Ax: Bu Toprağın Sesi
Elif Genco /
Mezopotamyalılara
Dünyanın dünya oluşu bundan
İnsana ekleniyor insan.
Tutalım aç kaldı açık kaldı,
Uyku girmiyor gözlerine,
Sevdiği terkedip gidiyor,
Ama o yıkılmıyor yine de
Dünyanın bir yerinde işte
Sıkıyor yumruğunu şöyle
Savunuyor kendini – yaşıyor.
Dünyanın dünya oluşu bundan
Sürüp gidiyor insan.
(Claude Sernet / İNSAN)
1995 yılında, dar girişli yapıların sıra sıra dizildiği Tarlabaşı yolu üzerinde bir grup insan -komşu binaların aksine- temiz bir binada sinema çalışmalarına başladı. Mezopotamya Kültür Merkezi’nin çalışmalarını yürüttüğü bu binanın zemin katı siyaha boyanmış bir sahne ile oyunların ve filmlerin izlendiği küçük bir salondu. Bu salonun misafirleri öylesine farklı bir topluluk oluşturuyordu ki ilk elde yeni gelen birinin kim misafir kim yerleşik ayırdetmesi mümkün olmuyordu. Misafir ya da değil sinemaya gelenler ortak bir sinemasal ve toplumsal anlayışı ortaya çıkaracak; varolan anlayışları eleştirel değerlendirecek bir topluluk için süzgecin üzerinde duruyorlardı.
Zemin kat sinema zaman zaman nefes almak için kameralarla dışarı çıkmak istedi.
Canlı organizma binanın üst katlarına müzik grupları ve çocuk korosu yerleşmiş, bir kat da kütüphane ve sergilere ayrılmıştı.
Doğrusu Tarlabaşı’nın o bakkal dükkanı büyüklüğünde gece klüplerinin arasındaki bu binada sinema üzerine en çok dert edinilen şey, diğer ülke sinemalarında olduğu gibi geçip giden zamana ve insanlara ışık, renk ve ses verebilmekti. Tarihsellikle ilişkisiz insan, durum ve öykülerin sinemasına olan tepkinin karşı üretkenliğiyle birlikte açığa çıkarılmasıydı. Karşı üretim; film izleme, tartışma, filmin teknik araçlarına soğuk durmama ve bütün bunların üzerinde durduğu toplumsal, kültürel dayanışma gösteren bir birikimle gerçekleşecektir. Devam eden ya da ortaya çıkan ilişkiler ancak böyle bir üretkenlikte gönüllü yürüyebilirdi.
O yüzden sokaklar seviliyordu. O yüzden “bir deneme filminde sokaklarda karşılaşıp tanıştığımız tüm sokak işçilerine teşekkür ederiz”le sona eren denemeler gerçekleştiriliyordu.
Doğrusu ne kadar hatırlatıcı olduğumu bilemem ama bu yazı Ax kısa filmi ve bu yazdıklarımı en çok hatırlayacak filmin emekçileri üzerine aynı zamanda.
