Yeni Roman Üzerine
Aylin Sayın /
20. yy romancısı okuyucusunun bir sinema seyircisi olduğunu bir an bile hatırından çıkarmamalıdır.
Attila İlhan
Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde “yeni roman” akımının önemli temsilcilerinden Alain Robbe-Grillet’nin filmlerinin toplu gösterimi yapıldı. Festivalde onun edebiyatçı kimliğiyle yaptığı filmleri izleme fırsatı bulduk. Yeni roman klasik romanın anlatım tarzına karşı çıkan ve onu aşmaya çalışan bir akımdır. Alain Robbe Grillet’nin haricinde en bilinen yazarları, Michel Butor, Claude Simon, Nathalie Sarraute’dir.
Bu akımın yazarları çoğu zaman farklı düşünceler geliştirmiş ve tam olarak bir fikir birliği yaratamamış olmalarına rağmen bazı konularda, özellikle romanda kişilerin merkezde olmaması ve klasik romandaki gibi sürükleyici hikayeler anlatılmaması hususlarında ortaklaşmışlardır. 20. yy da roman, neden-sonuç ilişkisine dayalı bir kuruluştan, okurun özdeşleşme kurabileceği karakterlerden çıkmaya, onları bilim ve teknolojinin gelişmelerine uygun bir yabancılaşmanın içine çekmeye, “yeni roman”da olduğu gibi kendi hayatlarına benzer hayatların yaşandığı mekanlardan alıp bu mekanı oluşturan nesnelerin-maddenin evrenine sokmaya çalışmıştır. “Yeni roman” nesnelere önem verip olayları en aza indirmeye ve trajediyi romanda yok etmeye çalışırken, diğer yandan insanı da karakter olmaktan çıkarmaya çalışır. Bunu Robbe-Grillet daha da uç noktalara götürür, kişiler yerine eşyaları romanın merkezine koyar. Onun “labirentte” adlı romanından bir paragraf alıntılayarak yazarın ne yapmaya çalıştığını daha iyi anlayabiliriz.
“Daha ötelerde, masanın sağ köşesinde, bir lamba yükseliyor: kenarı on beş santim olan dörtgen bir oturmalık, aynı çapta bir ağırsak, koniği andıran koyu renkte bir abajur taşıyan oluklu bir sütun. Abajurun üst yuvarlağında sürekli bir hareketle bir sinek ağır ağır uçuşmakta. Sinek tavana biçimi belli olmayan bir gölge düşürüyor; bu gölgede sineğin başlangıçtaki biçiminin hiçbir parçası yok: ne kanatlar, ne vücut, ne de ayaklar. Sineğin bütünü herhangi ipliğimsi bir belirti, bir elektrik ampulü içindeki akkorlaşmış ince teller gibi bir yanı açık bir altıgene benzeyen, bir ağzı açık, kırık dökük bir çizgi halini almış. Bu bir ağzı açık çokgen, lambanın yarattığı büyük ışık yuvarlağına iç kenarından dokunuyor sadece. Sinek, bu ışık yuvarlağının kenarında, bütün çevre boyunca, ağır ağır, ama sürekli bir devinimle uçuşuyor. Dikey duvara geldiği vakit de ağır kırmızı perdenin kıvrımları arasında kayboluyor. (1)
Bu akımdan bazı kişilerin sinemayla haşır neşir olmaları ve çıkış noktaları olarak sinemayı göstermelerinden dolayı, özellikle zaman kavramı üzerine bazı yönetmenlerin kafa yormasını sağlamışlardır. Yeni romancılardan Robbe Grillet sinema yaparken sinemanın edebiyattan aldığı unsurları, onun hikaye anlatma biçimini terk etmeye yönelmiş, yazarken de romanın özünden çok biçimine önem vermiştir. “Yeni roman”cılar Stendhal’dan, Dostoyevski’den sonra onlara anlatacak çok az şey kaldığını düşünmüş ve yeni bir anlayışa girmişlerdir. Biraz önce de belirtildiği gibi bunda sinema da etkendir. Çünkü 20.yy romanında uzun tasvirlere –sinema bunu bir iki dakikada yaptığı için- gerek kalmamıştır (akımın ortaya çıktığı zamanlarda televizyonun olmadığı hesaba katılmalıdır). Herkes dünyanın en ücra köşesindeki şeyleri bile sinemanın öncülüğünde görebilmiştir. Robbe-Grillet’nin söylediği gibi sinemadan, fotoğraftan önce romancı bir yapıyı, mesela, Beyaz Saray’ı anlatarak (belki sayfalarca) esas konuya geçer ve kahramanın bu yapıya girdiğini söylerdi. Halbuki artık buna gerek kalmamıştır zira okurunun gözünde bu yapı hemen canlanmaktadır. Bu konuda yine Robbe Grillet şöyle der:
