Türk Sinemasında Tartışmalar/Polemikler/Kuramlar – 1

Giovanni Scognamillo

Giovanni Scognamillo /

Türkiye’de sinema eleştirisinin tarihi (ya da serüveni) dönem dönem kopan ve eleştirmenleri gruplaştıran tartışma/polemiklerin bir uzantısından da oluşuyor. Son yıllar bu tür polemiklere tanık olmadı, en azından aynı şiddet ve saldırı esprisi içinde. Bu yüzden, kanımızca, bu çeşitli – fakat her seferinde Türk sinemasının bayrağını dalgalandıran – kuramsal tartışmalara genişçe bir yer ayırmak yerinde olacaktır. Eski defterleri, gazete ve dergileri, gerekirse mektupları karıştırmak, kısmen unutulan – belki de unutulması doğru olan – olay ve yorumların tazelenmesi belki katılanların bir kısmına biraz yersiz gelecektir, ne var ki, doğrusu ve yanlışı ile, her eylem sadece ve sadece kaçınılmaz bir değişimin, bir evrimin, bir şekil alma ya da şekil değiştirmenin parçasıdır.

Türk sineması ile ilgili tartışmaların en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1.) Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali (1959)

2.) Birinci Türk Sinema Şurası (1964)

3.) Sinematek Derneği – Türk Sineması (1965)

4.) Sinematek Derneği – Türk Film Arşivi

5.) Sinematek Derneği – Genç Sinema

6.) Toplumsal Gerçekçilik

7.) Halk Sineması

8.) Ulusal Sinema

9.) Ulusal Sinema – Milli Sinema

Bunlardan halen, zaman zaman sürdürülen – en azından söz konusu olan ve sonuçlanmayan – tek kuramsal tartışma “Ulusal Sinema/Milli Sinema” sorununu ele alanıdır.

1. Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali (1959)

İstanbul’da 20-29 Mayıs 1959 günleri arasında yapılan ve İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ile Türk Sinema Sanatçıları Derneği tarafından hazırlanan Festival, aşağıdaki film ve sanatçıları ödüllendirdi:

En iyi film                                            : Yok

En iyi yönetmen                 : Atıf Yılmaz Batıbeki

En iyi kadın oyuncu                          : Yok

En iyi erkek oyuncu                           : Sadri Alışık (Zümrüt)

En iyi senaryo                                     : Yok

En iyi görüntü yönetmeni : Kriton İlyadis (Beraber Ölelim)

En iyi besteci                                       : Yalçın Tura (Zümrüt)

Jüri özel ödülü                                     : Dokuz Dağın Efesi (Metin Erksan)

Türk Film Festivali ilk kez sinema yazarlarını ve sinemacıları karşı karşıya getiriyor ve ilk önemli fraksiyonun nedenini oluşturuyor.

Nijat Özön durumu şu şekilde yorumluyor:

“Sinema yazarlarından çoğu sinema üzerine söyleyeceklerini tüketmiş durumdaydılar; çoğu, belli başlı filmler, belli başlı rejisörler, belli başlı konular üzerinde aşağı yukarı artık kalıplaşmış birtakım düşünceleri tekrarlamaktan öteye geçmiyorlardı. Buna karşılık bu yazıları izleyen, bunlardan bir takım dersler çıkarmaya çalışan, mesleği üzerine daha bilinçli olarak düşünmeye başlayan sinemacılar, aynı zamanda pratik çalışmalarının da verdiği güçle, bu yazarların çoğundan daha ileri duruma geçmişlerdi. Başlangıçta pek farkına varılmayan bu durum, festivaldeki birtakım davranış ve tutumlarla birdenbire patlak verdi. O zamana kadar hiç olmazsa yazarların dürüstlüğünden şüphelenmeyen sinemacılar dışarıdan gelen etkilerin, sinemaya yabancı bazı kimselerin yol açtığı yersiz davranışlar, birtakım küçük hesaplara uymalar, yapılan haksızlıklar dolayısıyla, yazarlardan çoğunun bilgisinden olduğu kadar dürüstlüğünden de şüpheye düştüler. Bundan dolayı, festival sona erdiği vakit, artık sinemacılar, sinema yazarlarına karşı eskisi kadar inanç, saygı ve yakınlık beslemiyorlardı.” [1]

2. Birinci Türk Sinema Şurası

Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali’nde ortaya çıkan taraflar arası güvensizlik, daha da uç boyutlara ulaşarak, uzun yıllar sürecek, kısa süre içinde kurulacak sinema kurumlarının çatışmaları ile alevlenecek, bir “düşmanlığa”, Birinci Türk Sinema Şürası ile kamplaşmanın iyiden iyiye artmasına neden oldu. Birinci Türk Sinema Şurası’ndan daha önceki sayılarda söz ettik. Bu kez, daha çok, tartışmanın basına yansıyan örneklerine yer vermek ihtiyacını duymaktayız.

Beş yıl önce düzenlenen Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali, “… dışarıdan gelen etkilerin, sinemaya yabancı bazı kimselerin yol açtığı yersiz davranışlar…” yüzünden bir “geri-lim” yarattığı gibi Birinci Türk Sinema Şurası da “meslek dışı elemanların mevcudiyeti” dolayı eleştirilere ve kopmalara yol açıyor.