Mezopotamyalıların gerçekleştirdiği ilk kısa film İstiklal Caddesi üzerindeki yeni binalarına geçince kavuştukları büyük salonda gösterildi. Şimdi kapıları mühürlü olan bu salonda gösterilen filmin adı ‘Ellerimiz Kanat Olacak Uçup Gideceğiz’di. İstanbul’un eski semtlerinden Yenikapı’da memleketlerinden göç ettirilmiş yoksul bir kürt ailesinin öyküsünü anlatıyordu film. Kaldıkları zemin katında yaşamda kalabilmek için boğuşan bu ailenin yakın geçmişi ve göç sonrası büyükşehir mücadelesi belgesel dilde veriliyordu: Yoksul kürt ailesi İstanbul’a göçettirilmiş ve parçalanmıştır. Kalanlar da, ayrılanlar da memleket özlemi çekerler tıpkı sürgünler gibi. Film boyunca yaşlı karıkoca yaşadıkları evden ayrılamazlar. Yaşlı kadın sadece kapısının önündeki çocuk parkına gider. Dışarısı yabancıdır; yaşadığı topraklardan uzakta ve yalnızca kürtçe bilmektedir. Evin orta yaşlı oğlu Eminönü gibi trafiği yoğun semtlerde su satar. Aç kalmak kolaydır. Çekim ekibiyle birlikte evde çay içilir yanında çekim ekibinin getirdiği birşeyler yenir. Yaşlı adam çekim ekibinin sorularını cevaplar; yakılan köylerini ve geride kalanları anlatır. Kamera aynı anda evin su borularıyla dolu nemden kabarmış duvarlarındadır. İstanbul’da sürgün yaşayan insanlardır bunlar. Bir adım ötede Aksaray’ın gürültüsü gece ve gündüzü yaşanır. Bu insanların gerçek yaşam alanlarını kuşatmış olan bu hale aynı toplumsal ve kültürel geçmişi paylaştıkları kürt gençlerinin çalışma alanlarıdır aynı zamanda. Dolayısıyla filmin çekim semtinden kalkarak filme içe-rilmeyen farklı okumaların yapılması mümkün olmaktadır. Bu belge kısa filmde kurmaca sahnelerin kimi zaman doğrudan çağrışımlara sahip olması ve elde olmayan teknik yeterlilik hariç tutulduğunda film konu ve işlenişinin devrimci bir deneyim olduğu belirtilmelidir.
Aynı yıl bu kez küçük sinema odasında Almanya’da yaşayan bir sinemacının cezaevleri ile ilgili yapılmış belgeselini -konusuyla ilgili bu sınırlama eksik olabilir ancak 1980 sonrası Diyarbakır Cezaevine çıkan yolların artması ve cezaevlerinin sahip olduğu koşulların filmde aldığı yer düşünüldüğünde bir genel kullanım olarak doğru olacaktır- izliyoruz: “Diyarbakır – Bir Hukukçu Olmaktan Utanıyorum” (Karaman Yavuz, 1995). Doğrusu filmde öyle belge görüntülerle karşılaşmıştık ki örneğin film boyunca avukatlarla yapılan konuşmalar bu görüntülerin yanında etki-sizleşiyordu. Video kamera çekimleri ile saptanan gerçeklik, yaşanan dönemi öylesine kolay ve doğrudan anlatıyordu ki filmin tezi, hedefi ortaya çıkandan geri kalıyordu.
Bu somut gelişmeler bir alt-üst süreci yaşayan Türkiye nesnelliğinin sinemasal aktarımına örnek oluşturuyordu. Almanya dahil yeni bir kuşağın henüz yutulmamış bireyleri yaşamı kavrayışlarında gözlemin, eleştirinin varlığını hissettiriyor; kitlesel üretim ve tüketim koşullarına uygun filmlerdeki yapay ritm, hızlı plan ve değer-sizleştirilen insana rağmen sinema ile bu nesnelliği buluşturuyor ve samimiyetle anlatmaya başlıyorlardı.
‘Ax’ filmi ise insanı, insanın kendi toprağındaki sürgünlüğünü anlatıyor bir bakıma. Toprağına, yaşadığı yere ne yabancı kılar insanı; yaşam koşullarının ortadan kaldırılması, insani ihtiyaçları üzerinde kurulan baskı. Kendi dilini konuşmak, köyünü terketmemek, sevdiklerinin sağ kalması ve uyumak ihtiyar Zelo’nun ihtiyaç duydukları. Boşaltılan bir köyde geriye kalanın yaşamını sürdürüşü ve tercihi belli bir sinemasal düzeyde verilmeye çalışılır bu filmde. İhtiyar köylü boşaltılan köyünden ayrılacak ve şehrin yolunu tutmayacaktır. Film boyunca ihtiyar Zelo’nun yaşadıklarını konuşma olmaksızın anlayabilmek Mezopotamyalıların gerçekliğin sinemasal anlatım biçimlerini zorlama, geliştirme kaygılarından kaynaklanmaktadır.