“XIX. yüzyıl romanında birbirine paralel iki türlü süre vardı: Tarihsel süre ve romandaki süre. Otuz yılı kapsayan bir olayı üç saatte okurdunuz. Bugün artık bir tek süre var: Romanda okuma, filmde görme süresi (…). Filmin süresi olayın süresine eşit. Filmin sürdüğü bir buçuk saat dışında bir süre yok. Olayların kronolojisine eşit. Olayların birbirini izleme düzeni perdede nasılsa öyle.”(2)
Şimdiye kadar bilinen klasik sinemaya karşı Robbe Grillet, sinemada, zaman kavramı üzerine deneysel filmler yapması nedeniyle, kendine yakın duran Alain Resnais ile çalışır ve onun Geçen Yıl Marienbad’da filminin senaryosunu yazar. Filme dair yine bir İstanbul ziyareti sırasında verdiği konferansta şu açıklamaları yapar:
“Nesneler sözleri edildiğinde vardırlar ancak. K. (Kafka’nın “Dava”sındaki karakterden bahsediyor) dördüncü bölümde evli, beşinci bölümde bekardır, çünkü bir anlık bir sözdür onu evli ya da bekar gösteren. Şimdiki zaman aşıldı mı, tarihsel süreklilik içinde yer almaz, yok olur modern romanda. L’Année Dernière à Marienbad (Geçen Yıl Marienbad’da) filmini eski anlayışıyla seyreden kimseler Alain Resnais’yle bana şöyle sorular yöneltmişlerdi: “Ne olur söyleyin, bu kadınla bu adam gerçekten geçen yıl Marienbad’da karşılaşmışlar mıydı?” Böyle bir soru XIX. Yüzyıl romancılarına sorulabilirdi, ama bizler için hiçbir anlamı yok bu sorunun. Çünkü söz konusu filmde ne gösterilen yerden başka bir yer vardır, ne de içinde bulunulan zamandan başka bir zaman. Filmin başında adam kadına kendisini geçen yıl Marienbad’da gördüğünü söyler, ama var olan yalnız bu sözdür, geçmiş yoktur. Zaten genç kadın da şaşar kalır adamın sözleri karşısında. Eğer bir geçmişi olduğuna inanmak gerekirse, bu hiçbir şeyin geçmediği bir geçmiş olabilir ancak. Yoksa bulanık da olsa, bir anı kalması gerekirdi kadında. Filmin sonunda sanki geçen yıl kadınla erkek Marienbad’da karşılaşmış gibi olur biter her şey. Ama farkına varırız ki filmin başından beri Marienbad’dayız ve geçen yıldayız. Geçmişte yer alan bir aşk hikayesi anlatılmamış bize, aşk hikayesinin yaratılışını izlemişiz. Bir yıl önce ne olup bittiğini soran seyirciler filmin sonunda aynı türden başka bir başka soru üstünde kafa yormaktan kendilerini alamamışlardır: “Peki, ne oluyor sonra?” Günümüzde film ya da roman bittikten sonra hiçbir şey olmaz. Perdenin dışında bir gerçek yoktur. Film bitti mi, kişiler de varlıklarını yitirirler. Gördüğünüz gibi film modern süreyi çok iyi örneklendiriyor.”(3)
Yeni romancılar sinemada var olmak istemişlerdir çünkü onları sinema, edebiyattan farklı olan bazı özellikleri dolayısıyla çekmektedir. Öncelikle, sinemada imgelem olanağı daha fazladır. Ayrıca, yaratıcının yaratısını kuvvetlendirecek olanaklar da fazladır: Işık, ses, kurgu gibi. Bir de milyonlarca kişiye hızlı bir şekilde ulaşmak ancak sinemayla mümkündür. “Yeni roman” görüntüyü, yüzeydekini metne aktarır. Onun sinemadan etkilenmiş olması görüntünün kurmaca içindeki yeri dolayısıyladır. Geçen Yıl Marienbad’da, Ölümsüz filmlerinde olduğu gibi görüntüleri üst üste çakıştırarak seyircinin bilinç akımına uğratılmasını ve varolanın altındakini aramasını sağlarlar. Ayrıca bu akım, edebiyat ve sinema arasındaki farkı en aza indirmeye çalışır. Sinemada anlatılan çoğu zaman görülenden ibarettir ve yeni romancılar da nesnelere yükledikleri anlamı ve zamanı hep şimdiki zaman içinde alma uğraşlarıyla bu ayrışmayı en aza indirgerler. Zira onlar 20. yy okuyucusunun sinema seyircisi olduğunu unutmazlar.
