındaki şeylerdir” diyordu.

***

Jean Luc Godard, (Alışıldığınca, varlıklı katmanlardan beklenirken, düpedüz parasızların Ankara’larda çıkardığı İkinci Yeni ‘sıçrama’sına, – Cahiers du Cinéma dergisinden başlayarak -, Godard, Truffaut, Claude Chabrol, Louis Malle, Eduardo Molinaro, Roger Vadim, öncül Alain Resnais… kısacası Fransız Yeni Dalga akımı da etkimiştir. Hatta işi Jean Vigo’ya, Bunuel’e dek uzatabiliriz.) “kırk katır mı, yoksa kırk satır mı” gibisinden “Bana, ya gözlerin ya da ellerin diye sorarlarsa, ben ellerim kalsın diyebilirim” der.

Çünkü insan eli, beynin bir uzantısıdır!

***

Demirkapı ile Sirkeci arasında bir Kemal Efendi sineması vardı. Caddeye öyle yakındı ki, film oynarken caddeden tramvay geçince oturduğumuz taburelerde sarsılırdık. Yani sinemanın içinden âdeta neftî ya da yeşil tramvaylar geçiyormuş gibi olurdu, tabii hepsi ikinci mevki… Rıfkı Melul Meriç’in ilginç anısı: “Sirkeci’deki Kemal Bey Sineması’na ‘Sesli Sinematographane’ denilmekte idi. Film oynatılırken, filmde aktör tabanca atarken sahne gerisinde birisi de mantar tabanca atardı. Keza filmde bir aktris şarkı söylerken perde arkasında biri de şarkı söylerdi.”… Galatasaray’ı geçince de Şık ya da Aynalı Sinema. Şarlo’nun Altına Hücum’unu ve Visconti’nin Senso’sunu orada görmüştüm…Taksim’e doğru da Yıldız Sineması. Altta Fransızca ‘L’étoile’ yazardı. Benim bitirdiğim Taksim (Beyoğlu) Atatürk Lisesi’nin sokağı olan Küçükparmakkapı’nın sonundaydı. Walt Disney’in çizgi filmi Fantasia’yı 1945-46’larda orada görmüştüm. (İkinci Dünya Savaşı günlerinde de Beyazıt’ta bir otelde kalırken Azak Sinemasında Pinokyo’yu)… Kukla filmiyle çizgi filmi birleştiren Çek Jiri Trnka’nın El filmini âdeta Kafka’nın bir anlatısı gibi görmüştüm.

***

İkinci Dünya Savaşı biz çocuklar için, bir bakıma tramvay demektir. O zamanlar İstiklâl Caddesi’nde Sümer (şimdi Rüya) sinemasının kapısında, kaymaklar gibi, şişman ve de şaşı bir kadın akşamları ‘nöbet’ tutardı, ama ona sorarsanız İkinci Dünya Savaşı belki de bir gecede, sabaha karşı Edirnekapı Mezarlığı’nda düzülerek ve çırılçıplak dövülerek geçmiştir!

***

Perdesine ‘Cebecoskop’ adını taktığımız Cebeci sinemasında karaşın arkadaşım Erol Gülercan’la Bunuel’in Sokak Kızı Susanna’sı ile Robinson Crusoe’sunu görmüştük. Ulus’ta da Park sineması vardı, her gün öğlenleri başka başka eski ya da yeni filmler oynatırdı (Memurlar Matinesi). Orada da Claude Autant-Lara’nın 1947’de çevirdiği İçimizdeki Şeytan (Le diable au Corps), Yves Allegret’nin İhtiras Kadını (Les Orguelleux, 1953) gibi filmleri gördüğümüzü anımsıyorum.

***

Yılmaz Güney olayını tarihte daha belirgin kılmak adına kendisine (belki bir şeyin ölçütü olmayabilir ama olsun) Nâzım Hikmet’in Türk sinemasındaki bir karşılığıdır diyorum!

Kısacası Türkiye’de bugün bütün sanatlarda hinoğluhince ‘sanat şahsi ve muhteremdir’ depolitizasyonu yaşanırken ‘Yılmaz Güney Olayı’ gibi olgular ve gerçekler bana çok önemli geliyor.

***

Türkiye’nin çökmesi ya da çözülmesi bence zorunlu. Güzel şeyler ancak bir kötülükten çıkar, çıkacaktır!

***

Ben Milano’yu, Milano Mucizesi filminden biliyorum. Vittorio De Sica’nın. Bir gün yoksul ve yaşlı bir kadın, bahçesindeki lahanalar içinde daha kundakta bir oğlan çocuğu bulur. Çocuğu büyütmeye çalışır, çocuk büyür ama yaşlı kadın birdenbire ölünce çocuk-genç yetimhaneye verilir. Film bu çocuğun aşağı yukarı ergin yaşa gelince yetimhaneden çıkmasıyla başlar asıl…

Genç, Milano’nun kenar mahallelerinde, derme çatma kurulmakta olan gecekondulara gider doğru. (Masal bu ya) Anneannesinin gökten inip ona verdiği güvercinle. Güvercinin sihirli olduğunu, bütün dilekleri yerine getireceğini daha bilmez.

Zayıf ve uzun boylu çiroz gibi bir baloncu gecekondular arasında çocuklara renk renk balonlarını satmaktadır. Birden balonlar havalanır adamla birlikte. Çevresindeki insanlar baloncuyu hemen yakalarlar ve ağzına ekmek tıkarlar. Açlıktanmış! (Ceplerine taş koymuyorlar.)

Ben merak eder dururdum, acaba Milano Mucizesi’nin senaryosunda bunu Zavattini mi yazmış, yoksa Vittorio de Sica mı bulmuş?

Milano Mucizesi’ni ben 1962’de İstanbul’a taşradan izinli gelince İtalyan Evi’nde görmüştüm. Tepebaşı.

Geldik 1980’e. Benim çocuğun dedesi ölmüş. Nişantaşı’na biraz erken gitmişim galiba. Amerikan Hastanesi’nin çevresinde dolanıyorum. Karşıda apartmanın giriş katında pencerede Zeyyat Selimoğlu. Beni çağırdı. Eh vakit de var, gittim. Bana çevirdiği Zavattini’nin Milano Mucizesi kitabını armağan etti. Hemen baktım. Baloncunun ağzına ekmek tıkmıyorlar. Vittorio de Sica’nın yaratıcı ve de çarpıcı buluşuymuş bu. 18 yıl sonra kafamı kurcalayan sorunu çözdüm!

Kimi şeyler de daha uzun yıllar çözülemiyor. Ne yapalım, bekleyeceksin. Bekle!

**

Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!

 En geniş zamanlı bir şiir yazacağız.

*Alıntılar, Ece Ayhan’ın Bütün Yort Savul’lar!, Hay Hak! Söyleşiler, Bir Şiirin Bakır Çağı, Aynalı Denemeler, Sivil Denemeler Kara kitaplarındandır.