İranlı Sisyphoslar ve Ülkesiz Şarkılar
Seyed Mortazavi / Yeni Film 37-38
Zaman zaman kendinizi Sisyphos gibi hissettiniz mi hiç? Sisyphos, korkunç işkenceler çekerek, kocaman bir kayayı kollarına, bacaklarına dayayarak iki avucuyla, durmadan bir tepeye doğru itiyor. Ama tepeye varmasına tam da bir adım kala, vardım diye düşünürken, bir güç onu tepenin gerisine itiyor ve kaya aşağıya başladığı yere yuvarlanıyor. O da korkunç işkenceler çekerek, yeniden kocaman kayayı kollarına, bacaklarına dayayarak iki avucuyla, durmadan tepeye doğru itiyor. Ama tepeye varmasına tam da bir adım kala, vardım diye düşünürken, bir güç onu tekrar tepenin gerisine itiyor ve kaya, aşağıya başladığı yere yuvarlanıyor. Ve o da tekrar yeniden…
Sisyphos hikayesi gibi durmadan tekrarlanan bir olayı, ister baştan ister sondan anlat, zorunlu olarak aynı noktaya gelmekten başka çare kalmıyor. Ve her şey tekrarlanırken aniden acı bir şekilde başlangıç ve son birleşiyor. İşte o anda tüm algılarını kaybedip cevapsız bir soruyu sormak kalıyor geriye: Şimdi, hikayenin başlangıcında mı yoksa sonunda mıyız? No Land’s Song (Ülkesiz Şarkılar) filmi de bu anlamda, sanki Sisyphos hikayesinin başka bir versiyonu.
Neredeyse iki buçuk yıla yayılan filmin hikayesi, Sara’nın Tahran Rudeki Kültür Merkezi’nin salonlarından birinde yaptığı sunum ile başlar ve film yine Sara’nın aynı sunumunun tekrarı ile sona erer: “Benim için önemli olan aslında Tahran’daki kadının sesinin unutulmasıdır, bu çalışmayla az da olsa, kadının sesini gösterip onu tekrar Tahran’a hatırlatmak istedik…” Ama Tahran, salonun kapıları açılıp seyirciler dışarı çıktığı andan itibaren çoktan “kadının sesini” unutmuş ve iki buçuk yıl daha sürecek başka Sara’ların hikayesini beklemeye koyulmuştur bile. Tahran’ın yeni Sisyphos’larının hikayesini…
Bu tekrarın bir benzeri de filmin sonunda Sara’nın sunumundan hemen önce, özet halinde verilen konserde karşımıza çıkıyor. Ayat Najafi filminde kullandığı tüm şarkıları müthiş bir özenle seçmiş ve bu şarkıların en etkileyicisini bu bölümde sunuyor gibi görünüyor. Fransız kadın sanatçının da, aynı parçanın başka bir bölümünü konser öncesi provalarda söylediğini görüyoruz. İnsanı derinden etkileyen parçaya daha yakından bakmak lazım.
Jale taşa düştü / Ne oldu? / Kan oldu
Kan ne oldu? / Kan ne oldu?/ Cinnet geçirdi
Jale kan ol / Kan cinnet geçir /Cinnet geçir ki, saltanatları alaşağı et
Jale gül ol / Güller aç / Gül bahçesi ol /Şehitlere yeryüzünü gül bahçesi yap
Adı bilinmeyenleri sonsuzlaştır
Bu karanlık gece / Sona gelene dek / Karanlığa / Volkan ol / Patla
İşe konul /Tehlikeye gir / Zulmün evini alt üst et
Canım kız kardeşim / Köylü / Ey kardeşim / İşçi / Ey genç / Ey korkusuz
Biz hepimiz / Aynı saftayız / Karşıdaysa / O taçlı zalim
Sevgili kardeşim / Ben toprağa düştüm / Olsun / Anne zaten yalnız
Daha güzel bir dünya için / Sen yola devam et
Ey siz / Ey sayılamazlar ordusu / Gözyaşlarım sizin için / O meydanın yolunda
Jale ol / Jale ol Jale ol.