“Okuyucu ve seyirci “yeni roman” ve “yeni sinema” önünde alışkanlıklardan sıyrılmak ve önyargılardan kaçınmak zorunda. Çünkü “hikaye”nin bürünebileceği bütün biçim ve görünümlerin yığışımını estetik bir ilke olarak benimsiyor yeni roman ve yeni sinema. Mantık düzleminde bir gelişim izlemiyor roman, kendi üstüne kapanarak bir çember çiziyor, kendi kendini siliyor, kendi kendini yiyor adeta. Romanda her paragraf, filmde her sahne, hatta her plan aynı olayın ayrı bir yorumu kimliğiyle çıkıyor karşımıza: öbürleri kadar gerçek ve öbürleri kadar uydurma bir yorum.”(4)
Yeni romancıları sinemaya çeken diğer bir yan da edebiyatta eksik kaldığını düşündükleri duyuların sinemada daha canlı olması; insanlara sinemayla hem ses hem görüntü olarak ulaşabileceklerini bilmeleridir.
“Seyircinin duyduğu ses ile, gördüğü görüntünün temel özelliği, her ikisinin de “aynı anda” ve “orada” var olmasıdır. Montaj kopuklukları, sahne tekrarları, çelişkiler, amatör fotoğraflardaki gibi ansızın donmuş kişiler bu sürekli varlığa bütün gücünü verir. Artık, görüntülerin niteliği değil, bileşimi, kuruluşu önemlidir. Romancı değişik bir biçimde de olsa, yazış tasalarını orada yeniden bulabilir.”(5)
“Yeni roman”ın doğuş koşulları sinemada “yeni dalga”nın doğuş koşullarıyla aynıdır ve neredeyse aynı zamana denk gelir. Bu iki akım da biri edebiyatta diğeri sinemada klasik anlatıyı bozmak üzerinden girdikleri mücadelede o dönem için oldukça etkili olmuşlardır.
Yeni roman olgusuna ve onun sinemayla olan ilişkisine Alain Robbe Grillet’inin açıklamaları doğrultusunda değindikten sonra, şimdi onun festivale gelmesi vesilesiyle düzenlenen konferanstaki konuşmasının bir bölümünü, Atilla Dorsay’ın spontane çevirisinden okuyacaksınız.
Alain Robbe-Grillet Konuşuyor : Yeni Roman Nasıl Ortaya Çıktı?
“Bakış ekolü” (ecole de regard), benim kitaplarıma ilk başta verilen bir etiket oldu. Buna tamamen karşıyım. Çünkü sonradan “yeni roman” adını alan bu akımdaki bizler, birbirimize benzemiyorduk; çok farklı kişilerdik. Dolayısıyla bir ekol yoktu ortada. Ayrıca “le regard-bakış” kelimesi de yanlış. Çünkü, mesela benim ilk önemli çıkışım olan romanım “La Jalousie-Kıskançlık” bakıştan daha çok işitmeye yer veren bir romandır.
