Senaryosuz film çekmek…
Ahmet Soner/
Yılmaz Güney’in filmlerinden pek çoğunu senaryosuz çektiği bilinmektedir. Bu yazıda, birlikte çalıştığımız dönemden (1971) vereceğimiz örneklerle konuya açıklık getirmeye çalışacağım. Önce o günlerin ortamından söz etmek gerekiyor.
1971 yılının Şubat ayında Ankara’daydım. Çok karışık günlerdi, sol bir darbenin hazırlandığı herkesin dilindeydi. Öğrenci gençler bağımsız örgütlenme peşindeydiler, bu amaçla Ankara’da iki banka soymuşlardı. Siyasal’dan Kızılay’a doğru yürürken, bir arabanın içinde Yılmaz Güney’i gördüm, yanında öğrenci gençler vardı. Onlar beni görmediler, araba Siyasal’a doğru uzaklaştı.
12 Mart’ta muhtıra verilmiş, ama hiç kimse bunu üstlenmemişti. Muhtıradan üç gün sonra İstanbul’da bir banka daha soyulmuştu. 16 Mart’ta Denizler yakalanmışlardı. Nisan ayının ilk yarısında önce işadamı Mete Has, sonra Doktor Rahmi Duman’ın oğlu rehin alınarak fidye istenmişti. Metropollerde ve Kürdistan’da sıkı yönetim ilan edilmişti (26 Nisan) ve Dev Genç kapatılmıştı.
Nisan başında Yılmaz Güney’in Levent’teki evine gitmiş ve kendisiyle çalışmak istediğimi söylemiştim. 0 sırada “Çirkin ve Cesur” adlı bu filmde oynuyordu. Mayıs’ta çekeceği filmde çalışabileceğimi söylemişti. Nisan ayı sonlarında “Çirkin ve Cesur” bitmek üzerindeydi. Polonezköy’deki film setine gitmiş, geceyi de orda geçirmiştim. Yılmaz Güney’le uzun uzun konuşmuştuk. Mayıs’ta Fatma Girik’le bir filme başlayacağını, İrfan Film’e gelmemi söylemişti. Radyoda aranan 62 kişinin adları anons ediliyordu sürekli olarak.
Mayıs ayında İrfan Atasoy’un yazıhanesinde buluştuk. On hazırlık yapmak için senaryoyu istedim. Yılmaz Güney iki elini yanlara açıp omuzlarını kaldırdı, “Senaryo yok” dedi. Ertesi gün filme başlayacaktık. “Peki yarın ne çekeceğiz? Nerede çekeceğiz? Kimleri çekeceğiz?” diye sordum. “Yaz” dedi, “Mekan Fatih Ormanları, oyuncular Fato ile ben… Spor bir araba, kırmızı olsun, üstü açılabilir cinsten. Güneş şemsiyesi, portatif masa ve sandalyeler, piknik malzemeleri filan…” Notlarımı alıp yapım yönetmenine ihtiyaç listesi verdim. Ertesi gün Salı’ydı. Yapımcılarda bir inanç vardır, Salı günü filme başlamazlar, “Salı sallanır” derler. Yılmaz Güney, yapımcı İrfan Atasoy’un bütün ısrarlarına karşın bildiğini okudu, 4 Mayıs 1971 Salı günü henüz adı belli olmayan filme başladık. Fatih Ormanları’nda atış talimi yapan Kara Çocuk’la Mavi Çocuk’un henüz bilinmeyen öyküsüne başladık. Öğlene doğru Yılmaz Güney beni kenara çekip Yusuf Küpeli’yi tanıyıp tanımadığımı sordu. Tanıdığımı söyledim. Göreyim, Maslak’taki benzinciye gelecek olan Yusuf Küpeli ve arkadaşlarını alıp sete getirmekti. Benzinciye gidip beklemeye başladım. Salı günü burada çalışmamızın nedeni şimdi anlaşılmıştı: Önceden kararlaştırılan randevu Maslak’ta olduğu için, oraya yakın bir mekanda film çekiyor gibi görünüp buluşmayı bekliyorduk.