Jale ne oldu? / Jale kan denizi / Kan cinnet geçirdi / Saltanat ise alaşağı
1978 yılının yazı, şaha karşı gösteriler ülkenin neredeyse tüm kentlerine yayılmış ve tüm hızıyla devam ediyor. 11 Ağustos Cuma günü bu kez göstericiler Tahran’ın “Jale” meydanında toplanıyorlar. Güvenlik güçlerinin halka açtığı ateş sonucu sayısı hiçbir zaman belirlenemeyen çok sayıda gösterici hayatını gün, o meydanda kaybediyor. O gün Jale meydanında olanlar, belki de düzen ve halk arasında iplerin tamamıyla kopmasının en önemli nedenlerinden biri haline geliyor. Halk, o cumayı hiçbir zaman unutmaz ve o günü “kara Cuma” olarak adlandırır. Devrimden sonra ise “Jale” meydanı yeni adına kavuşur, orası artık “11 Ağustos” Meydanı’dır.
Sonraları “Jale” ve “Kara Cuma” üzerine çokça yazılır çizilir. Ama belki de en kalıcı olanı, Komünist şair Siyaveş Kesrai’nin o günlerde Jale Meydanı olayları için kaleme aldığı şiiri olur. Daha devrim gerçekleşmeden Şiir Hossein Alizadeh’nin notaları ile çoktan bir marşa dönüşmüş ağızdan ağıza yayılmış ve meydanlarda söylenmeye başlamıştır bile. Devrim sonrası ise devlet radyo ve televizyonların vazgeçilmezleri arasına girer ve her gün defalarca çalınır.
Devrimin kanlı cinnet hali uzunca bir süre geçmez ve bu cinnet halinden istenmeyen yüzlerce anlamsız sonuç doğar. Ve tabi ki müzik de kendi payına düşeni alır. Devrimci duyguları besleyen müzik dışında kalan tüm diğer türler ya yasaklanır ya da belirlenen dar çerçevelerde, büyük zorluklarla ayakta kalmaya çalışır. Ve böylece, geçen yıllar içinde Sisyphos’lar defalarca kayayı tepeye kadar sürükler ve hayatlarından defalarca iki buçuk yıl geçer. Ve sonuçta kimi yasak kaldırılır, kimi çerçeve genişler.
Ayat Najafi, saygı gösterilmesi gereken bir sabırla müzik alanındaki bu yasaklardan sadece birine değiniyor. Ve, “kadın tek başına şarkı söyleyemez” yasağını aşmak için Sisyphos’un kayayı iki buçuk sene içinde nasıl bir çabayla tepeye getirdiğini gözler önüne seriyor.
Yol boyunca çıkan engeller ve onları aşma çabasının bir özetini ise izin alma sürecinde görebiliriz. Anlaşılan Kültür Bakanlığı’nın müzik bölümüyle cereyan eden toplantılara kamera kullanma iznini alamayan Ayat Najafi, Sara’nın giysileri arasında sakladığı cihazı ile konuşmaları kaydetmekle yetinmek zorunda kalıyor. Kayıt edilen konuşmalar, simsiyah bir ekran ile beraber seyirci ile buluşuyor. Ve belki de filmin en can alıcı diyalogların birisi de bu kıyıya köşeye sıkışan simsiyah sahnelerden birinde geçiyor. Sara’nın görüştüğü Kültür Bakanlığı yetkilisi Sara’ya, artık bu konuyu takip etmemesini söylüyor. Sara bir Sisyphos, bırakır mı peşini, “Problem nedir?, Nedeni nedir?” diye sorar. Cevap “İran’daki genel toplumsal durum, siz de burada yaşıyorsunuz bilmeniz lazım. Hiçbir nedeni olmayan çok şey oluyor, değil mi?” olur.