Dediğim gibi bu akımda çok faklı kişiler vardı. Bir kere aynı kuşaktan değildik; yaşlarımız farklıydı. Mesela Nathalie Sarraute benim annem olacak yaştaydı. Nitekim yüz yaşında öldü. O öldüğünde ben 80 yaşındaydım. Diğer bütün yazarlar Marguerite Duras, Claude Simon, Robert Pinget hepsi benden yaşlıydı. Ben bu grubun en genç üyesiydim ve hala en genç üyesiyim. Çünkü, ne yazık ki hepsi öldü. Tek ben kaldım hayatta.
Aslında içimizdeki hiçbir sanatçı, bu ekol etiketinden hoşlanmadı. Her biri farklı yollarda gitmek istiyordu. Onları birleştiren kitaplarımızın beyaz ve mavi kapaklarıydı. Bazı yazarlar benden çok önce yazmaya başlamıştı. Mesela Nathalie Sarraute ilk romanını savaştan önce, 1937 yılında yayınlanmıştı. Gerek onun, gerek diğer yazarların romanları hep marjinal olarak kaldı ve hiçbir zaman editörler basmak için heves göstermediler; kitaplar satılmadı, eleştirmenler beğenmedi. Editörler ve eleştirmenler bu sıra dışı yazarları normal şeyler yazmaya doğru ittiler. Oysa ben bu yazarları “Les Editions de Minuit” etrafında topladım ve onlara söylenenlerin tam tersini söyledim. Çılgınlıklarında, kişiselliklerinde daha da öteye gitmelerini, akıllarından geçen her şeyi kağıda dökmelerini söyledim. Onlardan genç olmama rağmen birleştirici bir unsur oldum.
Çünkü 1955 yılında benim ikinci romanım “Voyeur-Röntgenci”nin yayınlanmasıyla beraber ben “Les Editions de Minuit”nin edebi danışmanı oldum. Yayınevi bu yazarları çevresinde toplamak istiyordu ve benim aracımla bu yapıldı. Bir araya gelince güç kazandık. Çünkü Parisli aydınlar-entelektüeller bir ekol gördükleri zaman heyecanlanırlar ve hemen onu ciddiye almaya başlarlar. Bize de öyle oldu, ama ciddiye alınmak göreceli bir şey tabii. Kitapları basıyorduk ama okuyucumuz yoktu. Eleştiri vardı, eleştirmenler büyük ilgi gösteriyorlardı. Mesela “Le Monde” gazetesinde, bir yazar benim büyük bir ihtimalle deli ya da katil olduğumu söyledi, son romanımı okuduktan sonra. Yani hep marjinal olarak kaldık. Tabii ki bize birbirinden farklı ve aptalca sıfatlar verilmeye başlandı. Bir tanesi demin sözünü ettiğim bakış ekoluydu, diğeri de objektiviteydi. Oysa ben her zaman “yeni roman”ın en büyük özelliğinin olabildiğince sübjektif olması olduğunu söylerim. Bu kitapların okunulmaz olduğu söyleniyordu. Gallimard’a ilk kitabımı verdiğimde, biliyorsunuz Fransa’nın en büyük yayınevi, bana söylenen şu oldu: “Kesinlikle kimse tarafından okunmayacak bir kitap”. Ama tabii, şunu hep unuttular: Seyirci sanatı yaratmaz, sanat kendi seyircisini, kendi alıcısını yaratır. Van Gogh örneğinde olduğu gibi. Biliyorsunuz, Van Gogh resimleri zamanında hiç satılmadı. Ressam yoksulluk içinde öldü. Ama resim sanatını değiştiren bir sanatçı oldu. Gerçi biz zaman içinde epeyce sattık. Mesela benim bir şato alacak kadar bile param oldu. Fransa’da kitle yayıncılığının temellerini Gallimard 1920’li yıllarda attı ve bir çok kitap yayınladı; başlı başına bir marka oldu. Ama Gallimard zaman içinde hep bol okuyuculu-okuyucusu hazır romanlar yayınlamaya başladı ki bu romanların genel özeliği Balzac ekolünü sürdüren gerçekçi romanlar olmasıdır. Oysa farklı işler yapan insanların gelmesi gerekiyordu.
