Eleştiriyi Kuşatmak
Giovanni Scognamillo /
Bir süreden beri gündelik gazetelerde köşe yazarları ile film eleştirmenleri sinema yazarları arasında hayli ilginç bir polemik başladı. Meğer film eleştirmenleri sinemada varolan bir mafyanın en önemli elemanlarıymış (der Aykut Işıklar 16 Aralık 1997 tarihli yazısında ve “Medyatör” başlıklı köşesinde). Her yerde çeteler ve çeşitli mafyaların türediği bir dönemde neden sinemada da böyle bir “teşkilat” olmasın? Düşünce, hiç kuşkusuz, tümden gülünçtür ve polemiğe girişmeye de değmez, ancak kopan suçlama-savunma-tartışma bugünkü film eleştirisinin durumu ve konumu (ve de limitleri) açısından bir ya da birkaç duyarlı noktaya parmak basmaktadır. Belki de parmak basmanın vakti gelmişti.
50 yıllık (evet, o kadar oldu) sinema yazarlığıma dayanarak üzülerek kabul etmem gerekiyor ki, Türkiye’de film eleştirisi çoktandır geri vitese basmıştır. Yazılara bakın, karşılaştırın, inceleyin ne kuram kaldı, ne kural ne de “etik”. Artık herkes (evet, istisnalar hariç) işin kolayına kaçarak kendi beğenisine, o günkü havasına göre bir yol tutturup gidiyor. “Görsel şölen”, “ayrıksı tad” ve benzeri tanımlamalar ile (şayet bunlar tanımlama ise) bir değerlendirme yapılmaya çalışılıyor, çarpıcı, bazen umut verici bir başlık ve yazının son satırlarına sıkıştırılmış olumsuz (gibi) bir sonuçla.
Gündelik bir gazetede film eleştirisini yazmanın getirdiği zorlukları (ve zorunlulukları) biliyorum: Bol yeriniz varsa bile bir filmi gerçekten ve ayrıntılı olarak incelemek, değişik düzeylerde “okumak”, özüne yarabilmek veya o filmin, o yönetmenin, o türün, o ülke sinemasının araştırmasını yapabilmek için yeterli vaktiniz yoktur. O yüzdendir ki birçok eleştiri yazısı (basın bültenlerindeki bilgileri aktarmadığı sürece) içi boş dışı yaldızlı olmak zorunda kalır. Ama bunlar, ne yazık ki, mesleğin gereğidir. Ve meslek nankör bir meslektir. İstediğiniz kadar yararlı olmaya çalışın her zaman ve her yerde binleri çıkıp zararlı olduğunuzdan (değilse mafios olduğunuzdan) şikayet edecektir.
İyi de bu “nazik” durumun hal çareleri yok mu? Muhakkak ki var ama, o zaman, bazı şeylerden feragat etmek, vazgeçmek, kopmak zorunda kalırsınız, örneğin o çok renkli çevreden ve bazı dostlardan (ya da dost gibi görünenlerden). Evet, doğrudur, sinema yazarlığı, eleştiri bir “misyon”dur ama… “misyoner” olmanın çilesini sadece “misyoner”ler bilir.
Film eleştirmeninin görevi, belirli kriterlere dayanarak, sinemaseveri yani gişeye bir milyonu aşan parayı ödeyen kişiyi yönlendirmektir. Yani eleştirmenin sorumluluğu ne sinemaya “yeni bir soluk getiren” veya “olay yaratan” yönetmene, ne de ödüller toplamış olan medyatik oyuncuya karşı değildir. Kurtarılacak biri varsa o da seyircidir, “auteur” sinema değildir.
Eleştiri yazısı, özellikle gündelik gazetelerde, edebiyat parçalamak, duygulanmak, coşmak, feleğini şaşırmak değildir; okura, yani potansiyel seyirciye, bir filmi açıklamak, değerlendirmek ve açık bir sonuca varabilmektir. Kişisel “ben sevdim” ya da “sevmedim, ısınamadım” kriter sayılamazlar.
Şimdi gelelim şu mafya, çete, kıyak yapma ve benzer durumlarla köşe yazarlarının sinema yazarlarına (sinema yazısı diyorum, eleştiri diyemem çünkü eleştiri şöyle ya da böyle bir uzmanlık, bir birikim ve bir yetenek gerektirir).
