Bir “Faşist Estetik” Örneği Olarak Nefes/Vatan Sağolsun

İnan Gündoğdu /

“Asker sen kimsin?

SEN TÜRKSÜN! Yeryüzünün en ulu milletindensin: Sana anlatacağımız (tarih) denilen yazılar ortada yokken senin milletin doğdu; kanı temiz, yüreği yılmaz, gözü pek yeryüzüne geldi. On binlerce yıl öyle yaşadın; yine öyle yaşayacaksın; senin dedelerinin, ninelerinin çok önce kurduğu yurtlar şenlikte yeryüzünün cenneti oldular. Bil ki başka milletlerin görgüde, yapkıda ilk örneği, desteği, öğütçüsü senin milletin BÜYÜK TÜRK MİLLETİDİR.

SEN TÜRKSÜN! On ikibin Yıl evvelinde yeryüzünün başka milletleri mağaralarda, taş kovuklarında yaban adamları gibi yaşarken senin dedelerin ORTA ASYA denilen anayurdunun göbeğinde kurdukları şehirlerde yaşar, altın başlı kargısı, gümüş bezeli terkisi ile ağızlar sulandırır, gözler kamaştırırdı. Yeryüzüne şenliği, medeniyeti senin ataların verdi. Atı dağdan indirip kuzu gibi yapan üstüne binip dağlar aşan ve taş kovuklarına sinmiş başka milletleri kendisine şaşkın şaşkın baktıran senin milletin büyük Türk milletidir.

SEN TÜRKSÜN! Yeryüzünün her zaman var ve var olacak en yüce milletinin eğilmez, bükülmez aslan yürekli oğlusun. Senin kolunu bükecek başını eğdirecek başka millet yoktur. İlk önce bunu böyle bil ve milletinin anlatacağımız alnı açık tarihini belleyerek başını dik yüreğini pek tut. Türk yurdunun, Türk benliğinin düşmanlarına kıl kadar boyun eğme!…” (1934 tarihinde askere dağıtılmak üzere basılan askerin kitabından)

Yönetmenliğini Levent Semerci’nin yaptığı “Nefes/Vatan Sağolsun” adlı filmin konusunu, kendi resmi internet sitesinde yazıldığı gibi aktarıyorum: 2365 metre yükseklikteki Karabal Jandarma Karakolu’nu korumakla görevlendirilen bir yüzbaşı komutasındaki kırk askerin hikayesidir. Büyük çaplı bir sınır ötesi operasyonun başlamasıyla, telsiz röle istasyonunun bulunduğu Karabal Jandarma Karakolu’nun önemi daha da artmıştır. Çünkü operasyona katılan birliklerin haberleşmesi artık bu röle istasyon ile sağlanacaktır. Güneydoğu’da Irak sınırına yakın bir ilçedeki Komando Tugayı’nda görevli Yüzbaşı ve emrindeki askerler, tipi ve karla mücadele ederek iki gün süren intikalin ardından karakola ulaşırlar. Karakol’da bulunan Jandarma askerleri ile birlikte geçirdikleri günlerde acıyı, sevinci ve hasreti paylaşırlar; son güne kadar karakolu ve telsizi koruma görevlerini yerine getirmek için mücadele ederler.

Kimileriniz şimdi neden böyle bir şey yaptığımı düşünebilir. Kısaca şöyle izah etmeye çalışayım: Filmin herhangi bir dramatik örgüden ve çatışmadan yoksun olduğunu göstermek için. Filmin içinde çatışmayı yaratabilecek tek unsur, sürekli kendilerinden, ailelerinden, sevdiklerinden bahseden askerlerin evlerine dönme arzusu ile orada nedenini bilmedikleri bir eylemi gerçekleştirmek zorunda kalıyor oluşları olabilirdi (birkaç sahte dokunuşun dışında bu durumu perçinleyecek kayda değer hiç bir öğe yoktur filmde). Nedenini bilmedikleri dediğime bakmayın. En nihayetinde askerlik, ‘erkek’liklerini tanıyacakları, tamamlayacakları bir erginlenme törenidir; ‘kahramanın sonsuz yolculuğu’nda geçeceği bir aşamadır. Onlara, orada “anlama”yı bile öğretecek bir yüzbaşıları vardır. Öğrenilmesi gereken her şey orada öğretilecektir.