Ax filmi ihtiyar bir adamın, tek başına, mezarlıkta ölüsünü toprağa vermesiyle başlar. Korucu, asker ve ihtiyarın yaşadığı, ihtiyarın kendisi gibi yalnızlaştırılmış bu topraktaki görüntüsü bir yandan kendisini koruduğunu bir yandan da neyin eksik olduğunu anlatır. İhtiyarın köy meydanında yine bir başına durduğu ve kameranın kendi çevresinde tam dönüşüyle gördüğümüz köyün geçmiş hali ve şimdiki yıkıntısı bir karar öncesi atmosferi oluşturmakta üslubuyla birlikte filmin önemli sahnelerinden biridir. İlk dönüşte köyün erkekleri açık alanda görülür, koyunlar çocuklarla gölgeliğe sığınır, bir kadın yün çırpar, meydandaki canlılığı seyrederken kamera ihtiyar adamı bulur ve aynı meydana tekrar bakar. Bu kez köyün boş, gerçek halidir gördüğümüz. İhtiyar Zelo ile birlikte köy içinde dolaşırız bir süre. Bir ağacın altında yatarak dinlenir Zelo sonra saz sesi gelen bir eve yönelir, kapıdan oda içine bakışını görürüz. İçerdeki topluluk yeni gireni tek tek selamlar ve oturmaya davet eder. Odanın duvarları boyunca bir sıra halinde oturanlardan sonra tekrar kapıya gelir ve Zelo’nun hala kapıdan baktığını görürüz. Şimdi geride kalana bakmaktadır. Geride kalan terkedilmiş, bakımsız, çevreye saçılan kırık eşyalarla dolu bir odadır… Zelo, özlemini duyduğu ve kafasında hala canlılığını koruyan bir kürt köyünün gündelik yaşamını oluşturan sahnelerle dolaşır köyün içinde. Bu sahnelerin bütününden yaşayan insanlarıyla köyün geçmiş halinin özlendiği anlaşılır. Burada gelecek özleminden ya da geleceğe dair bir bakıştan çok geçmişe dönük yoğun bir özlem söz konusudur. Canlı ve ölü olanın, geçmiş ve bugünü temsil etmesi ve geçmişin belli ölçülerde idealize edilmesi, karşıtlığın sinemasal kuruluşunun başarısına rağmen not edilmelidir. Filmin Zelo ile birlikte geçmiş tüm yaşamı özlemle olumlaması ve bugünün yıkıntıları arasında yaptığı yolculukta raslantı olarak değerlendirilemeyecek ancak yine köy yaşam ve yapısına doğallıkla uyan bir biçimde ilkokul bahçesindeki Atatürk anıtının karşısına çıkması genel bir çıkmazın ifadesi oluyor. Bir diğer önemli nokta ilk önce fotoğrafını gördüğümüz, köyü ihtiyar Zelo ile terketmeyen kadının diğer film tiplerine -korucu, asker gibi- göre belli bir açıklık taşımamasıdır. Kadın, yün ipliği kırmızıya boyarken yaptığı işin dikkat çekiciliği, rengin baskınlığı ve görüntüde kendisinden çok boyama işinin yer alması nedenleriyle filmin bütününden ayrıksı bir sahnede yer almıştır. Düşsel olarak nitelendirebileceğimiz bu sahnede, kadının ağlama sesiyle küçük çocuğa yönelmesi kadını bu kez bir anne olarak Zelo ile ilişkilendirmemize neden olur. Ancak eklemeliyim toprağın içinde kendisiyle, toprakla bir başına oynayan, ağlayan çocuk bana Yılmaz Güney filmlerinde karşılaştığım çocukları hatırlattı…
Köy içindeki Zelo’nun yolculuğuna kırmızı bir renk eşlik eder. Kırmızı bir tülbent olarak örneğin. Fotoğraflarını kırmızı bir tülbente sarar. Sinemamızda pek rastlanmayan bir yetkinlikle çekilmiş köy halkının göç ettiği sahnede Zelo’nun karısının başındadır kırmızı örtü. Baskın sırasında öldürülen köpeği için gittiği mezarlıktan dönüşte kırmızı tülbent bu kez odanın eşiğindedir. Boynuna takar, giyinir ve dışarı çıkar. Köyden çıkışında son kez uğradığı mezarlıkta mezar taşına bağlar kırmızıyı. Yol üzerinde bir kırmızı tülbent daha görülür rüzgarda dalgalanan. Film bu görüntünün donmasıyla biter.