10 Kasım 1964 tarihli “Akşam” gazetesinin ekinde Doğan Pürsun Şura ile ilgili bunları yazı-yordu:

“Yerli sinemanın yıllardan beri beklediği devlet ilgisi de bu şekilde sağlanmış oluyordu. Ne yazık ki, Şura açılır açılmaz, yerli filmciler acaip bir tutumla ortaya çıktılar… Ve sinema Şurası’nda, sadece kendilerinin bulunacağını, diğerlerinin toplantıdan çıkarılmasını istediler.

Yerli filmcilerin bu istekleri Şura’da soğuk bir duş tesiri yaptı. Turizm bakanı (Ali İhsan Göğüş) toplantıda yerli sinemanın gelişmesi için ne gibi çalışmalar yapılmasının araştırılacağını, kesin bir karar alınmayacağını, sinema ile ilgisi olanların fikirlerini öğrenmekle büyük fayda olduğunu açıkladı.

Fakat bütün bu sözlere rağmen yerli filmciler tek bir cevap verdiler: ‘Bizlerden başka kimse yerli sinemaya karışamaz.'”

Hedef sinema yazarları/eleştirmenlerdi, meslek dışı sayılanlar onlardı özellikle; Şura’nın ilk günü yönetmen Ertem Göreç’in açıkladığı gibi, “Türk Sinema Yazarları Birliği”nin temsilcileriydi. Rekin Teksoy’un da belirttiği gibi [2] işin biraz garip tarafı Şura’da “istenmeyen kişi” gözüyle bakılanlar aynı yılın Ocak ayında “Birsel Film”in, kuruluşunun 10. yılında düzenlediği, Metin Erksan tarafından yönetilecek ve “yerli film anlayışının dışında, klasik yönlere sapmadan iç pazarın alışılmış isteklerine aykırı, dünya sinema sanatı ve esasları içinde…” [3] çekilecek bir filmin senaryo seçici kurulu üyelerindendi (Semih Tuğrul, Tuncan Okan, Giovanni Scognamillo). Metin Erksan ise karşı takımda görülüyordu.

Ne var ki Metin Erksan, Şura’daki olaydan 48 saat sonra, “Türk Sinema Yazarları Birliği”ne gönderdiği mektupta, “Sinema yazarlarının Türk Sinema Şura’sının her yöndeki çalışmasına katılmasına karşı değilim. Aksine, Türk sinemasının her meselesini, sinema yazarlarının bütün uyarmalarına rağmen kötü film yapmakta devam edegelen ve Türk film prodüktörleri içinde çoğunlukta bulunan kişilere karşı, birlikte halledeceğiz” deyip tek başına bir gerçeği vurguluyordu.

Şura’nın bitiminde Prodüktörler Cemiyeti Maliye Bakanlığı’na aşağıdaki telgrafı çekiyordu:

“9 Kasım 1964 tarihinde İstanbul’da toplanan Türk Sinema Şurası’nda meslek dışı elemanların çoğunlukta olması ve meslekdaşlarımızın bilhassa azınlıkta bırakılmasından ötürü Şura’dan çekilme kararı aldık.

Bu kerre beklenen şekilde yerli filmlerin rüsumlarını arttırmak ve ithal filmlerin rüsumlarını düşürmek gibi çok garip bir karar alındığını öğrenmiş bulunuyoruz.

Bu kararın ise 20 Kasım Cuma günü meclis komisyonlarında görüşüleceğini, Suphi Baykam’ın Türk Sinema Kanunu teklifine karşı çıkarıldığını haber aldık.

Eğer kanun bu kararın tesiri ile çıkar ve ithal filmin rüsumları düşürülürse bu açıkça ithal filmlerin korunması olacaktır.” [4]

Aslında Şura’daki “Ekonomik Komisyon”un almış olduğu karar bir yıl önce, Halit Refiğ’in de desteklediği “kaliteye prim” toplantılarında konuşulanların bir şekillenmesinden başka bir şey değildi.

“Yerli filmlerden alınan Belediye rüsumu %20’den %30’a çıkarılmalı, sanat değeri olduğunu ileri süren yapımcının filmi değerlendirme kurulunca uygun görülürse %15 rüsumla gösterilmelidir. İthal filmleri ise eski rüsum üzerinden (%41.5) gösterilmekle birlikte estetik değerlendirme kurulunun uygun göreceği yabancı filmlerden %30 alınmalı; böylelikle kaliteye prim verilmelidir.” [5]

Nedir ki bu işlem kurulması öngörülen bir Milli Filmcilik Merkezi’nin bünyesinde oluşturulacak bir “estetik” danışma kurulunun elinde olacağından, sinema yazarı/eleştirmen endişesi yeniden dirilmiş bulunuyordu.

Halit Refiğ’in evinde düzenlenen “kaliteye prim” toplantıları gibi Birinci Türk Sinema Şurası da hiçbir pratik sonuca bağlanmadı. Tek sonucu, eleştirmen/sinemacı ilişkilerini daha da incitmek oldu.

