42. Selanik Film Festivali’nin Ardından
Seray Genç /
9-18 Kasım 2001 tarihleri arasında düzenlenen bu yılki festivalde ilgimizi Balkan ve Yeni Arjantin sineması üzerine yoğunlaştırdık. Selanik Festivali, İstanbul’dakiyle karşılaştırıldığında daha kısa süreli olduğundan ve daha fazla film gösterildiğinden dolayı belli konularda odaklanmazsanız filmler bir süre sonra birbirlerini tekrar eder hale gelmekte; bu da bir yorgunluk üretebilmektedir. Tabi ki böylesine bir tehlike, İstanbul festivali için de, doğası gereği diğer tüm festivaller için de geçerli. Alternatif yapımlara, sinemayla ilişkilerini bir gönül bağı üzerinden tarif eden sinemacılara değer vermesi Selanik Film Festivali’nin önemli bir özelliğini oluşturuyor. MKM sinema biriminin ürünü Fotoğraf’ın uluslararası yarışmada yer aldığını belirtirsek ne demek istediğimizi daha iyi anlatmış olacağız.
Fotoğraf filmini ses ve görüntü kalitesi açısından daha iyi koşullarda izlemek, arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak adına tekrar izliyoruz. Film bittiğinde yapılan söyleşiye tüm salon katılıyor gibi. Salonu çok az seyirci terkediyor. Antik bir tiyatroyu, odeonu andıran bu salondaki tartışma kimi zaman bu benzetmeye uygun olarak soru cevap biçiminden çıkarak salonun birbiriyle tartıştığı bir hal alıyor. Fotoğrafın gösterimleri bizim için Yunanlı seyircinin Türkiye’ye ve Kürt sorununa bakışını öğrenmek konusunda önemli veriler sundu. Film gösterimi sonrasında yapılan tartışmalara seyircinin büyük çoğunluğu katılırken, -filmin kapalı yapısı gereği- pek çok noktanın açıklanması ihtiyacı doğdu. Filmde Faruk’un asker, Ali’nin gerilla olması bu gerçekliğin uzağındaki seyirciler için yeterince anlaşılır olmayabiliyor. Yönetmen Kazım Öz’le bunu konuştuğumuzda iki karakterin birlikte yaptığı yolculuk sırasında yakın plana yer verdiklerini; sonrasında, özellikle Faruk’un orduya katılmasında, bireylerin belli yapıların parçası haline gelmelerini vermek amacıyla genel çekimleri tercih ettiklerini söyledi.
Film tartışmaları sırasında yöneltilen diğer bir soru da bu filmin nasıl çekildiği, filmin yapımında bulunan insanların nasıl olup da serbestçe dolaştığı ve Selanik’e gelebildikleri üzerineydi. Ne yazık ki yurtdışına giden her solcunun yapmak zorunda kaldığı gibi Fotoğraf ekibi de Türkiye’de mücadele ve-rilebileceğini, bunun illaki illegal bir zeminde olması gerekmediğini bir kez daha anlatmak zorunda kaldı.
Arjantin sineması son yıllarda yeni kuşak sinemacıların ürünleriyle bir verimlilik yaşıyor. Çoğu 30’lu yaşlarında olan ve ilk filmlerini çekmiş, yönetmenlerin ürünleri çeşitli festivallerde “Yeni Arjantin Sineması” başlığıyla gösteriliyor. Hem Latin Amerika’nın anti-emperyalist mücadele tarihini hem de bu mücadeleyi sinemalarına içermiş yönetmenlerini kendine referans almaktan uzak yeni kuşağın filmleri, ironik bir biçimde, Amerikan emperyalizminin teslim aldığı ülkenin halini gözler önüne seriyor. Her yerde Amerikan dolarlarının hakim olduğu yeni Arjantin bize hiç uzak değil. Pek çok iş geçici, sosyal güvenliğin lafı bile edilmiyor.
