Eleştirmenlere Sorular 1: Rekin Teksoy
Film Ekibi /
Uzunca bir süredir üzerinde çalıştığınızı bildiğimiz “Dünya Sinema Tarihi” projenizden bahsederek başlayalım isterseniz.
Sinema tarihi projesi şu: Sinema 20. yy’ın iki önemli buluşundan biri. Diğeri de atomun parçalanması. Sinema iletişim alanında bir devrime yol açtı ve bu televizyonla devam etti. Kısa süre içinde, yedinci sanat niteliğini kazandı. Bunun sakıncalı bir yanı var, çok çabuk tüketiliyor. Yani filmler görülüyor sonra da kayboluyor. Filmlerin bir merkezde toplandığı ülkeler dışında sinemanın geçmişiyle temas etmek çok zor. Tabii kişisel çabalarımız haricinde. Sinema tarihinin, sinema geçmişinin bilinmediğini gözlemliyorum. Öğrencilerimden, derslerimden edindiğim izlenim bu. Sinemalarda oynatılan filmleri veya kendi geçmişleriyle orantılı olarak gördükleri filmleri biliyorlar. Ama sinema tarihini ve sinemanın en birincil yönlerini bilmiyorlar. Sinema tarihi yazmaya kalkışmamın bir nedeni bu. Diğer bir neden de en azından sinema okumak isteyenlere, iletişim fakültesi öğrencilerine, ayrıca da sinemayı merak edenlere, sinemayı ciddiye alanlara sinemanın geçmişinden bir bilgi kaynağı sunmak. Sinema tarihi nasıl yazılır? Sinema tarihiyle dünya tarihi, siyasi tarih iç içe geçirilerek yazılır. Yani soyut bir sinema tarihi değil, sinemanın geliştiği yıllarda, geliştiği ülkelerde siyasi olayları, o yıllarda o ülkede sinemanın nasıl bir gelişme gösterdiğini vererek. Nazizmi yazmadan Nazi Almanyası’ndaki sinemadan söz edemezsin. Faşizmden söz etmeden Mussolini sinemasından söz edemezsiniz. Sovyet devriminden söz etmeden sessiz Sovyet sinemasından söz edemezsiniz. Türkiye’deki 27 Mayıs’tan söz etmeden de yahut daha sonraki siyasi olaylardan söz etmeden de Türkiye’deki sinemadan söz edemezsiniz. Yani bunları yan yana verirseniz sinemanın o ülkede o tarihte niçin öyle olduğu daha iyi anlaşılır. Kaynaklara ulaşma ve kaynaklar arasındaki çelişkileri çözme sorunumuz var. Bunları yaptıktan sonra sizin bakışınıza, değerlendirme ve ölçütlerinize göre okura neleri vermek istiyorsanız onları verirsiniz. Yani şunları söylemek istiyorum. Ben kitapta şunları şunları aradım bulamadım diyenler olacağı gibi, ben kitapta şunlarla ilk defa karşılaştım diyenler de olabilecektir. Ayrıca tarih yazarının da yansız olabileceğini düşünmüyorum. Kendi bakışına göre yazar. Dolayısıyla kitabın içindeki seçimler de yargılar da benim değerlendirmem.
Bu soruya cevap vermek zor. Bittiğinde çıkacak. Üç yıldır çalışıyorum. Bitmesine de çok kalmadı zannediyorum. 2004 İstanbul Film Festivali’nde çıkmış olur.
Esas konumuza geçebiliriz. Günümüzde, Hollywood egemenliği altında ulusal sinemaları ve sinemamızı nasıl görüyorsunuz?
