Yılmaz Güney’in Yol’unun mirası
Nezih Coşkun /
Yenilenmiş Yol on yedi yıl sonra kendi topraklarına girdiğinde, Yılmaz Güney’in filmle ilgili söylediği sözlerle açılıyor. Güney hüznün çok çeşitli şekilleri olduğunu, her ne kadar bazılarına inandırıcı gelmese de Yol’la hüznü anlatmaya çalıştığını söylemiş. Bu açılış, filmin anlaşılmasında hem önemli hem de filmden çıkarılan parçalarla birlikte oluşan bütünlüğe katkı sağlıyor. Bunlardan en önemlisi, kuşkusuz ne tür bir hüznün anlatıldığının bir parçası olan “Kürdistan kartpostalı”. Güney’in bir anlatım biçimi olarak kullandığı kartpostallar filmde kahramanlar yeni bir şehre ulaştığında kullanılıyor. “Kürdistan”da Ömer’in hayalini kurduğu, atla özgürce dolaştığı uçsuz bucaksız yeşillikler.
Yol, bu uzun yolculuğunun hemen başında, Altın Palmiye’yi aldığında, Türkiye’den, devletin resmi tezi olarak varlığını sürdüren, bir tepkiyle karşılanmıştı. Buna göre Yol’un Altın Palmiye almasının nedeni batılıların Türkiye’yi geri görmesi, Yol’un da bu bakış açısını Avrupa’nın oryantalist eğilimlerini de kaşıyarak ortaya koymasıydı. Hal böyle olsa bile, Avrupa’nın bu yaklaşımına Güney en kompleksiz bir biçimde Yol’dan sekiz yıl önce Arkadaş’la kendi yanıtını vermiştir:
- KÖY DIŞ GÜN
Turistler resim çekerler. Âzem kuyu başında durur, Cemil ona doğru yürür. Âzem bakışlarıyla takip eder. Cemil bakar. Âzem bakar. Başlarını çevirirler.
CEMİL – Ne yapıyor bunlar?
ÂZEM – Sefaletimizin resmini çekiyorlar…
CEMİL – O kadar tarihi, güzel yerle-rimiz varken burayı niye çekiyorlar? Mani olalım.
ÂZEM – Biz sefaletimize mani olacağız. Bir gün gelecek bunlar bizim sefaletimizin resmini çekemeyecekler.
Yol neyi anlatıyor? Yol’un neyi anlattığı, Yılmaz Güney’i ve onun yaşadığı dönüşümleri anlamakla mümkündür ancak. Bazılarının iddia ettiği gibi Güney büyük bir plan dahilinde önce Çirkin Kral olmuş, kendini sevdirmiş, oradan da Umut’u, Arkadaş’ı mı çekmiştir? Yoksa, bu sürecin kendisi tamamen nesnelliğin bir dayatması mıdır?
Güney’in yaşamı Türkiye solunun hüzünlü, içten, umut dolu kısa bir tarihidir. Onu Adana’dan Paris’e taşıyan tren, 1960’larla filizleri boyveren ve Eylül yenilgisiyle birlikte zindanlara kapatılan ya daAvrupa’ya sürülen Türkiye soluyla aynıdır. Kendi gelişimini bu nesnellik içinde gerçekleştirmiştir. Her maphusluk döneminden sonra yaşadığı sıçrayışları sinemasında açık bir biçimde görmek mümkündür. Hapishane yaşamını bir okul süreci olarak değerlendirmeyi bilmiştir. Eylül 1974’de Onat Kutlar’la yapılan söyleşisinde, “Ayak, ter, osuruk, sıkıştırılmış hava kokan bir odaya ilk gi-rişimizde odanın pis havasını hemen fark ederiz. Fakat bir süre sonra kokuya alışırız. Oysa hep içeride olan, bu havanın içinde olan bu kokuyu fark etmez. Fark edebilmesi için, odadan temiz havaya dönmesi gerekir. İnsanlar genellikle çevrelerine görmeden, gördükleri üzerine düşünmeden bakarlar.” diyor, filmin yabancılaştırıcı yapısını anlatmak için. Bu benzetmeyi Güney’in yaşamına uyarlarsak; maphusluğun onu gündelik yaşamın sıkıştırıcı ortamından kurtarıp, düşünmeyi, özneleşmeyi ve bir sıçrayış yapmasını sağladığını söyleyebiliriz. Bunun sonucu olarak Güney, 70’lerin başında Umut ve Arkadaş’la bir marksist olarak karşımıza çıkar. Aynı yıllar 1960’larda toplu bir atılım yapan Türkiye solunun temel olarak devrimci demokrat ve geleneksel sol olarak ikiye ayrılmasına yol açacaktır. Yılmaz Güney, Adanalı bir arabacının umutsuz ve yoksul yaşamını anlattığı Umut’la kapitalist Türkiye’nin sınıfsal bir resmini çekmiş, arkasından Arkadaş’la toplumsal mücadelenin saflarını netleştirmiştir. Arkadaş politik ve epik sinemanın ustası sayılan Godard’ın sinemasından daha çok ilgiyi hakeden politik ve epik bir filmdir kanımca. Güney’in bu filmleri, sinema tarihinin kusursuz olmayan ancak aydın yönetmen elinden çıkmış, örneğine benzer ülkeler düşünüldüğünde Latin Amerika’da da rastladığımız politik sinema ürünleridir.
