Eleştirmenlere Sorular 2: Umberto Rossi
Film Ekibi /
İlk olarak okuyucularımız için kendinizi tanıtmanızı istiyoruz.
Şu anda nerelerde yazıyorsunuz?
L’Unita isimli bir gazetede yazıyorum. Daha önce, komünist partisinin gazetesiydi. Aynı zamanda bölgesel bir TV kanalının eleştirmeniyim. İki web sitesinde de yazıyorum. Bir tanesi benim kişisel sayfam, diğeri de genel bir site. Bir de Cine Forum isimli radyoda iletişim sorunları üzerine programlar hazırlıyorum. Radyonun yönetmeni Francesco Mazelli.
L’Unita’nın büyük ve iyi bir film arşivi olduğunu biliyoruz.
Evet. Doğru. İlk ve en büyük video kaset arşivine sahipti. Video kasetler gazete ile satılırdı. O dönemde okuyucu sayısı oldukça yüksekti. Fakat bu operasyonun maliyeti gelirinden biraz fazlaydı. Zarar etmiyordu, ama düşünüldüğü kadar kar da etmiyordu. Diğer sorunlarla birleşince gazete başarısızlığa uğradı. İki yıl önce gazete kapandı. On ay kapalı kaldı. Yeni bir editör geldi, farklı bir formata büründü. Daha önce komünist partisinin resmi gazetesiydi. Şimdi gazete özel bir şirkete ait. Fakat parlamenter grubunun resmi organı. Dediğim gibi önceden farklıydı. Bizim için bu aynı şey değil. Çünkü komünist partisi gazetenin içeriğine karar veriyordu. Parlamenter grubun böyle bir hakkı yok. Çünkü gazete özel birine ait. Kapanmadan önce tirajı 45 bindi, yeniden açıldığında 30 bin oldu; şimdi ise 70 bin.
Genel olarak, İtalyan sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? Hollywood’un ulusal üretimi dönüştürmedeki etkileri ne oldu? Ayrıca Berlusconi’nin de bir tekel olduğunu biliyoruz.
Berlusconi sadece TV’de değil, sinemada da tekel. Onun sahibi olduğu Medusa şirketi sinemada en önemli şirket. İtalya pazarı Amerikan dağıtım şirketleri ve Berlusconi arasında paylaşıldı. Diğer dağıtım şirketleri resmi olarak var, ama pratik olarak yoklar. Eğer bir filmi dağıtacaklarsa, Amerikan şirketleri ya da Berlusconi ile bir anlaşma yapmak zorunda kalıyorlar. Üretimde de durum böyle. Ama biraz daha karmaşık. İtalya’da son dönemde yılda yaklaşık 100 film çekiliyor. Bu filmlerden sadece 15’i gerçekten dağıtılıyor. Geri kalan 15’i de on sinemada gösterime çıkabiliyor. Yarısı ise dağıtıma giremiyor. Filmler devletin parası ile çekiliyor. Devlet sinemaya büyük miktarlarda para veriyor. Önceki Kültür Bakanı, video kaset projesini üreten L’Unita’nın başında olan adamdı. Sinemaya büyük bir kaynak aktardı. Sorun şu: Yapımcılar parayı alıyor ve bu parayla filmleri bitiriyor. Bu durumda, yapımcının filmi dağıtmasına gerek kalmıyor, çünkü dağıtımdan bir çıkarı olmuyor. Neden dağıtayım diyor. Umursamıyorlar. Bu önemli bir sorun, çünkü sinemayı izleyicilerden koparıyorlar. Berlusconi ile hükümet sinemanın finanse edildiği sistemi tamamıyla değiştirmeye karar verdi. İzleyicilerin sevdiği filmleri destekleyecekler. Yani, parayı tamamen ticari filmlere verecekler. Bu sistem bu yıl başladı. İtalyan sineması birçok zorluğu yaşıyor. Pazarda baskın olan Amerikalılar. Son rakamlara göre tüm pazarın %70’i Amerikalıların elinde. İtalyan sinemasının payı %28, geriye kalan %2 ise diğer ülke sinemalarına ait. Bu %28’e baktığımızda, bunlar içindeki beş film, bu yüzdedeki toplam hasılatın %90’ınına sahip oluyor. Yani bu beş film İtalyan sineması oluyor. Ama yıllık yüz tane film çekiliyor. Geriye kalan 95’i çok az kazanıyor ya da hiç kazanmıyor. Bu beş film arasında önemli filmler de olabiliyor. Benigni’nin Hayat Güzeldir filmi gibi. Bazıları da çok akıllıca çekilmiş komedi filmleri. Örneğin Mucino’nun filmleri var. Mucino, yapımcıların çok sevdiği genç bir yönetmen. Beş film çekti. Ve tüm filmlerinde de kendi yaşının durumlarını anlatıyor. Yirmi yaşındayken filmi de yirmi yaş ile ilgiliydi. Filmleri çok iyi iş yapıyor. Çok zekice çekilen filmler. Biraz toplumsallık, biraz seks, biraz eşcinsellik sorunları… Ama toplamı oldukça muhafazakar. Bu benim görüşüm. Ayrıca bu yıl Ferzan Özpetek’in filmi büyük bir başarı sağladı. Bence filmi oldukça iyi. Özpetek’in tüm filmleri gibi bu da eşcinsellik üzerine. Fakat aynı zamanda Nazi’lerle de ilgili. Oldukça ilginç. Mucino ve Özpetek’in filmi bu yıl toplam gişenin %60’ını yakaladı.