Çok geniş sordunuz. Sinemayı 1920’den bu yana ticari bir olgu olarak ele aldığımızda, sinemanın Hollywood egemenliğinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda kültürel bir egemenlik bu. Avrupa sineması kendi kültürünü korumak için büyük bir çaba gösteriyor. Bizim sinemamıza gelirseniz. Şu anda Türkiye’de parlak bir dönem yaşanıyor. Üretim açısından da öyle. Seyirciyle de örtüşen filmler yapabiliyorlar. Herhalde çok büyük paralar dönüyordur. Kaçış sineması ağırlıklı üretim yapılıyor. Bu kaçış sineması ağırlıklı sinemanın içinden, zaman zaman deyim yerindeyse kaçamaklar yapmaya çalışan, zaman zaman sürüden ayrılmaya kalkan örnekler de var. Pek çoğu sürüden ayrılma çizgisinden pek çabuk vazgeçti. İşte bir Yılmaz Güney örneği var. Sonra televizyonun etkisiyle seyirciler salonlardan uzaklaştı; sinema riskli bir yatırım olmaya başladığı için yapımcılar da paralarını çekti. Azaldı, azaldı. Üretim sayısı 8-10’a düştü. Aslında bu sağlıksız bir olgu değil. Çünkü Türkiye’nin şu kadar film üretmesi gerekir diye bir kural yok. 10 film de yeter Türkiye’ye. İyi 10 film üretiyorsa bu çok iyi. Hatta bu son birkaç yıla bakacak olursak üretilen filmler içinde sinema sanatı kavramıyla bağdaşır nitelikte olan filmlerin sayısı küçümsenecek kadar az değil. Yeni insanlar geliyor, düşünen insanlar, sinema seven insanlar. Aynı zamanda yetenekli insanlar filmler yapıyorlar. Hepsinin seyirciyle büyük bir dirsek teması sağladığını söyleyemem, ama içlerinden kimileri etkinliklerini sürdürmeye devam ettiğine göre, bu sınırlı dirsek teması bile üretimlerini sürdürmeye yetiyor. Türk sinemasının geleceğinden umutluyum. Çünkü yeni insanların katılması çok önemli. Bu insanlar arasında da umut veren yönetmenler var. İsim vermemi istiyorsanız: Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Semih Kaplanoğlu ve adlarını anımsayamadığım yönetmenler. Bunlar son 10 yılın yönetmenleri ama hepsi filmlerinde sinema sanatına saygılı bir çizgi izlediler. Demek ki ileride de aynı çizgiyi sürdürecekler. Bu sayı çoğalıyor, çoğalacaktır da. Vurdulu kırdılı, Matrix gibi, Harry Porter gibi Amerikan filmlerinin çok büyük bir ağırlık taşıdığı bir ortamda böyle genç insanların çıkabilmesi şaşırtıcı. Neyin ne olduğunu ayırt edebiliyorlar. Başka türlü sinemalar yapabiliyorlar. Yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerdeki sinema ortamlarıyla da bağlantı kurabiliyorlar. Ben bu konuda iyimserim. 10 yıl sonra daha olumlu bir noktada olacağımızı düşünüyorum. Çünkü 10 yıl önceden daha iyi bir yerdeyiz.
Baskın sinema kültürü Hollywood iken, sinema sektörünün sorunları sürekli olarak sektörün azlığı ya da yapımcı yokluğu ile tarif edilmemeli. Bu insanlar sektörden gelmiyorlar zaten. Ya da sektörle bir alakaları yok. Kendi sinemalarını yapmak üzere yola çıktılar.
Sektör yok zaten. Sektör ne demek? İthalatçılar var, sinema salonu işletmecileri var, bir de bireysel olarak film yapanlar var. Bu insanların bir bölümü kendi filmlerinin yapımcılığını da yapıyorlar. Dolayısıyla sinema terminolojisinde yer alan yapımcı-prodüktör yok Türkiye’de. Her yıl 8-10 film yapan, çeviren, gösteren insanlar yapımcı sıfatını hak ediyor. Yönetmenler yapacakları filmin parasal kaynaklarını bulmaya çalışıyorlar.
Hiçbiri Atıf Yılmaz’ın ya da başka birinin asistanlığını yaparak gelmedi.
Tabii, bunu hiçbir zaman unutmayın. Sinemada hiç kimse başkasının asistanlığını yaparak gelmek zorunda değil. Birçok ünlü sinemacı sete girmiş sinemacı olmuştur. Hatta bir Fransız sinemacı der ki: “Film çekmek için iki gün bir sinema setinde bulunun, biraz aklınız yatıyorsa siz de yönetmen olursunuz.” Dediği doğrudur. Kafasında biçimlendirmişse, ufak tefek teknik bilgilere ihtiyacı vardır. Yönetmen olmak için yüzlerce sinema tarihi kitabı okumak, yıllarca sinema tekniği üzerine eğitim almak şart değil. Şiir, roman yazmak gibidir. İçinizden geliyorsa yazarsınız, film de çekersiniz. Dediğimiz gibi hiçbirinin çıraklık dönemi yok. Çıraklık yapmadan geliyorlar. Çok da başarılı sonuçlar alıyorlar. Tabi çıraklık yaparak gelenler de olabilir. Ama çıraklık yapma olanağı da yok. Üretim yok ki.
