8. Sayı
ABD emperyalizmi, dünyanın ve memleketin gündeminden eksik olmuyor. Irak işgalinden sonra, yeni hedefler belirleniyor, yeni saldırı sinyalleri veriliyor. Anlaşılan, ABD emperyalizmi, düzen adına, düzensizliğin coğrafyasını genişletecek. Başka da alternatifleri yok gibi gözüküyor. Yeni pazarlar yaratmak, ABD şirketlerine yeni ihaleler üretmek için başka çareleri görünmüyor.
Bu saldırganlıklarının sonucunda, dünya halklarının büyük bir kısmının tepkisini çekiyorlar. Anlaşılan o ki bu tepkilere üzülüyorlar, hatta nankörlük düzeyinde algıladıkları bile anlaşılıyor. Örneğin, Türkiye’de, ABD’ye yönelik düşmanlığın ve tepkilerin olması, Türk hükümetinin ABD yönetimi tarafından fırçalanmasına neden oldu. Nasıl olurdu da, en büyük müttefiklerinden birinde, kendilerine yönelik bir tepki, hatta tepkinin de ötesinde, bir nefret olabilirdi. Tayyip, Abdullah bir güzel haşlandılar.
ABD kuyrukçusu medyamızdan da sesler yükseldi. Köşe başlarını tutmuş olanlar, ABD karşıtlığını pek hoş bulmuyorlardı. Anlaşılmazdı doğrusu. ABD yeni bir orta doğu kurarken, şu bizim baldırı çıplakların yaptıkları, ne Türk misafirperverliğine sığardı, ne de ülke “çıkarlarımıza” hizmet ederdi. Türkiye halkını da onlar fırçaladı.
Bu arada, ABD emperyalizminin dışişleri bakanı Rice, bir dünya turuna çıkıverdi. Dünyada ABD karşıtlığı tırmanırken, Bush, Irak’tan sonra İran’ı hedef gösterirken, başkanın adamlarından birisinin de tek tek ülkeleri gezip, “mantıklı” gerekçeler sunması, bazı dikbaşlılara hadlerini bildirmesi, biraz da sopa göstermesi gerekiyordu. Rice’in dünya turundaki duraklardan birisi de Türkiye oldu. Bizimkilerle görüştü. Bizimkilerin tek rahatsızlığının aslında bambaşka bir olay olduğu anlaşıldı. Gül, ABD dizilerinde ve filmlerinde Türk karşıtı sunumlar olduğunu ve bunlardan rahatsızlık duyduklarını söylemişti. Belki hatırlarsınız, şu “gerçek zamanlı” polisiye dizi “24”ün yeni bölümlerinde, ABD’deki bir Türk ailesi şeriatçı ve terörist olarak gösteriliyordu. Yine milli duygularımız kabarmış, nasıl olur da müttefik bir ülkenin vatandaşları müttefik bir ülkenin televizyon dizisinde terörist olarak gösteriliyordu. Rice, tam “Amerikanca” bir yanıt verdi: “Eğer Hollywood’a sözümüz geçse, önce Michael Moore’u sustururduk.” Gül’ü ve hükümeti bu yanıt kesinlikle tatmin etmiştir. Başka şansları yok zaten.
ABD yönetimi Hollywood’a söz geçiremiyor… Demek ki, koskoca Hollywood, Michael Moore’a eşitlenmiş. Doğrusu, sevinmemiz gerekiyor.
“Bizim” memleketin sinema gündemi de oldukça yoğun geçti, geçiyor. Öncelikle, aynı sınıfın çocukları Erdoğan Yılmaz ve Cem Yılmaz’ın “Vizontele” ve “Gora”larının yarattığı bir tartışmaya değinelim. Biliyorsunuz, önce Vizontele sonra Gora, bu ülkenin her yanına yerleşti. Televizyonların tüm haber ve magazin programlarında, ülkenin neredeyse tüm sinemalarında, gazetelerin tüm sütunlarında sadece onlar vardı. Fakat, birilerinin çıkıp da kendilerini ve filmlerini eleştirmesi, onları tarifsiz bir ruhsal bunalıma sokmuş gibi oldu. Nasıl oluyordu da, şu kadar milyonlarca dolar harcanan, şu kadar görsel efektlerle süslenmiş bu “şahaserler” beğenilmez, hatta eleştirilirdi. Birden Erdoğan ve Cem Yılmaz kardeşler, pervasızlaşıyor, çirkefleşiyor, sinirleniyor, daha bilmem ne hallere giriyorlardı. Nasıl olurdu bu?