Film, bir dağın tepesinde yaşanan operasyon sonrası görüntülerle açılır. Taşların üstünde filmde geçtiği şekliyle söyleyecek olursak vurulan “domuz”lar ve Türk askerlerinin cesetlerini görürüz. Ardından gelecek olan sahne ise şöyle: Karakolu ve telsizi korumalarına yardım etmek için gelen yüzbaşı ve ekibinin nöbet yerindeki erin uyukladığını görmesi, onu uyandıran askere, “Bırak uyandırma!” demesi (iyi yürekli yüzbaşı), koğuşa girerek bir erin ranzasına oturup, “Hepiniz öldünüz!” (kıvrak bir zekaya ve dile sahip bir yüzbaşı olduğunu hemen anlıyoruz) diyerek yolda yaşadıkları çatışmayı ve bir askerin vurulduğunu, sobanın maşasıyla sobaya vurarak; aynı zaman diliminde anlatı, flashback sahnelerle gösterilerek verilir, sobaya vurulan maşanın çıkardığı ses ile silah sesleri üst üste bindirilerek seyirciye, askerliğin ne menem bir şey olduğunu anlatmaya, yaşatmaya çalışmış yönetmen. Nitekim başarmış olduğu da söylenebilir. Yeterince tedirgin edici ve ürkütücü sahneler. İştimaya çıkarılan jandarmalara atacağı nutukla ne kadar zeki, cesur, otoriter aynı zamanda iyi yürekli ve babacan olduğunu bir daha kanıtlayacaktır yüzbaşı. “Uyursan ölürsün, uyursan ölürsünüz!” cümleleri tekrarlanırken, karşıdan kadraja giren askerler ve yüzbaşını izlerken, bir anda yüzbaşı kameraya doğru yöneliyor, izleyiciyi hedefleyen bir hamle olduğunu düşünüyoruz ve bağırarak, “Sen uyursan herkes ölür” diyor. Tam üzerimize alınacakken, bizim görmediğimiz noktada, nöbet yerinde uyuya kalan jandarma başı önüne eğik, dara çekilmiş bir halde durmakta. Meğerse ona söylemiş, seyirci olarak derin bir ohh çekiyoruz topluca. Yüzbaşı, “Siz ölürseniz anneniz tabutun başında feryat figan bağırmakta”, “Ya babanız, o ağlamıyor mu? O da ağlıyor! Sessiz sessiz, bir köşede oturmuş, içine içine ağlıyor!” diyor. Malum, “erkek” dediğin herkesin yanında ağlamaz, acısını içine gömer. “Babanızın ağzından tek cümle çıkıyor; Vatan Sağolsun!” Son söz olarak, “Ölmenizi yasaklıyorum, hata yapmanızı da. Eğer bir hata yapan çıkarsa aranızda, onu kendi ellerimle öldürürüm. Altına da eğitim zayiatı diye yazarım” diyor.

Bu arada ilginç bir ayrıntı olabilir kanısındayım: Çatışmanın yaşandığı yerde kar ve tipi yüzünden göz gözü görmez, vurulan askerin ardından, olay yerine bir helikopter gelir, gelen savcıdır, fotoğrafları çekilir ve zabıt tutulur. (Çok uzağa gitmemize gerek yok. Daha geçenlerde oldu, filmin geçtiği 1993 senesi gibi sancılı bir süreçte değil. Diyarbakır/Lice’de koyun otlatırken havan mermisiyle paramparça olan 14 yaşındaki Ceylan Önkol’un, olay yerinde incelenmesi için altı saat boyunca doktor ve savcı bekleyen ailesinden, Savcı Bey güvenlik gerekçeleri olmadığı gerekçesiyle cesedin Abalı Karakolu’na getirilmesini istemişti. Cesedin parçalarını kendi elleriyle toplayan ailesi parçaları bir battaniyeye sararak Bingöl’e Abalı Karakol’una kendi imkanlarıyla götürmüştü.)