Bir yayın organında çalışan biri, çalıştığı yayın organı ne denli özgür, bağımsız ve tarafsız olursa olsun, temelde o yayının çizgisini izlemek zorundadır, varolan (bilinen veya bilinmeyen) bazı ilişkileri kollamakla yükümlüdür. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Bundan başka sinema ortamında belirli bir yeri olan eleştirmen ilişkide bulunduğu sinema salonlarının sahipleri (ki sinemaya bilet ücreti ödemeden girmek ayrıcalığına sahiptir), dışalım şirketlerinin yöneticileri ve yerli sinemanın temsilcileri ile sürekli tartışmaya giremez (aslında girer de ilişkilerini zedelemek tehlikesi ile karşılaşabilir). Her alanda olduğu gibi bir nebze uzlaşma ve anlayış işin gereği oluyor. Köşe yazarlarının durumu ise başkadır; sinema meraklısı olabilir, sinemadan anlayabilir, yorumlarında daha bağımsız ve özgür davranabilir ama yazdığı yazı, işin profesyoneli ve uzmanı olmadığından, hiçbir zaman tümü ile kişisel yorumu ve görüşü aşamaz. Muhakkak ki köşe yazarı her konuyu işler ama her konuyu, kendince, işlemesi ille de her konuda uzman olduğu anlamına gelmez. Köşesinde isim sahibi olduktan sonra atar da tutar da ama atması ve tutması sadece kendi görüşü ile sınırlı kalır. Diyelim ki genelde ekonomi yazan bir köşe yazarı günün birinde “in” olan bir filmi izler, beğenir veya beğenmez ama köşesinden ve adından yararlanıp muhakkak bir şeyler yazmak, görüşünü beyan etmek ister. İster ve yapar ama bunun gerçek sinemasal önemi nedir? Şayet, günün birinde, bir sinema yazarı konusu olmayan ekonomi ile ilgili bir yazı yazarsa ekonomistler acaba onu ciddiye alırlar mı? Hiç değil, olsa olsa nezaket ve mesleki dayanışma gereği görüşüne “saygı” gösterirler ve o kadar.
Ancak, herkes işinin gereğini yapıyor mu, gerekli ciddiyet, sorumluluk, bilgi donatımı ve tarafsızlıkla? Bu sorunun yanıtı “Mafya var mı, yok mu, olur mu, olmaz mı?” sorgulamasından çok daha önemlidir.
Somut bir örneğe geçelim: “Kuşatma altında fiyasko”, “Kuşatma altında kabus”, “Tarihe kekeme bakış”, “Tarihi fırsat kaçmış” ve benzerleri.
Evet örneğimiz yönetmen Ersin Pertan’ın üçüncü filmi olan ve sanat yönetmeni Anni Geelmuyden Pertan’a bir Altın Portakal kazandıran, çok eleştirilen, yerden yere vurulan Kuşatma Altında Aşk’tır.
Prensip olarak katıldığım bir film (üstelik yaratıcıları neredeyse otuz yıllık yakın dostlarım olan) hakkında yorum yürütmem ama bu kez bir istisna yapmayı uygun buldum.
Kuşatma Altında Aşk’ı savunacak değilim, kusurlarını da örtbas etmek niyetinde değilim. Beni, burada, ilgilendiren genel bir tavır ve yazılanlardan çok yazılmayanlardır, yani filmin hedef olduğu eleştirel çizgi ve yer yer eleştirel fukaralık, yüzeysellik.
Şimdi bir film eleştirirken genelde (kural) neye bakılır?
- Yönetmenin önceki çalışmaları ile karşılaştırma,
- Filmin kendi türündeki yerinin değerlendirilmesi,
- Filmin ülke sinemasındaki yeri,
- Filmin biçim ve içerik açısından değerlendirmesi.
Meslekten olanlar iyi bilirler; eleştirmen sıkışınca veya rahatsız olunca işi mizaha ve laf ebeliğine döker ve hiç kuşkusuz, bununla hiçbir yere yaramaz. Eleştirmenin yapmaması gereken şey ise bilmediği veya yeterince araştırmadığı bir konuda yorum yürütmektir. Kuşatma Altında Aşk’ı eleştiren iki yazar filmdeki Tasavvuf ya da Osmanlı müziğinde söz ettiler, çokluğundan şikayet ederek. Nedir ki filmin müzik kaydında ne biri var ne de diğeri. Eleştirmenin (magazinde yazsa bile) yapmaması gereken başka şey ucuz tanıtımlardan (ucube şey, ne menem şey) kaçınmaktır.
Kuşatma Altında Aşk kusursuz bir film olmaktan uzaktır ancak eleştirmenin yapması gereken şey kusurları belirtmek kadar bunları aşabilen (varsa) yenilikleri, şimdiye kadar yapılmayanları saptamaktır. Filmin dar yapım olanaklarından şikayet edenler oldu. Amerikan üstün yapımlarına öylesine alıştık ki dar bütçeli filmlerin meziyetlerini kavrayamıyoruz sanki. Bir de, tabi, filmde anlatılanlar ve neden anlatıldıkları. Öyle sanıyorum ki film, yaklaşımı ile, sinema yazarlarımızı en kentsoylu olanından en tutucu olanına kadar iyice şaşırtmıştır anlatım tarzı ile değil, anlattıkları ile. Ne de olsa Türk sinemasında Bizans denildiğinde akla gelen ilk ve neredeyse en bilinen örnekler başını Cüneyt Arkın’ın çektiği “kostümlü” ve bir hayli “şoven” destanlardır (yoksa Kuşatma Altında Aşk’ın en büyük kusuru aşırı milliyetçi davranmamak mı?) Bizans’ı, perde arkası ile, içten anlatmak, kuşatanları değil de kuşatma altında olanları ele almak, kimsenin üzerinde durmadığı kiliselerin birleşmesi, batı kültürüne temel teşkil eden değerli ve benzeri olmayan elyazmaların, kitaplıkların kaçırılması, Galata’daki durum üzerine kaynaklara dayanarak, resmi tarih yapmadan bir film çekmek (iyisi ve kötüsü ile) bu denli şaşırtmalı mı sinema yazarlarını?