Ölümsüz ve İstanbul Üzerine
1960 ihtilalinden önce Fransız bir yapımcının, Türkiye’de bloke olmuş bir parası vardı. O zamanlar Türk parası konvertibl olmadığı için para burada yatıyordu. Şöyle bir yöntem düşündü. Burada o parayla bir film çekerse, filmin dışarıdaki kazancıyla parası bir anlamda dışarı çıkmış olurdu. Benim de kitaplarımın kötü sattığı yıllardı. 1950’lerin sonu. O yüzden sinema gibi çok daha pahalı bir şeye girişmeye cesaret edemezdim. Ama yapımcı, pahalı olmasının önemi olmadığını söyledi. O para zaten işe yaramıyor, bari git film çevir dedi. İstanbul’da film çekmeyi her şeyden çok istiyordum. Çünkü bu olaylardan 10 yıl kadar önce küçük bir kızla tanışmıştım burada. O, 7 yıl sonra benim karım olacaktı. İstanbul çok güzel bir şehir ama siz de bilmiyorsunuz, onun eski güzelliğini. O zamanlar Mimar Sinan Cami’sinin çevresi hep ahşap evlerle doluydu. Eğer Ölümsüz filmini izlerseniz altmışlı yıllar İstanbul’una ait bir belgesel izliyor gibi olacaksınız.
Geçen Yıl Marienbad’da
Buraya yerleştim, param vardı ve İstanbul için özel bir hikaye yazdım. Ne yazık ki ihtilal oldu; Menderes asıldı. Bu şekilde yaşamayacağım için her şeyi bırakıp Paris’e geldim. O sırada bir yapımcı Alain Resnais için bir hikaye yazar mısın dedi. Bunu Resnais mi istedi diye sordum yapımcıya. “Hayır, ilgisi yok” dedi. Resnais, Hiroşima Sevgilim’in başarısından sonra yeniden bir kadınla işbirliği yapmak istiyor ve François Sagan ve simon de bulvart arasında tereddüt ediyormuş. Onun hoşuna gidecek bir şey yazarsam onu ikna edebileceğini söyledi. Resnais ile uzun süre oturup konuştuk. Ben onun eserlerine, özellikle Hiroşima Sevgilim’e zaten hayrandım. Ama, en azından o dönemde, o benim kitaplarıma karşı hiçbir ilgi duymamıştı. Benden imkansız bir aşkın hikayesini yazmamı istedi. Bunu niye istediğini de sonradan anladım. Çünkü o sıralarda Amerikalı ünlü bir ressamın karısını alıp Paris’e kaçırmıştı; onunla birlikte yaşıyordu. Hem kadına bir başrol bulmak hem de bu hikayeyi görselleştirmek için bir film arıyordu. Ben de ona, sana sırf bir hikaye yazamam çünkü sinematografik düşünen bir beyne sahibim ve kendi açımdan dekupajıyla, kadrajıyla açıklayan bir senaryo yazarım, dedim. Bazı yönetmenler senaryocunun bu kadar işin içine karışmasını istemezler. Ama Resnais çok uyumluydu.
Resnais için bu filmi yazarken onun gözünden de baktım. Mesela benim sinemamda genelde sabit planlar vardır. Travelling (kaydırma) hareketini pek kullanmam. Oysa Geçen Yıl Marienbad’da da muhteşem kaydırmalar vardır. Çünkü o hikayeye o tür kaydırmalar uygundu. Bu yüzden senaryo yazarken bu tür kaydırmaları da düşündüm.