Teknik ve estetik anlamda Ankara Film Festivali Seçici Kurullarının da beğendiği filmin aynı festivalde gösterilmemesinde asli sorun içerik olarak belirlenmiştir. Filmin içeriği sakıncalı bulunmuş ve olağanüstü olarak tabir edilebilecek dönemlerden geçilirken yapılacak filmlerin dönemin ruhuna, ilkelerine ters düşmemesi ya da dönemle ilgisi olmaması durumunun rahatlatıcı etkisi aranmıştır. Festival sırasında yapılan açıklama ve alınan tavırlar bu düşüncenin dayanak noktasını anlatıyor.
Kısa filmlerin festivaller dışında gösterim olanağının zayıf olması, gösterimlerinin kurumsallaşmaması toplumsala ulaşım kanallarını sınırlamış, belirlemiştir. Bizde örneğine az rastlanmakla beraber uzun metrajlı filmler öncesinde kısa filmlerin gösterilme olasılığı çeşitli nedenlerle mümkün olmamaktadır. Ax filmi sözkonusu olduğunda, bu zamanda ‘deli’ muamelesi gördüğünden, durumunun daha da güç olduğunu söylemek mümkün olmaktadır. Başına getirilebilecek her sıkıntı ve aksaklık ülkedeki sansür, yasak gerilimini arttıracak koşulların mevcut olmasına bağlanarak meşrulaştırılabilecektir. Hal böyle iken kültür merkezleri, üniversitelerin sinema kulüpleri ve kısa filme değer/yer veren festivaller kısa filmin seyirciye ulaştığı önemli adresler olmaktadır. Çoğu zaman zorla, zorlukla.
1996 yapımı ilk kısa film ‘Ellerimiz Kanat Olacak Uçup Gideceğiz’, 1997 yılı Ankara Film Festivalinde Ahmet Soner’in İsmail Beşikçi belgeseli öncesinde gürültü patırtı ile gösterim olanağı buluyorken, Ax bu kez 1999 yılında aynı festivalde yalnız başına kalıp yasaklanıyordu.
Tektip sinema yazarlarından ayrı bir geçmişe sahip, bugün de kendini ayrıştırabilmiş gördüğümüz bir sinema adamıdır Mahmut Tali Öngören. Mahmut Tali Öngören’in Ankara Film Festivalinde Ax’ın gösterimine izin vermemesi, vermemesini açıklarken de doğrusu yasağın kendisini meşrulaştırıcı bir biçimde “bir yasak da benden” başlığını kullanması filmden ve yapıcılarından bahsetmemesine neden olarak da ihbar niteliği taşıyabileceği düşüncesi bana yaşanan iç çatışmanın vardığı yeri gösteriyor.