Yüz Adım filminin yönetmenini biliyorsunuz.
Marco Tullio Giordana. Evet, son filmi bu yıl Cannes’da yarışıyor.
Onun bu filmi, büyük İtalyan yönetmenler kuşağını hatırlattı. Politik olarak oldukça güçlü bir filmdi.
Yalnız, Giordana genç kuşaktan değil. Ellili yaşlarda. Orta kuşaktan. İtalyan sinemasında mafya ve savaş öykülerinin anlatıldığı bir dönem oldu. Fakat şu anda, en politik filmin Özpetek’in son filmi olduğunu düşünüyorum. Önceki filmi Cahil Periler de kötü değildi. Bizim için oldukça ilginçti.
Eleştirmenin ve eleştirinin rolü ve görevi hakkında ne düşünüyorsunuz? Eskiden, şu anda olduğundan daha önemliydi.
Hem de inanılmaz.
Bu durumda, eleştiri sinema üzerinde olumlu bir etki yaratabilir mi?
Bunu söylemek çok üzücü ama, şu anda eleştirmenin hiç bir önemi kalmadı. Örneğin Mucino’yu düşünün. Tüm eleştirmenler ona karşı. Ama o takmıyor bile. Bir zamanlar medya ve izleyiciler tarafından eleştirmenler saygı görürdü. Şimdi eleştirmenin saygınlığı kalmadı. Televizyonda eleştiri yok. Televizyon sinemadan sadece olay olarak bahsediyor, bir sanat olarak değil. Televizyonda tanıtılan filmler, özellikle de Amerikan filmleri, “muhteşem, sıradışı, biricik” olarak sunuluyorlar. Çünkü İtalyan Televizyonu reklama dayalı. Televizyon da tamamen reklam satan ajanslara. Bunlar da normal olarak eleştirmenleri ve eleştiriyi sevmiyorlar. Çünkü reklamın mantığı “her şey güzeldir, kötü değildir”. Berlusconi’nin televizyonu tamamen reklama dayalı, ama devlet televizyonu da öyle. Bu durumda sadece filmler değil, müzik de eleştirilemez. Örneğin, Şubat ayında San Remo müzik festivalinin olduğu dönemde, bir hatta boyunca, tüm kanallar, bütün gün bu festival hakkında yayın yaptılar. Ne kadar güzel olduğunu, şarkıların ne kadar muhteşem olduğunu falan söylediler ve bu durum çok sıkıcı oluyor. Televizyonu açamıyorsunuz. Bu süre boyunca tek bir müzik eleştirisi duyulmuyor. Sadece dedikodu ve abartı. Sinema da aynı durumda. Gazeteler de televizyonun peşinden gidiyor. Bir film önemliyse 30 satır ile geçiliyor. Bir kadın yazarın bir köşesi var. İki sayfa boyunca dedikodu yapıyor, ama eleştiri yok.
Sinema dergilerinin durumu nedir?
İtalya’da iki tür sinema dergisi var. Bir tanesi Premiere tarzında.televizyon dergisi; iyi kağıda basılıyor, bol fotoğraflı. Bu da Berlusconi’nin. Diğer dergiler arasında Cine Forum var. Aylık bir dergi ve oldukça da eski. Eleştiriler yayınlıyor. Daha teorik bir dergi. Bunların en çok satanı Cine Forum ve yaklaşık beş bin satıyor.