Kanımca işin tuhafı şu ki, ateşli bir aşk öyküsü olarak düşünülen film sonunda, aşkın ve cinselliğin ötesinde, çökmüş bir uygarlığın bol referanslı bir panoramasına dönüşmüş olmasıdır, ola ki yönetmenin niyetlerini ve eleştirmenlerin beklentilerini aşarak.
Alin Taşçıyan yazısında meseleyi zaten baştan belirtiyor: “Konstantiniye dergisinin adına bile itiraz edenler Konstantinopolis surları içindeki küffarın, seven, sevişen, inanan, korkan, etten kemikten insanları olarak belirdikleri bu öyküyü hiç sevmeyecekler” ve Ali Erdem (Emek Gazetesi) meseleyi önyargısız ele alıyor: “Kuşatma Altında Aşk elbette bir başyapıt değil, ama bu tarafları pek bilinmek istenmeyen ve önyargıyla yaklaşılan Bizans’a ve kültürüne içerden bakmayı deneyen bir keşif filmi.”
Bizans’ın kalıntıları üzerine kurulu bir kentte yaşayıp Bizans’ı salt resmi tarihten bilmek ne kent kültürüne ne de genel kültüre yakışıyor ama, oluyor işte!
Evet, Kuşatma Altında Aşk bir başyapıt değildir, birçok kusurları da dar bütçesinden kaynaklanmaktadır ama, her hali ile, bir üstün yapım olmadığını açıkça itiraf ettiği gibi bir üstün yapım olma sevdasında da değildir. Kurgusunda, çekilen malzemeden kaynaklanan aksaklıklar olabilir (hangi filmde yok ki!) bir kısım profesyonel olmayan oyuncuların oyununda da. Tutkulu aşk öyküsü, iki yeni yetmenin romantik ilişkisine dönüşmüş olabilir ama kanımca önemli olan -ve neredeyse tüm meslektaşlarımın görmezliğe getirdikleri nokta Kuşatma Altında Aşk’ın sadece Türk sinemasında değil de dünya sinemasında bile çok çok az sayıdaki Bizans konulu filmlerden biri olmasıdır. Ama derseniz ki Bizans’ın iç sorunlarından ve bunları simgeleyen kişilerden (tarihsel ya da kurgusal) bize ne, o zaman kendi eleştirmenliğinizi artı genel kültürünüzü, İstanbul kültürünüzü gözden geçirin.
Galiba bu da yetmiyor; duyduğuma göre Antalya Festivalinde bulunmuş olan sinema yazarlarımızdan biri Fatih’in neden bu kadar genç gösterildiğini sormuş, Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiğinde 21 yaşında olduğunu unutarak. Ve de elinde neden bir gül tuttuğunu…
Böyle durumlarda kişinin gidip Osmanlı tarihini de gözden geçirmesi gerekmez mi?
Muhakkak ki yazı yazmak, sinemayı yazmak çok güzel ve yararlı bir şeydir, köşe sahibi olmak itibar kazandırıyor, medyatik olmanın bir başka yoludur ama, lütfen, bilgiden, araştırmadan şaşmayın, bilmediğinizi döktürmeyin. Meslektaşlarımdan biri, örneğin, Ersin Pertan’ı Ed Wood’a benzetmiş. Yanlış; Ed Wood oyuncu idi ve de yönetmen olan Ed Wood’un babası; yani ilki “senior” ikincisi “junior”. Hem, merak ediyorum, bu benzetmeyi yapan Ed Wood Jr.’un çektiği yedi filmden kaçını izledi, izlediyse, yoksa Tim Burton’un filmindeki bilgilerle mi yetindi?
Eleştirinin mafyasını bilmem ama eleştirinin bir inceleme, araştırma, nesnel değerlendirme işi olduğunu bilirim. Bunlar olmazsa Face Off ile John Woo’yu keşfederek heyecan içinde yatıp kalkanlar Woo’nun, ola ki Hong Kong dönemini araştırmadıklarından, bu yönetmenin Amerika’da büyük bütçelere ve yıldızlara rağmen, aslında, nasıl gerilediğini fark edemezler.
Eleştirinin bir de iyi niyetli yaklaşımları oluyor: Çarpıcı bir başlık, övgü dolu yuvarlak laflar, bir şeyler kurtarabilmek endişesi ve son cümlede olumsuz bir yorumcuk.
Bir zamanlar, çok eskiden, “vurucu” eleştiriden söz etmek ve uygulamak olası idi. Şimdi ise… Yoksa bu uzlaşmalı yaklaşımlar bir “çete” taktiği mi?
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 4. sayısında yayınlanmıştır.)