Festivalde Ax’a karşı yasaklayıcı tutumuna beklediği yanıt gelmeyince kendisi yazmaya karar veriyor Mahmut Tali Öngören. Bir özeleştiri olarak da okunabilir belki ancak benzer bir durumla karşılaştığında aynı şeyi yeniden yapmayacağı konusunda bir güven vermiyor elbette. Bir otosansür süreci olarak okunduğunda ise doğrusu yazının amaçladığı şeyin hem filmin yasaklanmış oluşunu kınayacakların (yazının yayımlandığı okurlarıyla sınırlandırılmış olsa da) hem de festivalin başına iş getireceklerin (!) nezdinde dengeleyici bir iç huzurunu amaçlayarak hak ver arayışı olduğunu söylemek zor değil.
Ax yurtdışında ödüller alırken yurtiçindeki sansür serüveni de devam ediyor. Ancak önemli bir nokta; bu sansür serüveniyle birlikte gündemimize giren “aydın kavramı”, bir anlamda toplumsal kimliği örselenmiş aydın oluyor. Böylelikle sinema kurumlarımızın ve aydınlarımızın kamusal alandaki örselenen kimliği ve toplumsal etkisinin azalmasının yarattığı açmaz kendisini gösteriyor. İçinde bulunduğumuz ortam, 60’ların başındaki gibi sansür yapısını inceleyen ve sorgulayan, 70’lerdeki gibi sansüre karşı paneller düzenleyip, sansür karşıtı gösteriler düzenleyen, somut olarak da 1979’daki gibi Antalya Film Festivali’nde sansürü protesto etmek için bütün filmlerin “yarışmayı” reddettiği bir dönem değil. Örneğin Ax’ın karşılaştığı yasaklar ÇASOD’un, SODER’in, FİLM-YÖN’ün, SESAM’ın ve Sine-Sen’in meşru tepkileriyle bile karşılaşmadı. Böylelikle sözünü ettiğimiz yapıların tartışma açabilecek, bir bütün sinema atmosferini belirleyemeyecek bir bünyesi olduğunu gördük. Birkaç yıl önce N. B. Ceylan’ın kısa filmi Koza’nın gösterimi Cannes’da kabul edildiğinde filme bolca yer veren basın bu kez Ax’ı gündemine almadı, polisiye vaka olması dışında tabi. Geriye kültürevleri ve festival göste-rimleri için mücadele kalıyor. Bir de nesnel olarak görüldüğü gibi sanatı siyasal dönemeçlerde “Bahçeli ve türevlerinin etkisi”nden koruyabilmek için bir Aydınlanma Mücadelesi.
Film üzerine konuştuğum arkadaşlarım, filmdeki askerlerin köyün tek canlısı Zelo’nun evine yaptıkları baskın sahnesiyle Saura’nın faşizmi anlattığı bir sahne arasında benzerlik kurulduğundan söz ettiler. Ayak seslerini duymakla kalmıyor ayaklarını görüyor ve konuşmalarını da duyu-yorsunuz bu sahnede. Doğrusu bundan hareketle akla başka bir benzerlik geliyor. Frankocu faşist rejim sırasında sansürün, baskının altında sinema yapan Saura. (ile bugünün Türkiye’sindeki antifaşist sinemacı) Dün İspanya’da bu koşullarda yaşadı Saura ve yaşanılanları film etti. Bugün burada yaşanılanları film etmeye ihtiyaç var.
Zamane sahipleri insanları diri ya da ölü ele geçirirlerken geriye de ölü bir toprak bırakıyorlar. Bu toprak öyle ölü olacak ki öyle istiyorlar ki hiç tohum vermeyecek, hiç yeşillenmeyecek hiç edilecek. Ve aydın bugün sormayacaksa yarından sonra hiç sesi çıkmayacak ya da zamane sahiplerinden farklı konuşamayacak. Hiç soru yok. Çıt yok. Tek bir ses duyuluyor bu topraklarda: “Ah!”
AX (Toprak)
Yön.: Kazım Öz / Sen.: MKM Sinema Oyn.: Hikmet Karagöz, Yıldız Gültekin / 1999 - MKM Sinema
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.)