Eleştiri marjinalleşti. Sadece reklamlar var.
Doğru, fakat sinema kulüpleri yeni bir hareket yarattı. Son üç yıldır -aptal bir yasa yüzünden- sinema salonu açmak serbest. Bu yüzden Amerikalılar geldi ve birden fazla salonun bir arada olduğu kompleksler açıldı. Benim yaşadığım kentte büyük bir sinema kompleksi var ve içinde 11 tane sinema salonu bulunuyor. Tüm izleyiciler buraya gidiyor. Şehir merkezindeki eski sinema bu yüzden kapandı. Bu komplekslere genç insanlar gidiyor, yaşlılar gitmiyor. Filmleri, pop-korn kokusunu sevmiyorlar. Sinema kulübü bu eski salonu aldı ve burada özel gösterimler, tartışmalar yapılmaya başlandı. Genç insanlar pek rağbet etmese de.
Hangi filmleri gösteriyorlar.
Festivalde gösterilen birçok filmi gösterdiler. Örneğin Japonya.
Peki Eurimages tarafından mı destekleniyor?
Hayır, çok az bir devlet desteği görüyor. Gerisini kendileri karşılıyorlar. Çünkü gerçekleştirilebilir bir olay. Örneğin, Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri, oradaki izleyicinin sevebileceği filmlerden olabilir.
Filmleri nasıl sağlıyorlar?
Zaten ufak şirketler tarafından gerçekleştirilen normal bir dağıtım kanalı var. Bu sinema kulübü federasyona bağlı. Bu federasyon küçük paralarla daha çok bu tür filmleri getirmeye başladı. Dublajsız olarak göstermeye çalışılıyor. Deniyorlar. Kabul görmeye başladı.
Festivaller hakkında ne düşünüyorsunuz? Onları nasıl sınıflandırıyorsunuz? Festivaller alternatif bir sinemayı var edebilirler mi?
Ben büyük festivalleri diğerlerinden ayrı tutuyorum. İlk sırada Cannes geliyor. Belki bundan sonra Venedik ya da Berlin gelebilir. Venedik’i daha çok tercih ediyorum. Çünkü daha entelektüel tarafı var. Diğer festivalleri, İstanbul gibi, “kent için festivaller” olarak adlandırıyorum. Buralarda, izleyicilerin belki de hiç göremeyecekleri filmleri izleme şansı oluyor. Çünkü bu filmler dağıtılmıyor. Münih, Torino, Montpellier gibi festivaller, sinemayı seven genç insanlara, başka hiçbir yerde görme olanağı bulamadıkları filmleri gösteriyorlar. Bence bu önemli. Örneğin Japonya gibi bir Meksika filmi normal dağıtım kanalına kolay kolay giremez.
Ama tartışmalar, filmlerin analizi sinema kulüplerinde gerçekleşiyor. Festivaller ise olup bitiyor.
Aynı işi yapmanın iki yolu var. Festival bir olaydır. Bazı festivaller yıl içinde, festival dışında, gösterimlerini tek bir sinemada sürdürüyorlar. Festival zamanında da filmleri beş sinemada gösteriyorlar. Belki bu en iyisi. Festival sadece bir an, sinema kulübü her gün çalışan bir kurum. Bu önemli.
Son olarak Irak işgali hakkında ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyoruz.
İtalyan sineması Irak savaşına karşı çıktı. Francesco Mazelli, Filistin’de bir film çekmişti ve bu film L’Unita ile birlikte satılmıştı. Sorun şu: Eski kuşak çok politize. Sinemadaki yeni kuşak, bunu takmıyor. Para kazanma derdindeler. Irak savaşına karşı en büyük tepkiyi Papa gösterdi. Ben katolik değilim, ama bizim için bu bir şoktu. Bush’a bir mektup yazmaya çalıştı. Bush kabul etmedi. Genç insanlar bazı gösteriler yaptılar. Herkesten, balkonlarına barışı simgeleyen bir bayrak asmaları istendi. Şimdi, birçok şehir bu bayraklarla dolu. Kilise savaşa karşıydı. Papa’yı izliyorlar. Ve Berlusconi savaşı desteklemekle büyük bir hata yaptı. Papa’nın karşısına çıkmış oldu. Papa’nın savaşa karşı çıkacağını hiç düşünmedi.