7. Gezici Festivalin Peşinde
Nezih Coşkun /
İstanbul’a uğramayan 7. Avrupa Filmleri Festivaliyle İzmir’de buluşma şansını elde ettik bu yıl. Avrupa Filmleri Festivali, sinemanın ilk yıllarındaki gezici gösterimciler gibi -ki bu etkinliğin başlangıcında böyle bir esinlenmenin etkisi olduğu kesin-, Anadolu’yu şehir şehir dolaşarak Hollywood dağıtımcılarının beğenilerine mahkum olan insanımıza Avrupa’nın değişik ülkelerinden farklı filmler göstermeyi hedefliyor. Örneğin İzmir gibi bir şehirde bir tane bile euroimage sineması yok. Alternatif kanallarla dağıtılan filmler zorlukla ayakta durabilen kültür merkezleri aracılığıyla birkaç sene sonra ucuza kiralanarak göste-rilmeye çalışılıyor. Sinema etkinliği açısından daha şanslı olan Ankara dışında, festivalin uğrak yeri olan diğer şehirlerde de durumun farklı olduğu söylenemez.
“Avrupa Avrupa” ve “Avrupa’nın En İyileri” temaları altında iki ayrı grup film bize yaşlı kıtanın -insanlarımızın pek de kavramak istemediği, Avrupa’ya duyulan hayranlığın gölgesinde kalan- iki ayrı yüzünü sunuyor aynı zamanda. “Avrupa Avrupa” yeni yapımların yer aldığı bir başlık. İzleme olanağı bulduğumuz 2000 yapımı Çek yönetmen David Ondricek’in filmi Yalnızlar, Çek gençliğinin içine düştüğü bunalımı, çıkışsızlığı, yönetmenin kendi ağzından söylersek sevgisizliği ele alıyor. Film seyirciye Çek gençliğinin yaşadığı aynı sorunları 69 doğumlu yönetmenin de yaşadığını düşündürtüyor.
İsveçli yönetmen Roy Andersson’un İkinci Kattan Şarkılar’ı ise -reklamcılık denemelerinin etkisinin yer yer hissedildiği- kendine özgü dili ile Avrupa toplumunun tam boy çöküşünü anlatıyordu. Filme olan yoğun ilgiden dolayı ek bir gösterim yapılacağı duyurulduğu film çıkışında. Bir seyirci “herhalde anlamayanlar için” diye yanıtladı bu duyuruyu. “Gençliğin feda edildiği” toplumu istatistiksel olarak bile gittikçe yaşlanan Avrupa kapitalizminin kokuşmuşluğunu anlatan filmi anlamak için verili düzeni sorgulayabilen farklı bir göze ihti-yacınız var gerçekten.
Sinema tarihinden gösterimlerin çoğunlukta olduğu “Avrupa’nın En İyileri” teması altında yukarıda anlattığımız Avrupa’daki toplumsal çözülüşü kendine özgü Avrupa tasviriyle görselleştiren Lars von Trier’in Suç Unsuru gibi filmlerin yanında ikinci bir altbaşlık oluşturan Loach, Almodovar, Gavras, Szabo sinemasından örnekler yer alıyor: Düzenin kıyımından geçenler-mücadele edenler. Pedro Almodovar’ın Bunu Hak Edecek Ne Yaptım’ı bir temizlikçi kadın etrafında kaybeden Avrupalıların öyküsünü anlatıyor. Hayatlarını gündelik olarak sürdürmeye çalışan Gloria ve ailesinin hatta tüm apartmanın, blokların, şehrin büyük çoğunluğunun yaşamıdır anlatılan. 16 yıl önce çekilmiş filmde, örneğin fahişelik yaparak geçimini sağlayan Cyristel’in yaşamı, günümüz Avrupa’sının fuhuş çetelerinin Doğu Avrupa’dan zorla getirdiği kadınlarından uzak, rahat sayılabilecek bir yaşamdır.
Festivalin bir bölümü de “Aşk, Acı ve Merhamet Öyküleri 1994-2001” adı altında katıldığımız bir adlandırmayla Zeki Demirkubuz sineması”na ayrılmıştı. “Zeki Demirkubuz, kendi yarattığı olanaklarla yapımından senaryosuna hatta İtiraf’ta görüntü yönetmenliğine kadar filmlerinin oluşumunu belirleyen, 7 yıl içinde 5 filmle kendine has bir sinemaya imza atmış, Ruken Öztürk’ün deyimiyle Türkiye’de tragedyanın çağdaş yaratıcısı bir yönetmendir. Karakterleri kaybeden, yaşamın sıkıştırdığı insanlardır. İçine girdikleri kısırdöngüden çıkamazlar, onu ‘kader’ olarak adlandırırlar. Bu anlamda Türkiye insanının, düzenin, toplumsal olanın kendine dayattığı yaşantıyı sorgulama olanağı yaratmaktadır Demirkubuz filmleri. Diğer taraftan Demirkubuz, Gezici Festival yoluyla pek çok sinemacımızın yapmadığını yapmakta, Antalya’nın dengeci jürisi tarafından es geçilen 2001 filmleri Yazgı ve İtiraf’ı İstanbul’dan önce Antalya’daki jüriden çok daha önemli bulduğumuz Anadolu seyircisine götürmekteydi.
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.)