Eski Defterler
Giovanni Scognamillo /
68 yıldan beri hiç usanmaksızın iyisi ve kötüsü ile film izliyorum ve çocukluğumda edindiğim merak hiç dinmiyor. Doğru, yılların, uzun yılların geçmesi ile seçici olmayı, kimi sinemasal değerleri ve kriterleri uygulamayı öğrendim ama yine de izlemediğim bir film, türü ne olursa olsun beni meraklandırıyor. Hoş galiba bir on yıldan beri gösterime giren birçok film artık beni çekmiyor, belki tekrar koktukları için belki de eskinin heyecanlarını taşımadıkları için ya da ben eskinin heyecanlarını taşımadığım için. Her neyse…
Bu son zamanlarda eski defterleri karıştırmaya başladım, eski program listelerini, yaklaşık olarak 60-70 yıl boyunca gösterime giren filmleri kaydettiğim fihristleri karıştırınca sanki bir şeyin farkına varıyorum. Sanki kuşağım ve benden önceki kuşak bugünkü kuşaktan daha şanslı idi film izleme konusunda. Hayır, nostaljik takılmak niyetinde değilim ama ortada bazı gerçekler var ki bunları inkar etmek de mümkün değildir. Tamam, eskisi kadar film izliyorsam da uzun süredir bir sinema salonuna girmedim ve doğrusu girmek ihtiyacını pek hissetmiyorum. Diyelim ki beni yoruyor, diyelim ki kimi zaman hava şartları beni engelliyor. Ama başka bir şey de var dobra dobra; Son dönem Hollywood sinemasına ısınamıyorum ve bilindiği gibi her taraf, nerede ise, onlarla dopdolu (istisna teşkil eden az sayıdaki alternatiflerin dışında).
Trendler ve zevkler ve sanki anlamlar değişti, seyirciler de galiba. Bugünün çoğu genç seyircisi daha çabuk etkileniyor, medya bombardımanına daha kolay kanıyor, moda denilen olaya daha duyarlı davranıyor. Ne dediniz? Yaş farkı mı? Muhakkak o da var ama en önemlisi yine ve yine ölçü, kriter ve değerlendirme. İzin verin artık 14-16 yaşındaki bir gencin etkilendiği bir film – aradaki 55 yıllık farkla – beni aynı derecede etkileyemez. Sorun, burada, ben değilim. Sorun benim halen temsil ettiğim (ona ister klasik deyin, ister antik deyin) sinemasal yaklaşımdır.
Evet, tekrar ediyorum, benim kuşak daha şanslı idi, bir eleştirmen kuşağı olarak da, bir sinema yazarı kuşağı olarak da, bir sinemasever kuşağı olarak. En azından biz zaman zaman bir Visconti’yi, bir Antonioni’yi, bir Bergman’ı, bir Nicolas Ray’ı, bir Godard’ı ve bunların yanında bir Orson Welles’ı, bir John Huston, bir Fritz Lang’ın hatta döneklik öncesi bi Elia Kazan’ı yazmak fırsatına ve mutluluğuna erişebiliyorduk. Ya şimdi? Gerçekten üzerinde durulacak, gerçekten bir dünya görüşüne sahip olan, sinema sanatına gerçekten katkıda bulunabilen kaç yaratıcı yönetmen kaldı ki?
Denilecek ki her dönem kendi değerlerini getiriyor. Güzel ama, pek iyi bugünün sinemasal değerler hangileridir. Herhalde sinema salonlarımızı dolduran 50-60-75 kopya gösterime çıkan, basının, televizyonun geniş desteğinden yararlanan kimi filmler değil. Ama gelin bakın ki artık bu filmler de sinema kültüründen sayılıyor (aralarında post-modern sayılanlar var, örneğin bir “Moulin Rouge”), uzun uzun inceleniyor, kimileri zorunlu olarak kurtarılmaya çalışılıyor, tüketim yolunda gitsin diye.
Evet, eski defterleri karıştırıyorum ve farkına varıyorum ki benim kuşağım bol Hollywood filmi seyretmesine rağmen – ki, her zaman vurguladığım gibi, o “başka” bir Hollywood idi – Avrupa sinemasından da az nasibini almadı; bir Jean Renoir’ın, bir Marcel Carne’nın, hatta bir Alessandro Blasetti’nin, bir Mario Camerini’nin desteği ile. Ortada bir gerçek var: Angelopulos’un dediği Büyük Yönetmenler çağı kapandı, biz şanslı olduk, siz ise başınızın çaresine bakın, tüketirken de medya bombardımanına kanmayın. Zaten bu dergiyi okuyorsanız kanmazsınız.
(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.)