Söylediğiniz isimlerin karşısında başka isimler var. Özellikle Hollywood tarafından biçimlendirilmiş olanlar.
Evet bu da doğal. Hayat çok renklidir. Nasıl söyleyeyim. Eskiden “yüksek kaldırımda meyve resmi yapılır” derdik. Sonradan görmeler evlerini döşerken, evlerine resim de asmak gereği duyduklarında kavun karpuz resmi yapan tabela ressamları vardı, bunların resimlerini alıp evlerine asarlardı. Dolayısıyla piyasada buna da ihtiyaç var. Ben natürmortları küçümsemiyorum, ama böyle derdik. Matrix’e gideceklerine Türk filmlerine gitsinler diyorum. Yani para bizde kalsın. Sinemanın %90’ı tüketim filmidir. Bir dönemin sosyalist ülkelerine bakarsanız onların da bir bölümü tüketim filmiydi. Dolayısıyla Türkiye’de de böyle bir durumun olması doğaldır. Hatta berekettir.
Nuri Bilge Ceylan’ın filmini 20 bin kişi izledi. Bir taraftan önemli, ama diğer taraftan daha fazla olmalıydı.
Az kişinin seyretmiş olması filmden bir şey eksiltmez. Sinema tarihi böyledir. Bazı filmler çok iyidir ama sizin seyirciniz henüz o filmin iyi film olduğunu algılayacak düzeyde değildir. Ben Nuri Bilge Ceylan’dan bahsettiğiniz için söylüyorum. Onun filmlerini anlayacak seyircinin 20 bin ile sınırlı olduğunu sanmıyorum. Çok daha fazladır. Galiba o bağlantı kurulamıyor henüz. Yani dağıtım olanakları, seyirciye yer sunma olanakları gibi. O filme Lütfi Kırdar salonunda bir gala yaparsanız, o filmin de seyircisi 20 binden belki 40 bine 200 bine fırlayabilir. Ama bu filmlerin özelliği de biraz daha sınırlı sayıda seyirciyle buluşmasıdır. Mühim olan o 20 binlik seyircinin çoğalmasını sağlamaktır. Nasıl? Bilinçlendirerek, geçmişini bilerek. Türkçe’de sinema tarihi yok. Öğrenciler dil bilmiyorsa bilgiye ulaşamıyor. Alman dışavurumculuğunu, İtalyan yeni gerçekçiliğini, Sovyet gerçekçiliğini, Fransız şiirsel gerçekçiliğini bilmiyorlar. Erişme olanakları da yok. Meraklı bir kesim var bunları öğrenmek isteyen. Mesela Türsak’ta sinema seminerleri yapıyoruz. Salon 50 kişilik olduğu için 50 kişiyle sınırlıyoruz. Bu derslerin amacı gelenlere sinema kültürlerini artıracak bilgiler vermek. Bu kişiler sinemacı çıkacak değil tabii, oraya gelenler de sinemacı olmaya gelmiyorlar. Başvurulara bakıyorum. Dişçi, muhasebeci, işletmeci, mühendis, bankacı olanlar var. Tatil günlerini feda ederek geliyorlar. Sinema tarihi, hatta ışık gibi biraz da teknik konularda ders alıyorlar. Geçen gün bir hanımefendi geldi. Bayağı yaşlı, hatta sokağa çıkmaya zorlanacak kadar yaşlı. Çok hoşuma gitti. Tabii gençler de var. Demek istediğim böyle bir kitle de var. Sizin yapacağınız şey bu kitlenin genişlemesini sağlamak. Bir de filmleri nasıl değerlendirecekler? Hangi filme gidecekler? Hatta sinema tarihindeki bazı filmleri bilirlerse daha sağlıklı olur.