3. Sinematek Derneği – Türk Sineması

Kampların – ve kampların içinde özel ilişkilerin ve eski/yeni dostlukların da – iyice ayrılması, 1965’te kurulan Sinematek Derneği’nin dolaylı katkısı ile oldu. Sinematek, salt bir sinema kültürü kurumu olmakla yetinmeyip, sinemanın içinde de bir değişime varmak amacındaydı. Ve Sinematek optiği içinde de Türk sineması, özellikle Yeşilçam sineması, halen “kurutulması gereken bir bataklık”tı. Sinematek Derneği’nin yayın organı olan Yeni Sinema’nın ikinci sayısında yer alan başyazı, Derneğin Türk sinemasına nasıl baktığını açıklıyordu:

“Yeni Sinema, ulusal sinemanın gelişmesi, sanat değeri belirli bir düzeyin üzerinde eserler verebilmesi için önce içinde bulunduğumuz durumun korkusuzca açıklanmasını, nedenlerinin çeşitli yönleriyle ve dürüstçe ortaya konmasını istemektedir. Derginin yazarları yerli sinema endüstrisinin sorunlarının, toplum yapımızla sıkı iliş-kiler bulunduğunun, bu yüzden soyut, ayrı bir alan olarak düşünülemeyeceğinin bi-lincindedirler. Bu sorunların çözülebilmesi için köklü tedbirlerin, yeniden düzenlemelerin gerekliliği açıktır. Türk sineması, bir sanat olarak da, öbür ülkelerin sanatından soyutlanmış bir biçimde düşünülemez. Yeni Sinema Türkiye ölçülerine değil evrensel sinema sanatı değerlerine önem vermektedir. Bu yüzden sanat düzeyinde gelişen ulusal bir Türk sineması, bu evrensel çabaya katılıncaya kadar Yeni Sinema öncü dergilerin sürdürdüğü savaşı izleyecek, daha da ileri götürecektir.” [6]

Halit Refiğ’in yorumu ile;

“Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Sinema evrensel bir sanattır. Bu evrensel sanatın değerlendirme birimi batıdadır. İyi film yapma ancak batılı gibi film yapmakla olur. Batılı filmler ölçüsüne varmadıkça Türk filmleriyle ilgilenmenin bir ma-nası yoktur. Türk filmleri kendilerini batıya da kabul ettirmeden onlardan söz edilmemeli, Türk seyircisine batıdan gelen filmleri sevdirmek ve benimsetmek için savaşılmalıdır.” [7]

27 Temmuz 1966 günü Halit Refiğ ve Duygu Sağıroğlu, Türk Sinematek Derneği’nin lokalinde düzenlenen “Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Türk Sineması ve Geleceği” açık oturumuna katılıyorlar. Diğer katılımcılar, Onat Kutlar, Ali Gevgili, Sezer Tansuğ, Tuncan Okan ve Giovanni Scognamillo. Açık oturum, tarafların ölçüyü kaçıran heyecanlı gerginliği, yersiz ve geçmişe dönük, kişisel suçlamaları yüzünden bir kaosa dönüşüyor.

Bu kez köprüler iyice yakılmış görünüyor…

Oturumdan üç ay sonra Yeni Sinema’nın 3. sayısı bir Türk Sineması Özel sayısı oluyor. Sayının “Ellinci Yıla Önsöz” başlıklı başyazısında oturumun yankıları sürüyor:

“… Kötü filmlerin daha kurnaz yaratıcıları ise tehlikeli bir oyunun peşindeler: Halk sineması. Bu kavramı savunanlar şunları söylüyorlar: ‘Sinema yığınlar için yapılan bir sanattır. Bir avuç aydının bilgilikleri ve batılı beğenileri bizi ilgilendirmiyor. Bizi halkın beğenileri ilgilendiriyor. Düşüncelerimizi onların anlayacağı bir dille anlatmak zorundayız. Biz ‘Geçen Yıl Marienbad’da’ gibi filmler yapamayız. Filmlerimiz Türk toplumunun yapısına uygun olacaktır.’ (…) Bu kurnazlık kuramının ikinci kozu ‘Batılılaşma’ kavramıdır. Bu kavram çevresinde ekonomi ve toplum bilim alanlarında yapılan araştırmalar, henüz kesin sonuçlara ulaşmamış incelemeler (Asya Biçimi Üretim vs.) sağcı bir ‘infiratçılık’a yaraşır basit sloganlara temel yapılmak istenmektedir. Bu araştırmaları yapan bilim adamlarının, görüşlerinin bir sömürme düzenini savunmak için kullanılmasına göz yummayacaklarından eminiz. Bugün ülkemizde kimse, batılı filmlerin kopyalarının yapılmasını, ikinci elden ‘Marienbad’lar uydurulmasını istememektedir. Kurulması gereken sinema elbette ulusal bir sinemadır, halkımızın derin özelliklerini yansıtan bir sinemadır. Ama hiçbir zaman ‘Alaturka’ bir sinema değil.” [8]