Nedenini pek kimsenin de tam olarak açıklayamadığı sayısızca yasaktan sadece biri, kadının tek başına şarkı söyleyememesi. Başka bir sahnede, Sara neden sorusuna cevap bulmak için en yetkili ağızlara gidiyor. Bir başka sahnede bir din adamının, nedeni beli olmayan yasağın, nedenlerini açıklama çabalarına şahit oluyoruz. Odadaki her iki tarafın da bakışları bence filmin en etkileyici sahnelerinden biri. Din adamının konuşurken suçluluk ve yetersizlik içinde, Sara ile göz göze gelmemek için devamlı sağa sola bakarak harcadığı çabaya karşı, sanki din adamının suratında kilitlenip sabitlenen Sara’nın bakışı.
Ama tek yol o kayayı itmek midir? Tabi ki hayır, hepimizin, karşımıza çıkan zorlukları, birbirine zıt yollarla aşmaya çalışmamızdan daha doğal bir şey olamaz. Sara sokaktaki işportacıdan Guguş isterken, sanki aynı anda bu yollardan bir kaçına değiniyor. Kalıp susarsın veya kaçıp söylersin. 1979 yılında 29 yaşında bir şarkıcı olan Guguş kariyerinin en parlak ve en verimli dönemini yaşarken devrim yasaklarıyla beraber susmak zorunda bırakılıyor. Ülkeyi terk eden çoğu kadın şarkıcının aksine tercihini susup kalmaktan yana kullanıyor. Ta ki 2000 yılına dek… 2000 yılında o da hayatından çalınan yirmi yıldan vazgeçip, arkasında bırakarak, ülkeyi terk edip, bu uzun suskunluktan sonra yeniden şarkı söylemeye başlıyor.
Buradan devam edersek; Ayat Najafi’nin filmi, benim açımdan bir durum tespiti paylaşıyor ve bu duruma verilebilecek bir kaç cevaptan birini işliyor. Bu film aslında “kalanların” filmi. Her ne kadar geriye Tahran’ın kapalı yıkık eski sinemaları, depo olarak kullanılan konser salonları ve terk edilmiş hotelleri kaldıysa da, Gamar, Delkaş gibi başka Sisyphos’ların ve onların yaşadığı zor koşullardan söz ederek bu “kalanlara” moral vermeye çalışıyor. Najafi’nin seçtiği tüm şarkıların sözlerine bakıldığında, bu durum iyiden iyiye ortaya çıkıyor. Örnek olarak; “Homayun Khoram”in 1959’da bestelediği “Yıldızların Cümbüşü” şarkısının başlangıcına bir bakalım.
Bu gece başımda bir tutku var / Bu gece gönlümde bir nur var
Yine bu gece göğün zirvesindeyim / Bir sırrım var yıldızlarla
Bu gece hepten arzu ve tutkuyum / Sanki bu dünyadan pek uzaktayım
Mutluluktan kanatlandım / Göğe eriştim
Bir şarkısın / Meleklerden ve hurilerden okuduğum
Göklerde kavga ediyorum / Şarabı döküyor, kadehi kırıyorum
Sonuç olarak, tek bir cümleyle özetlersem, benim açımdan Ayet Najafi’nin filmi aslında baştan sona sabırları zorlayan bir “umut” filmidir. Ama ve lakin keşke Tahran’ın unuttuğu, bir tek “kadının sesi” denilebilseydi… Filmi izlerken bir yandan kimi saçma sapan konular için, yıllarca hiç durmadan hangi büyüklükte kayaları sırtımızda taşıdığımız duygusu, diğer yandan istendiği gibi yaşanması gerekirken, çalınmış hayatlar aklıma gelince fazlasıyla yoruluyorum.
Ve böylece kalmayıp, gitmeyi tercih eden eski bir Sisyphos olan, Mohsen Namjoo’nun “Khat Bekesh” şarkısı için çektiği videoyu izliyorken buluyorum kendimi.
“Dünyada, hangi yoldan gittiysek hep yokuş ve kaygandı, çıkış ise pek zorlu” deyip sazını yoldan geçen bir arabaya bıraktığı an, yine gözlerim doluyor, aklımda kalan soru ise hala cevapsız… Ayet Najafi’nin filmininin başlangıcı, sonu mu, yoksa sonu, başlangıcı mı?
Ve aslına bakarsanız, bu saatten sonra verilecek cevabın da pek bir önemi kalmıyor artık…