1970’lerin ikinci yarısı Türkiye solundaki ayrımların daha derinleştiği ve çeşitlendiği bir dönem olarak yaşanıyor. Güney’in de Arkadaş sonrası son hapislik döneminde Kürt soluyla yakınlaştığı ve kendi ulusal kökenlerine eğildiği, bunun sonucunun sinemasına yansıdığını saptayabiliriz. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte ortaya çıkan ekonomik dönüşümlerin geleneksel işlerde çalışan köylüyü mülksüzleştirip proleterleştirmesini anlatan Sürü, aynı zamanda bir Kürt aileyi ve onların geleneksel ilişkilerini işleyen bir filmdir. Yılmaz Güney buradan kendi dilinde bir türkü söylediği Yol’a ulaşacaktır.
Yol, artık Paris’te sürgün olarak yaşayan Güney’in beş ayrı kahraman üzerinden anavatanına yolculuk ettiği, kendi toplumunun tüm çelişkilerini ve bu çelişkilerin ortaya çıkardığı acıları; bu acıların insanları nasıl olgunlaştırdığını anlattığı bir yol filmi, sürgünün hüznü…
Bugün Kürt solu, aynı zamanda Türk solu için bir dönüm noktasını ifade eden İmralı Yarıaçık Cezaevi’nde başlıyor film. İzinlerin açılması ile birlikte beş mahkum kendi hayatlarında bir dönemeç olacak bir haftalık bayram izinlerini kullanmak üzere memleketlerine gitmek için yola çıkarlar. 12 Eylül askeri darbesi sonrası yola çıkan mahkumlar arama, yasak… ve zor toplumsal, fiziksel koşullarla kesintiye uğrayacak bir yolculuk olacaktır bu. Yusuf’un öyküsü yolda yapılan aramada ortaya çıkan, izin belgesini kaybetmesiyle birlikte son bulacaktır. Diğer dört mahkumla birlikte siyasal ve toplumsal koşulları insanı mahkum eden Türkiye’nin, doğusuna doğru sürecektir yolculuk. Suriye sınırında, geçim kaynağı kaçakçılık olan bir köyde yaşayan Ömer, köye vardığında hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını görecektir. Her gece köyden sesleri duyulan çatışmaların birinde kardeşi öldürülür. Buna rağmen geri dönmemeyi ve dağda yaşamayı baştan kafasına koymuştur. Karısının fahişe olduğu için köyde bir ahırda yaşamak zorunda bırakıldığını öğrenen Seyit Ali onun donarak ölmesine neden olacaktır. Karısının kardeşinin öldürülmesinden dolayı karısının ailesi tarafından suçlanan Memed Salih suçunu açıkça itiraf edecek, çocukları ve karısıyla birlikte kaçarken trende karısının küçük kardeşi tarafından öldürülecektir. Mevlüt ise nişanlısını sevmekte, ilişkilerinin sürekli gözetim altından olmasından sıkılmaktadır ancak sıkıntısına neden tüm kurum ve ilişkilerin tutuculuğuna nihai olarak uyumludur.
Bütün kahramanları ortaklaştıran, toplumsal ilişkiler, geleneksel ahlak tarafından kuşatılmaları, kendi iradelerinin nesnellikle çatışmasıdır. Seyit Ali karısını çok sevmekte ve onu beklememesine anlam verememektedir. Hiç istememesine rağmen töre gereği onu öldürmek zorundadır. Sonunda kendisi için de daha kolay olabilecek bir çözüm bulur: Kasabada iki gün önce karda soğuktan iki kişinin donarak öldüğünü öğrenir. Ekmek ve suyla beslenen, iyice zayıflamış karısını köyden kasabaya yürümeye zorlar. Ömer köye ilk girişinde bir kız görmüş ve ona vurulmuştur. Fakat kardeşinin öldürülmesinden sonra artık sevdiği kızla evlenmesi mümkün değildir. Kardeşinin dul karısı bundan böyle onun karısıdır. Toplumsal baskı yeri geldiğinde zor halini alır. Hain olduğunu itiraf eden Memed Salih’in ve onunla kaçan karısının öldürülmesi görevi aile büyükleri tarafından küçük kayna verilir. Trendeki linç meyilli kalabalık da zoru kullanmakta ve birbirlerinden olduğu kadar egemen iktidardan da kan almaktadır. Geleneksel yetişme tarzı kimi zaman da Mevlüt’de olduğu gibi, çeliş-kili, göreceli durumlar ortaya çıkarır. Mevlüt bir yandan nişanlısının diğer erkeklerle tüm ilişkisini kesmesini emretmekte, evin tek hakiminin kendisi olduğunu söylemekte, öte yandan nişanlısıyla rahat görüşmesini engelleyen ailesinin baskılarından şikayetçi olmaktadır.
Tüm çelişkilerine rağmen Güney’in kahramanları kendi insanlıklarıyla, sevgileriyle bir değişim belirtisi, ileriye doğru olumlu anlamda bir değişim belirtisi taşırlar. Seyit Ali soğuktan donmakta olan karısının yakarışlarına dayanamaz, herşeye rağmen onu sevmektedir. Onun donarak ölmemesi için elinden geleni yapar. Karısını sağlık ocağına getirdiğinde ise artık çok geçtir. İmralı’ya geri dönerken evliliğini temsil eden parmağındaki yüzükle oynar, sanki kararsızdır yüzüğü çıkarmaya. Karar verir ve yüzük parmakta kalır.
Memed Salih konuştuğu eski dostundan ayrıldıktan sonra karısı ve çocuklarıyla birlikte başlayacağı hayata ve kendisine, yalnız kalmayı ve daha pek çok şeyi göze alarak, dürüst olma kararı alır.
Ömer’in kararı ise geri dönmemektir.
Yolda yaşanan tüm bu hesaplaşmalar kişinin kendisiyle böylece toplumsallığıyla; Güney’in ise iyi tanıdığı bir ülkeyle yaptığı hesaplaşmalardır.
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 6. sayısında yayınlanmıştır.)