Nijat Özön’ün “Türk sinemasına eleştirmeli bir bakış”, Ali Gevgili’nin “Çağdaş sinema karşısında Türk sineması”, Tarık Kakınç’ın “Türk sinemasının boyutları”, Sungu Çapan’ın “Genç kuşak iyimserliği”, Tuncan Okan’ın “Türk sinemasının ekonomik durumu”, Giovanni Scognamillo’nun “Türk sinemasında yabancı etkiler”, Sezer Tansuğ’un “Yerli sinemada anlatım sorunları”, Ziya Metin’in “Türk sineması ve seyirci” gibi yazılarına yer veren sayı için Halit Refiğ’in değerlendirmesi şöyle oluyor:

“Hadiseli oturumdan sonra ilk çıkan sayı Türk sinemasına ayrılmışsa da, derginin Türk sineması karşısındaki tutumu oturumlardaki davranışını destekler yoldadır. Derginin ilk Türk sineması özel sayısında bir tek Türk rejisörü üzerine ciddi bir araştırma, bir tek Türk filminin doğru-dürüst eleştirmesi yoktur. Türk sineması, çağdaş sinema diye batı sineması ile karşılaştırılmakta, Türk sinemacılarına toptan küfredilmekte (kendilerince bu eleştirme demekmiş!) halen film çeviren bütün rejisörlerin yetersizlikleri ve tükenmişlikleri iddia edilmekte, bütün umutlar Sinematek’te gösterilen yabancı filmleri seyredip, yabancı rejisörler hakkında yazıları okuyup yetişen genç çocukların mucizeler yaratmasına bağlanmaktadır.” [9]

İlk sayısı 1968’in Kasım ayında çıkan ve Türk Film Arşivi tarafından yayınlanan “Özgür Sinema” (dergi ikinci sayı ile “Ulusal Sinema” adını alacaktır) da Sami Şekeroğlu, “1968 Ulusal Sinema” başlığı altında aşağıdakileri yazıyordu:

“Bazı yazarlarımız, kurumlarımız, yalnızca yabancı kültürle beslenmiş, kendini dahi tanımayan gençlerimiz, sinemamızı vurmanın, bilinçsizce vurmanın bir çıkar yol ya da olumlu bir çaba olduğu kanısındaydılar.

Bu görüş ve ikilik sinemanın kendi içinde bile ağır basarken, 1966/67 iyiyi de kötüyü de savunan sinemacıları, karşısındakilerin kışkırtmasıyla birleştiriverdi. Böylece iki taraf arasında en küçük bir ortak yan arama imkanı da ortadan kalkmış oldu. Savaş çok çabuk gelişti, büyüdü hatta sonuçlandı da diyebiliriz. Bu yeni fikirleri savunanlar tehlikeyi sezinleyince çekilmek zorunda kaldılar. Yabancılara karşı bu hareketi yapmak Türkiye’den de kopmaktı…”

Türk Sinematek Derneği’nin kurulduğu günden son yıllarına kadar, dönem dönem süregelen bu “yabancı kültür”, “yabancı sinema taraftarlığı”, “Türk sinemasını saymamak” vb. suçlamaların karşısında kurumun, aslında, suçu ne idi, ne olmuştur?

Türk Sinematek Derneği’nin en temel yararlarını, özetle şu noktlarda toplayabiliriz:

  1. Klasik ve çağdaş sinema gösterileri;
  2. Bir tartışma ve araştırma platformunu oluşturan yayın (Yeni Sinema);
  3. Yabancı sinema adamları ile karşılaşma olanağı.

Türk Sinematek Derneği’nin bir sinematek olarak geleneksel işlevini yerine getirdiği söyle-nemez. Türk Sinematek Derneği, ne bir bir film arşivini, ne de belge/yayın arşivini kurabilmiştir. Ülkedeki sinema kültürü boşluğunu biran önce doldurmak amacıyla çalışmasının ağırlık merkezini gösterilere vermiştir. Ne var ki bu gösterilerin tüm yararlarına karşın TSD’nin bir anda bir çok işi, ve bu arada “yeni bir sinemacı” kuşağı yetiştirme çabasını, ve sinematekçilik konusunda, sinema konusunda uzmanlaşmış olmayan bir kadro ile gerçekleştirmeye kalkması bazı olumsuz sonuçlara da yol açmıştır. İlerici ve sonradan devrimci görünüşüne karşın TSD, “entel” bir olay gibi “patladı” ve bu tür bir başlangıçtan dolayı gerçek bir koruma/araştırma/tanıtma kurumu olamadı. Giderek yetiştirdiği sandığı “genç sinemacılar”la hesaplaşmak ve tartışmak zorunda kaldı.

TSD’nin kuruluşundan 10 yıl sonra Onat Kutlar, geçen süreyi, şu şekilde özetliyor:

“Sinematek kurulduğu yıldan bugüne kadar üç bine yakın uzun metrajlı ve iki bine yakın kısa metrajlı film göstermiş, 37 ülkeden filmler alınmış. Çeşitli ülkelerden yüze yakın konuk gelmiş, hepsi de önemli ve ünlü konuklar. Bunun dışında çok sayıda açık oturum, dizi gösterileri, konferanslar yapılmış az sayıda da olsa kitaplar yayınlanmış…” [10]