Arjantin sinemasından Pizza Bira ve Duman (Pizza, Birra y Faso) 3 yönetmenin ortak çektiği bir film. Yönetmenlerinden Israel Adrian Caetano Bolivya filminin de yönetmeni. Bu iki filmin, son dönem Arjantin sinemasının diğer örneklerinden farklılıklaştığını, öne çıktıklarını söylemek mümkündür. Pizza Bira ve Duman’da işsiz, yaşamlarını küçük üçkağıtlarla kazanan bir grup genç kendi patronları olmaya karar vererek trajik bir sona varan hayatlarındaki büyük oyunu oynamaya karar veriyorlar. İşsizliğin, parasızlığın ve güven-sizliğin hakim olduğu bu gençlerin yaşam alanları gün geçtikçe daralmaktadır. Bugün Türkiye’de daha sıcak bir gündem olan Arjantin’in ekonomik, siyasal ve sosyal krizinden genç insan manzaralarının yer aldığı film 1997 yılında çekilmiş.
Bolivya filminde bu kez bize Arjantin denince yabancı gelebilecek milliyetçilik konu ediliyordu. Bolivya’da çalıştığı tarlalar Amerikan askerleri tarafından yakılınca bir zamanlar yabancıları dostça karşılayan bir şehir olan Buenos Aires’e göç etmek zorunda kalan Freddy, küçük bir kafede aşçı olarak iş bulacaktır. Bu ülkede tek dostu yine aynı lokantada garson olarak çalışan Paraguaylı Rosa’dır. Freddy, Arjantin’de diğer Latin Amerika ülkelerinden aldığı göçle birlikte yükselen milliyetçiliğin kurbanı olacaktır.
Festival filmleri arasında kendini hemen belli eden Köpek Günleri’nin (Hundstage) yönetmeni Ulrich Seidl’a sınırlarınızı aştığınızı düşünmüyor musunuz diye sorulduğunda; Seidl “Bir sınır mı var?” diye sorar. Köpek Günleri deyimi yazın en sıcak, en yapışkan günleri için kullanılıyor. Filme bakıldığında başka anlamlarda, insanlığın bugünkü haline dair de kullanılabileceğini düşünmek mümkün. Avusturyalı yönetmen, Viyana’nın çevresindeki hipermarketler, otoyola bağlanan çevre yollar ve birbirine benzeyen yeni yapılmış banliyö evler arasında geçen, birbiriyle çakışan 6 öyküyü anlatıyor. Perdeye yansıttığı yaşamlar gibi parçalı, nedenselliğe dayalı olmayan bir dramatik yapı ve kendi başına insanlık hallerine dair soyutlamalar içerebilen çekimler aracılığıyla yalnızlık, yabancılaşma, şiddet ve aklı kaybetmenin eşiğinde olmak anlatılıyor. Kimi film yazarlarının dediği gibi Ulrich Seidl’ın Hundstage’si Haneke’nin bıraktığı noktada başlıyor.
Festivalin aralarında Nuri Bilge Ceylan’ın, Arjantinli film eleştirmeni Edoardo Antin’in, geçen sene yarışmada birincilik alan ve yine Avrupa’da göçmenlik konusunu işleyen “Last Resort” filminin yönetmeni Pavel Pawlikowski’nin de yer aldığı uluslararası yarışma jürisi ödülleri verirken bizim önemli bulduğumuz ve burada özetleyeceğimiz şu açıklamayı yaptı: Genç ve yeni yönetmenlerin yaptıkları bu filmleri izlerken, dünyanın bir alt üst oluş sürecinden geçisini yansıtan sürgünlük, yerinden edilme/yer değiştirme ve politik ayrışmalar gibi belli temalar, özellikle Türkiye’den Fotoğraf, İtalya’dan Eve Dönerken (Tornando a Casa), ve Fransa’dan L’Afrance’da gerçekten iyi ifade edilmişlerdir. Tüm filmlerde yönetmenlerin film konularına olan tutkusu hissedilebilir, başarılı oyunculuklar görülebilir. Genel olarak içeriğin biçimden daha güçlü olduğu ve şiirsel bir dilin/sinemanın eksikliğinin olduğunu söyleyebiliriz. Tam olarak günümüz toplumunu yansıtır biçimde erkek karakterlerin çoğu güçsüz, sorumsuz veya alkolik iken kadın karakterler ateşli, zeki ve aşkla doludurlar…
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.)