Resnais ile şöyle bir anlaşmaya varmıştık. Yazdığım senaryoya karışmayacaktı, ben de çekim aşamasına karışmayacaktım. Şunu da söylemeliyim: Resnais benim metnime çok saygı gösterdi. Bu yüzden film çok pahalıya çıktı. Film, dünyanın her yerine gitmesine rağmen kâr etmedi. Tek bir örnek vermek istiyorum. Senaryoda bir cümle vardı. Senaryoya göre, bu cümle bir koridor boyunca söylenecek ve cümle bittiğinde travelling de bitecekti. Bu arada şunu da belirteyim. Filmi gerçek Marienbad kentinde değil, Münih’te 4 tane şatoda çektik. Hepsi de aynı Fransız mimarın elinden çıkma ve içlerinde bol bol koridor vardı. Ama şunu fark ettik. En uzun koridor bile benim cümlemi karşılamıyordu. Travellingi yavaş da yapsanız hızlı da, koridor bitiyor ama cümlem bitmiyordu. Resnais bana bunu açıkladığı zaman, ziyanı yok metni ikiye bölerim. Sen koridorun sonuna geldiğinde sağa dönersin, bir dirsek olur, orda sağa döndüğün anda metnin ikinci kısmı başlar dedim. “Hayır hayır” dedi. Bu cümlenin tek bir hareket içinde söylenmesi benim için çok önemli, madem sen böyle yazmışsın bunu kesinlikle değiştirmeyeceğim, dedi. Bunun üzerine mimarlar şatoların koridorlarının kalıplarını aldılar ve stüdyoda benim cümlemin uzunluğunda koridor yapıldı ve filmin o bölümü bu stüdyoda çekildi.
Bir örnek de heykellerden vermek istiyorum. Bu şatolarda bir sürü, çok büyük heykeller var. Zaten senaryoyu, o şatoları düşünerek yazmıştım. Ama benim anlattığım, hayali düşsel bir heykeldi: Bir adam, bir kadın ve bir köpek. Bakıldı etrafa ve bir sürü çeşit heykel var ama bunun gibi yoktu. Resnais’ye başka bir şey yazayım, dedim. Hayır, bunu çok beğeniyorum üstelik hoş bir esprisi var dedi. Şöyle ki: Bu heykelin yanından geçerken filmin erkek kahramanlarından biri diyor ki: Bakın bir erkek, bir kadın ve bir köpek. Öbürü de “Köpek kaza eseri oradan geçiyordu” diyor. Bu espriyi aynen korumak istedi. Bu yüzden bu heykeli yapmak için, oradaki heykellerin kalıpları alındı ve kalıplara göre o heykel yapıldı.
Son olarak belirtmek isterim ki, yaratıcı sinema yapmak istiyorsanız pahalıya çıkmayan filmler yapın. Pahalı filmler yaptığınız anda kendinizi bir anlamda sanayiye teslim etmiş olursunuz. Bakın, Resnais Hiroşima Sevgilim’i neredeyse parasız çıkarmıştı. Çok güzel bir filmdir. Ama Geçen Yıl Marienbad’da çok pahalıya çıktı ve Resnais bundan sonra hep pahalı filmler yaptı. Popüler olmak istiyordu. Kişisel bir sinema yapıyor olmasına rağmen, popüler olmak istiyordu. Filmlerinin seyirciye ulaşmasını istiyordu. Bunu da sağladı. Aslında çok iyi bir yönetmendir. Çok iyi bir teknisyendir. Ne anlatacağını bilir. Bu açıdan bir Amerikan yönetmeni gibidir. Tekniğe son derece hakimdir. Ama mesela Godard, onun tam tersidir. O, filmlerini hep ucuza çıkarmayı yeğledi ve bu yüzden sonuna kadar, yani bugüne kadar, hep istediği filmleri yaptı. Dolayısıyla daha enteresan filmler yaptı. Resnais gibi sanayiye, sermayeye teslim olmadı. Bunu söylerken birini yüceltiyor, diğerini alçaltıyor anlamı çıkmasın. Bu bir tercihtir. Sanatçının tercihidir ama benim tavsiyem şu: Auteur sineması yapmak istiyorsanız filmlerinizi hep ucuza çıkartın.
Notlar:
1. Alain ROBBE- GRİLLET, Dans Le Labyrinthe-(Labirentte) Çev: Salah Birsel, Türk Dili Roman Özel Sayısı-154
2. Alain ROBBE-GRİLLET, Alain Robbe-Grillet Konuşuyor, Çev: Berke Vardar, Cep Dergisi.
3. A.g.m.
4. A.g.m.
5. Alain ROBBE-GRİLLET, Yeni Roman, Çev: Asım Bezirci, 92.