Filmden aktarılacak o kadar çok konuşma ve görüntü var ki, not almaya çalıştığım defterimdeki yedi sayfanın hepsini yazmak pek mümkün değil. Onun için ufak aktarmalarla yetinmek zorunda kalacağım: Karakolun önünde dalgalanan yırtılmış Türk bayrağı; kirlenmiş, bölünmüş, parçalanmış… Türk bayrağı yüzbaşının emriyle dikilir, temizlenir ve bütünlüğüne kavuşturulur. Yüzbaşı sona yakın sahnelerden birinde anlayacağımız gibi TSK’yı temsil etmektedir. Yönetmen, “Varna Savaşı” tablosuna yakın çekim yaparken, dışarıdan çatışma sesleri bu sahneye eşlik etmekte; tablo, atlar üzerinde Osmanlı ordusunun düşmanı ezip geçerken resmedildiği bir yağlıboya tuvalidir, filmin birkaç sahnesinde tabiri caizse gözümüzün içine sokulur. Osmanlı ordusu ile Türk ordusu arasında paralellik kurulmaya çalışılmış. Aileleri ile görüşen erkeklerin ardı ardına görüntüleri, kesik kesik konuşmalar; fakat, aile dediysem ya anneleri ya da sevgilileri ile görüşüyorlar telefonda. Konuşulan hep bir kadın… Bir Türk askerinin telefon görüşmesi bize aslında, etnik ayrımcılığı kimin yaptığını söyleyen bir sahne olarak hafızamıza kazınıyor: Türk askeri sevgilisinin evini arar, kızın annesi çıkar telefona, sevgilisini telefona ister, fakat annesi kızının burada olmadığını söyler, asker, kızın sesinin geldiğini orada olduğunu bildiğini söyler, kızın annesi bir daha bu evi aramamasını, kızını rahat bırakmasını, babasının kızdığını söyler. Her şey normal gibi gözüküyor demi! İşte vurucu nokta şurası: Türk askerinin sevdiği kız bir Kürt kızıdır! Onun için bir Türk’e verecek kızları yoktur. Hem Kürt’tür hem de Kadın’dır kötü olan. İyi olan hem Türk’tür hem Erkek’tir. Bu durum, birkaç sahne sonra, askerlerin söyledikleri türküyle de desteklenir zaten: “Bana bir resmini vermedin/şimdi geziyorsun elden ele/allahsız sürtük!” Bir başka askerin konuşması şöyle gelişiyor: metropolde yaşayan sevgilisini arayan asker ile sevgilisi tartışır ve kız erkeği terk eder. Hemen ardından yüzbaşı, bu askere hayat dersi vermekten kendini alıkoyamayacaktır, çünkü o hem bir baba, hem bir ağabey hem de onların yüzbaşısıdır: “Büyük şehirlere aşk küçük gelir. Aldatacak oğlum seni!” Kentlisi de köylüsü de aynıdır kadınların; “hain”, “korkak”, “sürtük” tıpkı dağdaki “domuz”lar gibi. Çatışmada yaralı yakalanan kadın gerillayı da, kod adı Doktor olan liderleri düzüyordur zaten yüzbaşının ifadesiyle. Kadın bu işe yarar, bir mal gibi kullanılmaya. Buradan Yüzbaşı’nın TSK’nın temsilcisi olduğunu imlediği sahneye gelelim. Yüzbaşı, kadın gerillayı tedavi eden askerin yanına gider, geceyarısıdır, belli ki yüzbaşını uyku tutmamıştır. Asker ranzasından kalkar. Yüzbaşı: “Beni buraya siz yolladınız. Sen uğurladın beni. Baban bağırdı arkamdan ‘En büyük asker bizim asker’. Siz yolladınız bende geldim.” Asker araya girmeye çalışır, ama yüzbaşı izin vermez, “Savaşın böyle kazanılmayacağını bende biliyorum… Savaşta haklı taraf olmaz. Ya katilsindir, ya kurban… Eğer burada kaybedersem ben, sende Ankara’da, İstanbul’da kaybedersin… Keşke beni sevebilseydiniz.” Bu konuşma sanırım yeteri kadar açık. Ben TSK olarak burada kaybedersem, ki benim meskenim dağlardır (bu türkü, marş şeklinde filmin sonunda söylenecektir), sen de ey hükümet, eyy Türk halkı, sen de Ankara’da, İstanbul’da kaybedersin. Atatürk’ün TSK ile aynı anlama geldiğini de ifade eden sahneler (Yüzbaşının traş olurken, aynasından Atatürk’ün portresini görmemiz gibi yüzbaşının tipolojik olarak Atatürk’e benzemesi de eklenebilir. Karakol baskınında, yüzbaşının vurulduğu sahnede alnından kan damlayan yüzbaşına, üzerine kan sıçramış ve alnından kan damlayan Atatürk portresi de bunlardan biri), bu çemberi tamamlamamıza yardımcı olmakta. Karakol basıldıktan sonra çatışmadan iki-üç asker sağ çıkar. Biri diğer komutanlardan (ironik bir şekilde ismi Barış), yerde yaralı yatan bir gerillaya ateş etmek için nişan alır, fakat vurmaz. Diğer asker, yerde duran Atatürk büstünü kaldırır, kucağına alır, yerine koymak için bayrağın olduğu yere gelir, oraya oturur, diğer komutan da onun yanına gelip oturur. Arkada, büstün ayaklığında yazan yazı göze çarpar: “Ne Mutlu Türküm Diyene!”