12 Eylül 1980’de kapatılan TSD son yıllarında, elverişsiz koşullar ve elden ele geçen bir yönetim yüzünden, eski çekiciliğinden bir hayli şey kaybetti. Kuşkusuz dönem değişmiş, bir ara yirmiye kadar yükselen ve TSD tarafından koordine edilen sinema kulüplerinin sayısı sıfıra inmiş, TSD’nin düzenlediği gösterilerin çoğu izleyicileri artık izleyici ve sinemasever olmaktan çıkmıştı. TSD’nin çöküşü bir taraftan kaçınılmaz nedenlere, beri taraftan da “adapte” olmaya da bağlanabilir. TSD’nin sözcüsü olduğu sinema kültürü ne gerektiği gibi, yani tedrici ve programlı bir şekilde verilmiş, ne de Türkiye’nin kültürel karmaşası içinde “entegre” bir yaklaşıma ulaşabilmişti. TSD batı şakşakcılığını yapmakla sayısız defa suçlanmıştır – çok kez belirli bir demagojinin süreci içinde. Suçlama, kuşkusuz, bir sinematekin çalışma yöntemi içinde, yersiz ve abartılmış idi. Çünkü, Sinematek arşivcilik görevini yapamadıysa da, yapıt göstermek, örnek sunmak zorundaydı. “Batı sinemasının etkisi altında” yetiştiği söylenen gençler bu batı – ya da doğu – sinemasının bilgisinden ve kültüründen yoksun kaldıkları taktirde, hatta salt Türk sineması ile beslendiklerinde, hiç kuşkusuz ki, bir önceki kuşak gibi, genel bir sinema kültüründen habersiz kalacaklardı. Başka bir deyimle formasyonları eksik kalacaktı. Kaldı ki, aynı dönemde benzer bir faaliyet sürdüren – ve sinemacılar tarafından bir alternatif olarak gösterilen ve desteklenen – Türk Film Arşivi de batı sinemasının örneklerini sergilemekten hiç uzak kalmıyordu. Kalamazdı da…

“… ilk zamanlar batı sinemasına karşı Türk filmciliğini destekler bir hüviyeti olan arşiv, zamanla programlarındaki yerli film sayısını azaltarak ünlü batı müzikalleri, John Houston, John Ford gibi yönetmenlerin toplu gösterilerini yapmaya başlamıştır.” [11]

TSD ile Türk Film Arşivi’nin (sonradan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Sinema-TV Enstitüsü ve bugün Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Enstitüsü) ortak ve karşıt noktaları, iki kurum arasında bir dönem süregiden çatışmaları gözden geçirdiğimizde daha ayrıntılı bir şekilde saptayabiliriz.

4. Türk Sinematek Derneği – Türk Film Arşivi Polemiği

TSD 1965’de kuruluyor. Türk Film Arşivi’nin kuruluşu ise şu şekilde anlatılıyor:

“Yurdumuzda ilk film arşivi bugün Türkiye’de BİR DEVLET FİLM ARŞİVİ kuruluşunu gerçekleştiren kişiler tarafından 1962 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi içinde bir öğrenci-öğretim üyesi topluluğu olarak KULÜP SİNEMA 7 adıyla kurulmuştu. 1967’de ise TÜRK FİLM ARŞİVİ adıyla görevine devam eden bu kurum ve elemanları bugün TÜRK DEVLET FİLM ARŞİVİ’ni yönetmektedirler.” [12]

“Kulüp Sinema 7″ yayın olan “Film” dergisinde Sami Şekeroğlu bunları yazıyordu: “Hiçbir memleketin sinemasından ‘Tüm yanayız’ veya ‘Ona tüm karşıyız’ demeyeceğiz. Bizi ilgilendiren memleketler değil, yapıtlardır. Yerli sinemamıza gelince; bugün ona dokunmayı, ona karşı gelmeyi gereksiz buluyoruz. Kötü bir şeyi kaldırıp atmak için onun yerine konacak iyiyi hazırlamak gerekir.” [13]

1965 yılında kurulan TSD ile üç yıldan beri faaliyet gösteren ve bu süre içinde 74 yabancı (kısa ve uzun metrajlı) ile 2 Türk (Yılanların Öcü – Metin Erksan; Karacaoğlanın Kara Sevdası – Atıf Yılmaz) filmi gösteren Kulüp Sinema 7 arasında, amaç olarak, pek bir fark yoktu. Ne var ki, üç yıl sonra, Sami Şekeroğlu’nun çizgisi değişmişti ve “Kulüp Sinema 7″ yerini “Türk Film Arşivi”ne bırakmıştı. Artık amaçlar değişiyordu:

“Yılda 250 film yapılan yurdumuzda bir sinemanın varlığı yokluğu gibi tutarsız sözlerden uzaklaşmış gibi göründüğümüz şu günlerden yararlanmak gerek. Kendimizi geç kalmış saymamalıyız. Çağdaş dünya sineması Herküller, Masistler, Bondlarla uğraşırken, biz ulusal Türk sinemasının ortaya çıkmasını bir araya gelerek beraberce sağlamalıyız. Hepimizin aynı yolda çalışması, direnmesi gerekli 1968’de.” [14]

Üç yıl içinde neler olmuştu? Üç yıl önce Türk sinemaseverinin ünlü yönetmen François Truffaut’nun ne zaman gelip nereden neler konuştuğunu öğrenemediğinden yakınan Şekeroğlu’nun, bir kısmı Bulgar sinemasına, bir kısmı Griffith ve Resnais gibi “batılı” yönetmenlere ayrılan Türk Film Arşivi yayını “Özgür Sinema”nın ilk sayısında bilinçlenmesi nasıl olmuştu? (“Özgür Sinema”, Metin Erksan ve Halit Refiğ’in uyarıları ile bir sonraki sayıda “Ulusal Sinema” adını alacak ve tümü ile Türk sineması ile ilgilenecektir.)