Yılmaz kardeşlerden Erdoğan olanı, bir köşe yazarının filmini beğenmemesi üzerine daha da ileri gitti, ve köşe yazarına “5 milyonluk kadar konuş” dedi. Dini imanı para olmuş demeyin, çocukcağız haklı. Ülkede ortalama bilet fiyatı 5 milyon (TL, sakın YTL olarak anlamayın). Dolayısıyla, birileri eleştirecekse, ancak 5 milyonluk eleştirebilirdi. Gerçi, birden fazla kişi bir araya gelip, daha fazla eleştirebilir. Böylece örneğin 50 milyonluk eleştiri olur ki, ağırlığı da fazla olur.
Bu şekilde, sinema literatürüne yeni bir eleştiri türü daha giriyordu: “Filmin bilet parası kadar eleştiri”. Gerçi Erdoğan, “Filmin bilet parası kadar eleştiri”nin neyle ölçülebileceğini söylemedi ama, çok eleştirenlere, beş milyonlarını geri vermeyi taahhüt etti. Bize de birkaç beş milyon borçlu olduğunu söyleyelim. Ama sorun bu değil. Bizi “beş milyonluk eleştiri” kesmiyor doğrusu. O yüzden, bize hesap numarasını gönderirse, şimdiden, bundan sonra yapacağı filmler için de peşin peşin eleştiri paramızı gönderelim.
Memleket gündeminin bir diğeri de “gelin-kaynana-damat” programları oluyor. Ulusal kanallarımızdan üçü, şu sıralar, formatı, içeriği ve amacı aynı, ancak “konukları” farklı olan “gelin-kaynana-damat” kepazeliğini yayınlarına almış durumdalar. Bu programları tanımlamak için kepazelik kelimesi yetmiyor, az kalıyor doğrusu. Bir grup insan üç aylığına bir eve kapatılıyor. Burada, birileri, önlerine sunulan gelinlerden gelin beğeniyorlar. Önce birisiyle ilgilenip, sonra diğerine gidiyorlar. Eskisi “Türk halkı” tarafından “favori” seçildiğinde tekrar geri dönülüyor. Sadece Erdoğan ve Cem biraderlerin değil, tüm “halkın” dini-imanı para olmuş sanki. Ya da öyle olduruldu. Ne olursa olsun, televizyon kanallarının verdikleri komik paralara türlü kepazelikler yaşanıyor.
Programlarda, kepazelik yapmak, kavga çıkartmak, birilerinin kafasına bir şeyler fırlatmak, ana-avrat dümdüz gitmek, istenen özelliklerden. Belki de bizim televizyoncular, artık öylesine profesyonelleştiler ki, daha yarışmaya başvuranlardan kimleri seçeceklerini çok iyi biliyorlar. Semra Hanım, Tülin-Caner kişiliksizlerini yaratmak bir yandan kolay bir yandan zor olsa gerek. Kolay, çünkü para için bunlardan artık çok var; zor çünkü, onları hamur gibi yoğurmak ve istenen kıvama, yani kepazeliğe, getirmek gerekiyor.
Televizyonlar, bu tiplerden yarışma bittikten sonra da, bir süre daha yararlanıyorlar. Örneğin, Tülin-Caner bu konuda iyi birer örnek. Milliyet’te çıkan bir habere göre, Caner, programlara katılmak için 1000 dolar istiyormuş. 1000 doları alıyor ve kendisinden isteneni çok iyi yapıyor. Kafasında bardak kırıyor, ayılıp-bayılıyor. Semra Hanım da yenilerden, o da performansından bir şey yitirmemiş, şovuna – kepazeliğine – devam ediyor.
Yakında bu programlarda canlı cinayetler izler miyiz acaba? Gidiş o yönde.
Bu sayının içeriğine gelince…
Film eleştirileri başlığı altında, son dönem vizyon bulan tüm Türk filmlerini yazmaya çalıştık. Eksik kalanları da, farklı başlıklar altında önümüzdeki sayılarda bulacaksınız. Gönül Yarası, Meleğin Düşüşü, Eğreti Gelin, Gora bu sayımızda ele aldığımız filmlerden bazıları. Bu sayıda biz de televizyonu daha ayrıntılı olarak ele almaya çalıştık. “Gelin-kaynana-damat” programları ve televizyon dizileri üzerine yazılarımızı bu sayıda bulacaksınız. Ahmet Soner ve Nijat Özön, bu sayıda da yazılarıyla karşınızda olacak. Söyleşilerimiz de bu sayıda oldukça yoğun. Bizden Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu ile sinemaları ve son filmleri üzerine söyleştik. Bir de Selanik Film Festivali sırasında, Abbas Kiarostami ile yaptığımız bir söyleşiye sayfalarımızda yer verdik.
- sayıda buluşmak dileğiyle, dostça kalın.