Latince kökenli militarizm, etimolojik olarak ‘askerlik ve savaşla ilgili’ anlamına gelen militaris’ten türemiş bir sözcüktür. Politik kullanımında ise, askeriyenin siyasal ve toplumsal hayatta etkin rol alması anlamına gelir. Elbette, militarizmin sosyopolitik anlamı, askeri garnizonun sınırlarını çoktan aşmış toplumsal yaşama, hatta ev içi yaşama kadar sirayet etmiştir. Yaşanmakta olan sorunların çözümünde şiddet kullanımının meşru görülmesi, hiyerarşinin yüceltilmesi, toplumda emir-komuta ilişkisinin egemen olması, cins ayrımcılığının giderek boyutlanması, cinsel tercihi farklı olanların, azınlıkların ikinci sınıf insan olarak görülmesi, erkek çocuğun doğuştan şiddete eğilimli büyütülmesi ve ev içinde kadına yönelik şiddet gibi günlük yansılara sahiptir. Militarizmin mantığını anlayabilmek için, Napolyon Bonapartın’ın (1762-1821) militarist kesimler arasında bugün hala önemini koruyan şu sözleri önemlidir: “Eninde sonunda devleti yönetmek için asker olmalıdır. Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir… Ben kan döktüm, belki daha da dökeceğim, ama öfkelenmeden ve sadece kan almanın politika hekimliğinde yeri olduğu için… Bir devleti yönetmek için bir sürü yargıç, bir sürü jandarma, bir sürü asker ve bir hayli de para ister.”

Erkek egemen kapitalist devletin faşistleşme sürecinde en etkin ideoloji, her zaman şoven bir milliyetçilik, hatta ırkçılık olmuştur. Sadece devletin yeniden örgütlenmesinde değil, aynı zamanda tüm toplumun yeniden örgütlenmesinde, ailede, fabrikalarda, okullarda milliyetçi, ırkçı, faşist ideoloji hem militarizm tarafından beslenmiş ve hem de militarizm için gerekli olan toplumsal altyapıyı hazırlamıştır. Bu ideoloji kitlelerin politik ilgilerinin bir noktada odaklanmasını sağlarken aynı zamanda faşizmin ihtiyaç duyduğu yayılmacı emellere uygun militer bir toplum zeminini de oluşturmuş olur. Tüm toplum faşist ideoloji ekseninde askeri bir biçimde örgütlenir.