Eleştirinin ve eleştirmenin rolünü nasıl değerlendireceğiz? Eskiden bu konuda bir yönlendiricilik daha geçerliydi sanırım. Geçmişe göre günümüze baktığımızda ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri demeyeyim de gazetelerde sinema tanıtım yazıları çıkıyor. Dünyanın her tarafında da böyledir. Ciddi bir eleştiri, daha ayrıntılı bir eleştiri sinema dergilerinde yer alır. Bu tanıtım yazılarında benim gözlemim, çoğu genç kuşaktan, ki öyle olması çok doğal, yaptıkları değerlendirmelerde bir yapıtı neye göre değerlendirdiklerini anlamak mümkün olmuyor; yani kriterleri yok, bir dünya görüşleri yok. En azından yazılarından, bu insanların bir dünya görüşünden yola çıkarak bir değerlendirme yapmadıklarını görüyoruz. Böyle olunca aynı eleştirmen Ken Loach‘un filmini de övebiliyor, Matriks’i de. İki karşıt ürünü aynı kefeye koyabilmesini anlamıyorum. Eleştirinin okur üzerinde ne etkisi var onu da bilmiyorum. Eskiden vardı. Tunca’nın (Tunca Okan) gazetede eleştiri yazılarını başlattığı dönemde okurlar Tuncan ne demiş diye bakıyorlardı. O dönem geçti. Şimdi okurların eleştirinin etkisiyle filme gittiklerini sanmıyorum. Hatta sağda solda falanca beğenmiş ben gitmem o zaman gibi işi şakaya vurduklarını görüyorum. Gerçi aynı görüşü paylaşmaları gerekmiyor. Ama bir eleştirmenin yazıları arasında hep aynı çizgiyi izlemesi, eleştirilerinin bir tutarlılığının olması gerekiyor. Benim gözlemim fazla hoşgörü ve sanatseverlik kaygısıyla iki karşıt filmi de beğenebiliyorlar. Böyle olmaması gerekir diye düşünüyorum.
Eleştirinin ciddi bir saygı sorunu olduğunu düşünüyoruz Eleştirmenlere ciddi bir saldırı var ve bu meşru görünüyor. Asıl sıkıntı 1980 sonrası başladı gibi görünüyor. Kriterler önemsizleşmeye, eleştiri yazıları daha öznelleşmeye ve tanıtıma indirgenmeye başladı. Nesnelliğin de etkisi oldu. Eleştirmenlerin kendilerini silahsız bıraktıkları ve önemsizleştikleri de söylenebilir. Eskiden sahip oldukları dünya görüşünü kenara iterek kendileri farklılaştılar.
O tarihlerden bu yana yeni isimler geldi. Benim demin değindiğim yargının nesneleri daha ziyade 80 sonrasının kalemleridir. Kuşaklar değişiyor.
Ama eski kalemler de farklılaştı.
Eski kalem kalmadı. 1960’dan 1970’den beri yazan eleştirmen olarak Atilla Dorsay’dan başkası aklıma gelmiyor
Tüketim yazılarından bahsettiniz; sinema yazınında da benzer bir tüketicilik üretilmeye başlandı.
Ne kadar anlaşılmaz yazarlarsa o kadar iyi yazdıklarını düşünüyorlar. Bir ara ikinci yeni şiirinde de anlaşılmazlık bir erdem gibi sunulurdu. Bir gazetede yer alan yazıyla dergide yer alan yazı ayrıdır. Gazetede film tanıtıyorsanız başka bir formatla yazmak lazım. Öyle örnekler gözüme ilişiyor ki baştan sona kadar okuyacak, sabırlı okur sayısının çok az olduğunu zannediyorum. Eleştirmenin görevi açık seçik aktarmak, yönlendirmektir. Türkçe buna oldukça yatkındır. Her dil yatkındır; fakat süsleyerek, soyutlayarak yazdığınızda kendi kendini tatminin ötesinde bir şey olamaz. Eski kuşaklar kayboluyor zaten. Doğanın yasası. Ben elli sene önce eleştiri yazıları yazardım. “Yön”e fi lan ama amatör olarak. Her işimi amatör olarak yaparım. Amatör derken, amatör heyecanıyla.
Teşekkür ederiz.
* Söyleşiden sonra yayınlanmış olan Rekin Teksoy’un Dünya Sinema Tarihi kitabının değerlendirmesini sitemizde bulabilirsiniz.