O gün benzinciye Küpeli ve arkadaşları gelmediler. Sonraki günlerde yine ikili sahnelerle oyalandık: Uçurtma sahnesi gibi… 10 Mayıs Pazartesi günü Kanlıca’da bir yalıda çalışmaya başladık. Mete Has ve Hakan Duman olaylarından esinlenen Yılmaz Güney’in kafasında öykü şekillenmeye başlamıştı: Kara Çocuk ile Mavi Çocuk adam kaçırıp fidye isteyeceklerdi. Sahne bir bilgi yarışması gibiydi. Yalı sahibi zengin çifte çeşitli sorular soruluyordu. Genel kültür sorularını bilen çift, ekmeğin fiyatını bilemiyordu. Bir soruda ise “Sekban-ı Cedit”in açıklaması isteniyordu. Filmde “Sekban-ı Cedit” sözü bir kaç yerde geçiyordu. Tanzimat döneminde kurulan bu ordu “Yeni Asker” anlamına geliyordu, 12 Mart darbesini ve sıkıyönetimi hatırlatmak amacıyla filmde kullanılıyordu. 17 Mayıs Pazartesi günü Tarabya’da Mesut Bey’in evinde çalışıyorduk. İsrail Başkonsolosu Elrom’un kaçırıldığını öğrendik. Ertesi sabah Yılmaz Güney bana gizlice bir zarf verdi. Tuvalete girip zarfı açtım: THKP-C’nin bildirisiydi. Radyoda yayınlanması için yazılmıştı. TRT bildiriyi yayınlamadı. Bunun yerine Başbakan yardımcısı Sadi Koçaş’ın tehditlerine yer verildi. Hafta sonunda İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edildiği, genel arama yapılacağı açıkladı. Yılmaz Güney kaldığım evin uygun olup olmadığını sordu. O sıra Galatasaray’da eski bir binanın altıncı katında, 11 odalı bir dairede, Genç Sinema’nın merkezinde kalıyordum. Yılmaz Güney adresi aldı, üç kişi göndereceğini söyledi.
22 Mayıs Cumartesi günü filmin final sahnesini çekmek için yine Fatih Ormanları’na gittik. Maslak yolunda askeri birlikler arama yapmak amacıyla bütün araçları durduruyorlardı. Yılmaz Güney belinden çıkardığı tabancayı bana verdi, alıp kemerime sokuş turdum. Film ekibini aramadılar nedense. Bu Smith-Wesson, Yusuf Küpeli’nin hediyesiydi, sonra “Umutsuzlar”da kullanıldı. Süleyman Turan filmde Yılmaz Güney’in çocukluk arkadaşı olan polis komiserini canlandırıyordu. Filmin son sahnesinde sivil ve resmi polisler, Kara Çocuk ile Mavi Çocuk’a pusu kuruyorlar, Komiser Süleyman ateş açılmasını engellemeye çalışıyordu. Kalabalık ve uzun bir sahneydi, bir günde çekilmesine olanak yoktu. Ertesi gün genel arama olacağı için sahneyi yarıda bırakıp evlere dağıldık. Gece 23.00’da sokağa çıkma yasağı başlayacaktı. Eve gidip Yılmaz Güney’in göndereceği üç kişiyi beklemeye başladım. Gece yarısına kadar kimse gelmeyince yattım.
Oysa o gece Yılmaz Güney Fatih’de bir evden arabasını aldığı Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir, Oktay Etiman ve Ulaş Bardakçı’yı Levent’e götürmüş. Ulaş orada ayrılıp bir başka eve gitmiş. Yılmaz Güney üç devrimciyi kendi evinde saklamıştı.
23 Mayıs Pazar gününü İstanbullular kapıdan dışarı çıkmadan, asker ve polisleri bekleyerek geçirmişlerdi. Bizim Galatasaray’daki eve gelen giden olmamıştı. Oysa Yılmaz Güney’in Levent’teki evine askerler gelmiş, ama arama yapmamışlardı. O gün Elrom’un cesedi bulunmuştu.
24 Mayıs Pazartesi günü yazıhaneye gittiğimde Yılmaz Güney’in gözaltına alındığını, Sirkeci’deki Sansaryan Hanı’nda, birinci şubede olduğunu öğrendim. O haftayı Yılmaz Güney’i beklemekle geçirmiştik. Yapımcı filmin yarım kalmasından korkuyordu.