Katharsis, seyircinin deşarj yoluyla zararlı olabilecek itkilerinden arındırılmasını sağlar. Aristoteles için, katharsis yararlı bir deneyimdir; seyirci katharsis yoluyla site yaşamına, dengeli ve iyi bir vatandaş olarak döner. Nazi Almanya’sının Propaganda Bakanı Goebbels 1933’te politika “en yüce ve en kapsamlı sanattır ve modern Alman politikasını biçimlendiren bizler kendimizi sanatçılar gibi hissediyoruz…. sanatın ve sanatçıların görevi biçimlendirmek, şekil vermek, hastalığı kovmak ve sağlık için özgürlüğü yaratmaktır” demişti. Dikkat ederseniz Goebels’in politika için söylediği ile Aristoteles’in tragedyanın işlevi için söylediği şey birbirine ne kadar yakın. “Nefes/Vatan Sağolsun” adlı film de bu eksene oturmakta. Nitekim film ekibinin çabaları, ordunun en üst makamları tarafından takdir edilmeyi hak etmiş bile; silah arkadaşları ile birlikte filmi izledikten sonra film ekibini kutlayan Orgeneral Başbuğ, “İleride aynı grubun operasyonel, kapsamlı bir film çevirebilmesini arzu ederim… İyi hazırlanmışlar, çok uğraşmışlar. Bunun devamını isteriz.” demiş.

Her ne kadar Aristoteles’ten beri süregelen dramatik örgü ve kişiselleştirmeden mahrum olduğunu söylesek de, daha önce de söylediğim gibi bir-iki ufak dokunuştan öteye geçmiyor yönetmenin yaptığı. Daha çok ajit-prop denilen türün temel özelliğini kullanmış olduğunu görüyoruz. Ajit-prop, gösterimin kendisiyle değil, seyircinin üzerinde yarattığı etkiyle ilgilenir. Tiyatroda Erwin Piscator, iki dünya savaşı arasında güçlenen ve etkisini halen sürdüren siyasal amaçlı tiyatro düşüncesinin ilk kuramcısıdır. Piscator, ilk dönemlerinde tiyatroyu kitleleri harekete geçirecek bir etki yaratması için bir araç olarak kullanmıştır. Tiyatronun araç olarak taşıması gereken nitelikleri üzerinde durulmuştur. Bu nitelikler bir silahta bulunması gerekenlerdir. Sinemada ise, Nazi Almanya’sında Leni Riefenstahl’ın yönettiği altı filmden dördünün Nazi hükümeti için yapılmış ve hükümet tarafından desteklenen filmler oluyor oluşu, Susan Sontag’ın “Büyüleyen Faşizm” adlı makalesinde dillendirdiği gibi, “faşist estetik”in ilk örnekleri olmuştur. Makalede faşist estetik için şunları söyleyecektir Sontag: “Bu estetik; kontrol alanlarını, itaatkar davranışı ve aşırı çabayı düşünmekle dopdoludur ve bunları haklılaştırır: Görünüşte birbirine zıt iki durum olan ego düşkünlüğü ile kulluğu yüceltir. Egemenlik ile bağımlılık ilişkileri karakteristik aşırı tören biçimini alır: İnsanların gruplar halinde toplanması; insanların şeylere dönüşmesi; şeylerin ve insan/şey gruplarının her şeye kadir hipnotik lider ya da güç etrafında toplanmaları. Faşist dramaturji büyük güçler ile kuklaları arasındaki ilişkilere odaklanır. Koreografisi durmaksızın hareket ile donmuş, statik, “eril” duruş arasında gider gelir. Faşist sanat boyun eğmeyi yüceltir; akılsızlığı över; ölümü çekici hale getirir.”(1)