TSD, tekrarlayalım, 1965’de kuruluyor. Türk Film Arşivi ise 1967’de. TSD, çıkışı ile, bir potansiyel teşkil ediyor, bir olay yaratıyor ve bu olayı yaratanlar varolan Türk sinemasına karşı pek olumlu denilebilecek şekilde yaklaşmıyorlar. Ortada bir Türk sineması vardır; bu gerçeği ve bu Türk sinemasını temsil edenlerin, bu Türk sinemasını düşünsel olarak yönlendirenlerin ya da yönelendirmek isteyenlerin, çalışanların varlığını tartışmak olanaksız. TSD bu Türk sinemasını saymıyorsa, hatta değiştirmek amacındaysa, üstelik bir sinematek, yani bir film arşivi olarak Türk sinemasının ürünleri ile ilgilenmiyorsa, bunu yapack başka bir kurum gerekmektedir. Hem de bir an önce. Türk Film Arşivi alternatifi böylece doğuyor.

Kulüp Sinema 7’den Türk Film Arşivi’ne geçiş Sami Şekeroğlu’nun gayreti ve bir grup yönetmenin (Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Menduh Ün, Atıf Yılmaz) yakın desteği ile oluyor. Alternatif kurumun kuruluşu ve işlev kazanması çeşitli nedenlere de bağlıdır:

  1. a) Bir “prestij” sorunu (her iki kurum da FIAF’ın, Film Arşivleri Uluslararası Federasyonu’nun, üyesi olmak yarışında; çünkü FIAF üyeleri arasında film ve bilgi alış ve-rişini sağlar, üyelere yardım eder, destekler),
  2. b) Bir “savunma” sorunu (TSD’nin, sinemacılara göre, önemsemediği Türk sinemasına, yapıtlarına ve sanatçılarına sahip çıkmak ve onları korumak)
  3. c) Bir “kuram” sorunu (TSD’nin temsil ettiği evrensel sinema anlayışına karş Ulusal Sinema kuramını kanıtlamak ve yaymak)

1966’da yapılan açık oturum, bu konuda bir çıkış notası ya da kıvılcım oluyor, en azından saflar ve bunlarda yeralanlar belli oluyor (yine de iki kurum arasında yakınlaşma deneyleri de eksik olmuyor, örneğin Türk Film Arşivi yayını olan Ulusal Sinema dergisinin ikinci sayısında Sami Şekeroğlu, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu ve Metin Erksan’ın yazıları yanında TSD organı “Yeni Sinema”nın yazı kurulundan Giovanni Scognamillo ve derginin teknik sekreteri Jak Şalom’un da yazıları yer alıyor.) Sonraki yıllarda ise kurum arası çatışmalar, görüş ayrılıkları, suçlamalar zaman zaman ölçüsüzlüğe (ve bugünden bakıldığından anlam-sızlığa, aşırı ve yersiz bir heyecana) varıyor.

Ve kurumlar arası çatışma, dön dolaş, sinema yazarlarına/eleştirmenlere varıyor (kaldı ki, sinema yazarlarının çoğu Sinematekçi’dir o dönemde, çünkü Sinematek sinema kültürünü temsil ediyor).

“Bugüne kadar sinemayla ilgili yapılmış bütün yayınlarda yabancı sinema örnekleri verilmiş ve bu örnekler (%80’i hakkı olmayarak) aşılmayacak birer sanat abidesi olarak tanıtılmıştır. Yabancılardan tercüme edilmiş, toplum yapımıza uymayan fikirlerle Türk seyircisi şartlandırılmıştır. Bugün artık gazeteler, mecmualar, kitaplar uydurma tercümelerle ya da aşırma sözlerle doldurulamıyor. Çünkü konu anlaşılmış, gerçekler açığa çıkmıştır.” [15]

Türk Film Arşivi yabancı filmler göstermekten kaçınmıyor, kaçınamaz; kaçındığı sürece, işlevinin bir kısmını yürütmemiş olur: Oysa gayesi değişiktir; TSD gibi batı sinemasının örneklerini gösterip, “beyin yıkamıyor”:

“Öyle umuyoruz ki, yerli ve yabancı sinema ürünlerini bol miktarda ve her çeşidini yanyana gösterirsek, yeni kuşaklar arada o kadar da aşılmayacak büyük bir yolun olmadığını anlayacaklardır. Geleceğin sinemacısı ise her türlü yabancı etkilerden kurtulup, ister yerli, ister yabancı olsun gerçek sinema sanatının değerini anlayabilecek ve sinemasını yaşadığı ülkenin şartlarına uygun, yararlı ve insanın anlayabileceği bir biçimde yapacaktır.