31 Mayıs Pazartesi günü filme kaldığımız yerden başladık. Yılmaz Güney bir gün önce bırakılmıştı. Yüzü solgundu, zayıflamıştı, sakalları uzamıştı. Bir an önce filmi bitirmek istiyordu. O gün filmin finalini çektik, Kara Çocuk ile Mavi Çocuk polis kurşunlarıyla can verdiler, ellerinde birer tane kırmızı gül vardı (*). O gün Nurhak’ta Sinan Cemgil ve arkadaşları öldürüldüler. Ertesi gün Feriköy’deki Tanık Plato’ya gidip bir sürü bağlantı sahneler çekip filmi apar-topar tamamladık. Haziran ayına girmiştik. O gün Mahir Çayan ile Hüseyin Cevahir Maltepe’de bir evde kıstırılmışlardı. O evden Mahir yaralı, Hüseyin ölü olarak çıktı.
Bundan sonraki 45 günü İstanbul dışında geçirdik. Çünkü Yılmaz Güney, sıkıyönetim bölgesi dışına sürgün edilmişti. MİT ve polis, Yılmaz Güney’in gençlere yardım ettiğini biliyordu. Gençleri bir an önce yakalamak istiyorlar, bunu için onların bütün kaynaklarını kesmek istiyorlardı. Yılmaz Güney de onları besleyen ana kaynaklardan biriydi. Barınma, silah ve para gibi en önemli ihtiyaçları Yılmaz Güney tarafından sağlanıyordu.
Haziran başında Ürgüp’de “Acı” adı verilen filme başladık. Yılmaz Güney elinde üç sayfalık bir öykü vardı, adı “Çiçek Ali” idi. Filmde başrol yine Fatma Girik’teydi. Kendisi İstanbul’da bir gazinoda şarkıcı olarak sahneye çıkacaktı. Bu yüzden on gün içinde onun bütün sahnelerini çekmek zorundaydık. Acı”yı da apar-topar çektik, büyük acılar içinde…
23 Haziran’da “Ağıt”ın çekimlerine başladık. Sabahları korku içinde gazetelere bakıyor, kimlerin öldüğünü, kimlerin yakalandığını, kimlerin ispiyon edildiğini acı içinde izliyorduk. Nurhak’da Sinan Cemgil ve arkadaşlarının muhbirler tarafından ele verilmesi Yılmaz Güney’i çok etkilemişti.
“Ağıt”ın vermek isteği mesaj şuydu: “Muhbirleri cezalandırın.” Filmin öyküsü içinde nöbette uyuyan eşkıyalardan biri de ölümle cezalandırılır. Filmin finalinde ise ölüsünü veya dirisini getirene ödül verilecek olan Çobanoğlu, yoksul bir köylü tarafından vurulur. Köylü zengin olmanın hayali içinde haykırarak koşar: “Kurtulduk, Allah yüzümüze güldü…” Film o anda sona erer.
“Ağıt”ta jandarmalar tarafından yakalanmış bir öğrenci gerillaya da yer verilmiştir. 17 Temmuz’da filmi bitirip İstanbul’a dönmüştük. Bir hafta sonra yeni bir filme başlayacaktık. Öğrenci örgütleri henüz bütünüyle ele geçirilememişti, sıkıyönetim sürüp gidiyordu. Genç Sinema’nın Galatasaray’daki merkezi basılmış, herkes dağıtılmıştı. Beyoğlu’nda küçük bir daire bulup oraya taşınmıştım.
26 Temmuz da “Umutsuzlar”ın çekimine İstanbul’da başladık. Elimizde yine senaryo yoktu. Bir mafya babasının aşkı üzerine film yapacaktık. Yusuf Küpeli bu arada Mahir Çayan ile çelişkiye düşmüş, ayrılmak peşindeydi. İki taraf da Yılmaz Güney’i kendi safında görmek istiyordu. Ulaş Bardakçı Yılmaz Güney’e daha yakındı. Saflardaki bölünme örgüt militanlarının morallerini bozuyordu. Militanlar artık silahları bırakmaktan, teslim olmaktan söz eder olmuşlardı. “Umutsuzlar”ın vermek istediği mesaj şuydu: “Silahınızı bırakmayın!”
Yazının başından beri sözünü ettiğim filmler, senaryosuz çekilmiş filmlerdir. Yılmaz Güney bu filmlere kendi yaşadıklarını, güncel olayları ve iletmek istediği mesajları ustalıkla yerleştirmiştir. Bu filmler 1971 yılında sansüre uğramadan sinemalarda gösterilmiş ve seyircisine ulaşmıştır…
(*) “Yarın Son Gündür” onaltı iş gününde çekildi.
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 5. sayısında yayınlanmıştır.)