Bertolt Brecht’in kendi tiyatrosunun poetikasını oluştururken, Aristotelesçi dram yapısında yer alan, “hakim estetiğin temel desteği” olan “özdeşleşme”nin politik olumsuz sonuçlarını “Faşizmin Teatralliği” adlı makalesinde şöyle dile getirmiştir: “Özellikle, cinayetlerini hazırlayan ya da doğrulayan o büyük söylevlerine nasıl canlılık kazandırdığını inceleyelim. Görüyorsun halkı kendisiyle özdeşleşmeye ve ‘evet, biz de öyle davranırdık, tıpkı senin gibi’ demeye sürüklemek istediği yerde incelemeliyiz onu. Kısacası, insan olarak göründüğü ve eylemlerinin yalnızca insana özgü eylemler olduğuna inandırmaya çalıştığı yerde, dolayısıyla halkı, kendisini içgüdüsel ve duygusal olarak onaylatmaya ve alkışlatmaya zorlamak istediği yerde incelemeliyiz onu. Ya… Çok ilginç bir tiyatro.”(2)

Futbol fanatikliğinden (Fenerbahçe-Galatasaray derbisi sonrasında yaşanan olaylara göz atmak yeterli: Üzerinde kendi takımının forması olan bir “kadın” futbolseverin karşı takımın taraftarları/holiganları olan 10-15 “erkek”in yanından geçerken kadına toplu halde saldırmalarından, su şişesi fırlatmaları, sözlü hakaretleri…), sokaktaki “linç” kültürüne; internetteki ve ana-akım medyada yer alan “savaş” çığırtkanlığından pornografiye, cinsel fantezilere (Akşam gazetesi yazarı Serdar Turgut’un Kürt sanatçı Rojin’i seks kölesi yapma arzusu), Kuzey Irak’tan Türkiye’ye giriş yapan Barış grubunun gelmesiyle toplumun büyük kesiminde yer alan öfkeye ve korkuya (bir arkadaşımın işyerinde yaşadığı trajikomik durum buna bir örnek olabilir. 34 kişilik Barış grubunun geldiği gün, orada geçen tabirle “terörist”lerin şehirlere inip katliam yapacaklarını söylemeleri ve ardından internetten silah siparişi vermeleri…), daha öncesinde orduyu göreve çağıran “Türk Solu” adlı ulusalcı-faşizan derginin sloganlarına (“Dağa çıkanı da, dağa çıkartanı da dağdan indireni de, hepsini asacağız!”) kadar toplumun bütün kesimine sirayet etmiş olan erkek egemen, militarist, milliyetçi, ırkçı, heteroseksist ve faşizan dalgayı şiddetlendirmekten başka hiçbir amacının olmadığı aşikar olan “Nefes/Vatan Sağolsun” filmi diyalogları, kamera kullanımı, müziği ve kurgusuyla seyircide özdeşleşme duygusunu yaratarak fakat biraz da uzak durarak (hem seyirci de özdeşleşme yaratılmak istenirken hem de özdeşleşmesi istenmez; çünkü, özdeşleşme seyirciyi kışkırtmak, ajite etmek gibi emellere engel olur; film, seyirciyi hikayenin içine çekmek için özdeşleşmeden yararlanır, fakat asıl amacı kitleleri harekete geçirmek için seyircilerin duygularını ajite etmektir) “faşist estetik”in örnekleri arasına girmeye hak kazanmıştır.

Notlar:

* İnan Gündoğdu: Ankara Üniversitesi, D.T.C.F. Tiyatro Bölümü.

1) Sinema, İdeoloji, Politika; Sinemasal Yazılar 1. Susan Sontag. “Büyüleyen Faşizm”, çev.: Ertan Yılmaz. (Ankara: Orient Yayıncılık/Nirengi Kitap Dizisi: 2, 2008), s. 216-217 .

2) Bertolt Brecht, Hurda Alımı, çev.: Yaşar İlksavaş. (İstanbul: Günebakan Yayıncılık, 1977), s. 41.