Bütün bu meseleler anlaşıldıktan sonra ne eline 8 mm kamera alan sinema yapmaya kalkışacak ne de sinema yapacak olanlar Türkiye’de kendi meselelerini bir yana atıp, evrensellik fikriyle başkalarının dertlerini savunan konularla uğraşacaklardır.” [16]

Bu ilkelere dayanarak Türk Film Arşivi, örneğin 1971-1972 gösteri yılının Kasım/Ocak aylarını aşağıdaki programlara ayırıyor:

– Sami Ayanoğlu’na Saygı (İstanbul’un Fethi filmi)

– Jean Renoir toplu gösterisi (sekiz film)

– Kazan/Brando gösterisi (iki film)

– Brooks/Bogart gösterisi (üç film)

Yirmi yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra ortaya o dönemde de zaten bilinen, gerçekler çıkıyor. Gerek TFA gerekse de TSD tüm iyi niyetlerine karşın sinematek/arşivcilik alanına, özellikle Türkiye gibi bu konuda hiç bir ön çalışma yapılmamış, hiçbir birikimi olmayan bir ülkede, hazırlıksız giriyorlar. TSD arşivciliğe aslında hiç meraklı değil, çoğu özenci (amatör) kişilerden oluşan kadrosu da buna uygun değildir; amacı bol film göstermek ve olanak dahilinde yayın yapmaktır. Film toplamak, arşivlemek, korumak bir yana, TSD ne sağlam bir kitaplığa ne de bir resim/belge arşivine sahiptir. Oysa FIAF’ın yazışma üyesi olan TSD bir arşiv göstermek zorundadır ve dün için gergin bugün için “esprili” olan çatışmaların nedenlerinden biri buradan çıkmaktadır.

1968’de, örneğin, Türkiye’de faaliyet gösteren iki kurumun çalışmaları konusunda FIAF’a bir rapor hazırlamakla görevlendirilen Yugoslav Devlet Arşivi Başkanı V. Pogacic hem TFA’ni hem de TSD’yi geziyor. Ne var ki TFA’nin bir film arşivi vardır, TSD ise, biraz alalacele topladığı filmleri, Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’nda “korumakta”dır. Türk sinemasını tutmak ya da tutmamak bir yana (ki bir yerden sonra her iki kurum Türk sinemasına sarılacaklar, her biri kendi açısından ve kendi çizgisine uygun bir şekilde) TSD/TFA çatışması başka boyutlara varıyor. Başta, bir “arşiv olma” ve FIAF gözünde “Türkiye’deki tek arşiv olma” sorunu vardır; ikinci neden ise sinema kültürünü – ama bu sinema kültürü ister evrenselcilere ister ulusalcılara yarasın – yayma konusunda ön planı başkalarına bırakmamaktır. Ve bu ara çeşitli suçlamalar iki taraf arasında mekik dokumaktadır: Sami Şekeroğlu, TSD’nin yöneticisi Onat Kutlar’ı jurnalcilikle suçluyor; Onat Kutlar ise Sami Şekeroğlu’nu aldığı bazı filmleri iade etmediği için DGSA Müdürü’ne rapor ediyor, Halit Refiğ ise, gayet ince bir şekilde, TSD’nin kuruluşunu CIA’e bağlıyor vb.

Bugün artık bu çatışmaların üzerinde durup, bunları yorumlamaya çalışmak, bizce gereksiz bir uğraşı. Ne var ki ortada olaylar, kurumlar ve kişiler vardır ve bunların tümü yakın bir tarihin, Türk sinema tarihinin, ayrılmaz parçalarıdır. Bu açıdan da, değil savunmak ya da eleştirmek, fakat anımsamakta yarar vardır.

TSD ile TFA arasındaki çatışma bir yana, TSD’nin çalışmaları “Sinematekçi” bilinenler tarafından da ve oldukça erken bir tarihte eleştirildi. Örneğin, TSD’nin kurucularından Nijat Özön, 1969’da TSD’nin aslında sinematekçilik değil de bir sinema derneğinin çalışmalarına uygun çalışmalar yaptığını belirtip şu olayı da anlatıyordu:

“…TSD’nin bu durumu, çalışmaları dışarıdan izleyen yabancı gözlemcilerin dikkatinden de kaçmamıştır. Bunun en ‘tipik’ örneği, yurdumuzdaki sinema kültürü çalışmları konusunda bir Fransız dergisinde yazı yayımlayan Fransa Büyükelçiliği eski Kültür Ateşesi’nin söyledikleridir. Adamcağız derneğin bir adına bakmış, bir de yaptıklarına, işin içinden çıkamayınca kendi sinemateklerine de pay çıkararak derneğin adındaki ‘sinematek’ terimi için şu notu düşmüş: ‘Fransa Sinemateği’ne saygı belirtisi ve Bay Langlois’in derneğe yardımına teşekkür amacıyla benimsenen bu terim burada sinema derneğiyle eşanlamlıdır. Yoksa şimdilik ne bir film arşivinin varlığını ne de herhangi bir devlet nüshası imtiyazını kapsamamaktadır.'” [17]

Özön’ün TSD’ne yönelttiği eleştirileri aslında hiç de yeni bir şey değildi. Özön’ün Onat Kutlar’a yazdığı bir mektubunda (28 Aralık 1963) kuşkularını TSD’nin kuruluşundan iki yıl önce bile ifade etmişti:

“… asıl amaç sinemaevi kurmaksa, o vakit film gösterilerini, yabancı filmleri şimdilik bir yana bırakmak ve ilk elde Türk filmlerini toplayarak ulusal bir sinemaevinin temelini atmak gerekir… hem sinemaevi hem de sinema derneğini birleştiren ‘melez’ kuruluş meydana getirilemez mi? Bu ileri bir tarihte zaten ister istemez kendiliğinden olabilir: Deposu zenginleşmiş bir sinemaevi zaten seyirciye bu zenginliğini tanıtmak isteyecektir. Bir sinema derneği yerleşip kökleşince de bunun bir film deposu meydana gelecektir.”

Nijat Özön’ün Devrim’de çıkan yazısını TSD’nin adına Hüseyin Baş şu şekilde yanıtlıyordu:

“Sayın yazar, Türk Sinematek Derneği’nin sinematek olmadığını, arşivi de bulunmadığını, üyelerin bundan habersiz oldukları varsayımından hareketle kararlaştırmaktadır. Hatta, bu son derece sağlıklı saptamasıyla da yetinmeyerek bu durumun bir ‘yabancının da gözünden kaçmamış olduğunu’ (kaçar mı?) belgeleyerek, savını daha da sağlama dayama yolları aramaktadır… Demek ki bir sinematekin sinematek sayılması için mutlaka ‘devlet nüshasına’ sahip bulunmas katiyen söz konusu değildir. Belleğimiz bizi yanıltmıyorsa, devlet nüshası müessesesine sosyalist ülkelerin dışında sahip bulunan ülke yoktur.” [18]

Kuramsal olarak – ya da bir niyet, ilke olarak – 1965’ten son yıllarına kadar TSD amaçlarını sürekli bir şekilde vurgulamaktan hiç kaçınmadı. 1974’de Onat Kutlar, bir söyleşide derneğin amaçlarını şu şekilde sıralıyordu:

“Türkiye’de ve dünyada yapılmış ve yapılmakta olan bütün sinema ürünlerini araştırmak, toplamak ve korumak… ve tabii toplumun bunlardan faydalanmasını sağlamak. Aynı zamanda fotoğraf ve afiş konularına eğilmek, en geniş şekliyle bir sinema ki-taplığı düzenlemek, sinemayla ilgili yayınlar yapmak, açık oturumlar tertip etmek, İstanbul ya da taşrada yeni sinema kulüpleri kurulmasına çalışmak, bu yoldaki her türlü çabaları teşvik etmek…” [19]

Nedir ki, dokuz yıl öncesi olduğu gibi, TSD’nin çoğu amaçları birer tasarı halinde kalmaya sanki mahkumdular.

TSD’nin, ilk baştan, üzerinde durdğu başka bir konu, Yeşilçam sinemasına karşı bir alternatif olan deneysel ve belgesel filmlerin yapımıydı. Aslında TSD’nin içinde bir araya gelen, orada verilen “kurslar”ı izleyen çoğu gencin amacı da deneysel/belgesel filmler yapmaktı. TSD’nin içinde yetişenlerin, zamanla TSD’nin karşısına dikilmeleri başka bir tartışma/suçlama ortamına yol açtı.
Notlar:
1. Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi, say. 297
2. Bkz. Rekin Teksoy, Bir Yerli Sinema Güldürüsü, Yön, 20 Kasım 1964
3. Bkz. Birsel Film’in yarışma ilanı, Hürriyet, 1 Ocak 1964
4. Bkz. Yerli Film Ölsün mü?, Ekspres, 21 Kasım 1964
5. Bkz. Şura ve Ötesi, Yücel Çakmaklı, Yeni İstanbul, 22 Kasım 1964
6. Yeni Sinema, sayı 2, Nisan-Mayıs 1966
7. Halit Refiğ, Ulusal Sinema Kavgası, s. 46/47
8. Yeni Sinema, sayı 3, Ekim-Aralık 1966
9. Halit Refiğ, Ulusal Sinema Kavgası, s. 47
10. Bkz. Abdi İpekçi, Her hafta bir sohbet, Onat Kutlar, Milliyet, 8 Eylül 1975
11. Salih Gökmen, Bugünkü Türk Sineması, s. 79
12. 1962-1970 Film Arşivi Broşürü
13. Sami Şekeroğlu, İleriye Doğru, Film, sayı 2-3, 12 Mayıs 1965
14. Sami Şekeroğlu, 1968 Ulusal Sinema, Özgür Sinema, sayı 1, 12 Kasım 1968
15. 1962-1970 Film Arşivi broşürü
16. 1962-1970 Film Arşivi broşürü
17. Nijat Özön, Sinematek Yol Ayrımında, Devrim, 2 Aralık, 1969
18. Hüseyin Baş, Nijat Özön’ün İddiaları ve Bilmesi Gerekenler, Ant, 30 Aralık 1969
19. Mesut Tümay, İstanbul Sinematek Derneği Yöneticisi Onat Kutlar’la bir Ropörtaj, Orta Doğu, 15 Ağustos 1974

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır.)