#SivasıUnutma: Menekşe’den Önce ve Sonra, “Geri İstiyoruz Onları”

Seray Genç /

1990’lı yıllar üniversitelerde bir arada davranma, dernekleşme, örgütlenme ve 80’li yılların hayatlarımız üzerindeki etki ve sonuçlarını değerlendirme yıllarıydı. Karanlık bir dönemi yaşadığımızın bilincinde biat kültürüne itiraz yıllarımızdı. 1989 Bahar eylemleri sadece bölüşüm politikalarına etkisiyle değil -ölü toprağından kurtulan bir toplumsal, siyasal kırılma noktası olarak; bir bahar uyanışı olarak öğrencilerin de önünde duruyor; “ortak deneyim ufkunda” yer alıyordu. Hava dönüyordu sanki emekçiden yana ve umut çok güzeldi.

1993 yılında bir temmuz günü İstanbul’da aynı okuldan ve diğer üniversitelerden bir grup arkadaş Tünel’den Kabataş’a gitmeye çalışıyorduk. Hepimiz acı ve öfke duyuyorduk, polis yolumuzu kesmişti ve biz Cihangir’in ara sokaklarından aşağı inmenin bir yolunu bulmaya çalışıyorduk. Ana caddeye indiğimizde bizim gibi acı ve öfke içindeki insanları gördük. Birbirimize kavuşmuştuk, bu duygunun ne kadar rahatlatıcı olduğunu hatırlıyorum. Oysa bir gün önce kurtuluruz diye Sivas Madımak Oteli’nde bekleyenler için bu duygu hiç yaşanmamıştı. Ölümden önceki son ana kadar sonuçsuz bir umuda tutunmuşlardı.

Kabataş’ta Yazarlar Sendikası önünde toplanmak için İstanbul’un dört bir yanından gelen yüzbinlerce insan 2 Temmuz’da bir otelde kıstırılarak boğulan ya da yakılan 33 aydından Asım Bezirci ve Nesimi Çimen’in cenazelerini uğurlamak için bir araya gelmeye çalışıyordu. Elbette uğurladıkları sadece Asım Bezirci ve Nesimi Çimen değil, 33 candı ve ne yazık ki umuttu…

Kabataş’tan başlayan yürüyüş çevreden katılımlarla giderek artıyordu. Evinden terliğiyle çıkmış bir kadın hatırlıyorum. Ruhi Su’nun, Sivas’ta kaybettiğimiz Hasret Gültekin’in bize eşlik ettiğini, Hasret Gültekin’i duydukça kahrolduğumuzu… Bıraksalar hiç durmayacaktık… Güzergah Kasımpaşa olarak değiştirilmişti. Zincirlikuyu civarına vardığımızda bizi durdurmak için ateş edildiğini hatırlıyorum. Oysa 2 Temmuz’da Madımak Oteli önünde biriken kara kalabalığı dağıtmak için ateş edilmek bir yana yapılan anonslarla bu kara kalabalık takdir edilmişti. Yol boyunca bir kaldırıma oturmuş ağlayan insanlar gördüm. Kimsenin aklı, vicdanı almıyordu 33 can göz göre göre, iktidarın ve muhalefetin bilgisinde nasıl yakılmak istenirdi, nasıl öldürülürdü…

O gün Sivas’ta toplanan gericiler şairleri, yazarları, semah dönenleri, Pir Sultan Abdal şenlikleri için Sivas’a gelmiş canları ve çocukları katlettiler. Katlederken haz aldılar, otelin tutuşmasını beklerken birbirilerine “akıl-fikir” verdiler. Tekbir getirdiler, taşladılar, benzin döktüler, itfaiye aracının borularını kestiler, önlerine düşen Aziz Nesin’i linç etmek için birbirleriyle yarıştılar.

O gün Kabataş’ta konuşma yapan Yaşar Kemal’in “neyiniz var, utançtan başka!” dediğini hatırlıyorum. Belki tam olarak böyle değildi söylediği. Ama umutla başlayan utançla biten bir günün hikayesi bugün bile acısından zerre kaybetmemiş biçimde yaşıyor bizimle. Üstelik o günün sonrasında yaşananlar, siyasi ve hukuksal tüm gelişmeler bu acıyı hep tazeledi ya da daha da acı verici yaptı.

Hangi biri aktarılabilir ki, eksik olacak her biri. Tıpkı “Nesini söyleyim canım efendim / Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim / Arzuhal eylesem deftere sığmaz / Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim” türküsünde olduğu gibi… Dönemin gazete manşetleri, köşe yazarları, milletvekilleri, başbakanı, cumhurbaşkanı katliamcıların hassasiyetlerini anlayışla karşılar ve birbiriyle yarışır bir ruh haliyle Aziz Nesin’i katliamın sorumlusu olarak ilan eder. Madımak Oteli’nin utanç müzesi yapılması için haklı talepler duyulmaz. Arsızca yerinde bir kebapçı dükkanı açılır. Sivas katliamından 18 yıl sonra ise Madımak, Utanç müzesine değil -ne anlama geliyorsa artık- Bilim ve Kültür Merkezi’ne dönüştürülüyor ve binanın girişindeki “anı köşesi”ne de linçcilerin adı utanmadan yazılıyordu. Sivas valisinin açıklaması ise “insan merkezli baktıkları için ayrım yapmadıkları” yönündeydi. Yakanlar ve yananlar, katiller ve maktuller arasında ayrım yapmamak “insan merkezli” olabiliyordu. Öte yandan aynı valilik tarafından Sivas’ta 2 Temmuz anması yapılmasına izin verilmiyordu. Devlet her daim tarafını belli eder bu ülkede. Sivas katliamı sanıklarını savunan bir avukatın adalet bakanı olması zaten yeterince manidardır.

Zeynep Altıok Akatlı Sivas’a o tarihten beri adım atmıyor, atamıyor ve haklı olarak soruyordu: “Sizin hiç babanız yandı mı? Hiç evladınız öldü mü? Siz kimi o otelden uzak tuttuğunuzun farkında mısınız? Oradan uzak tutamadıklarınızı adaletten uzak tutmayı pekâlâ biliyorsunuz. Sivas’ta deprem ya da sel gibi bir doğal bir afet yaşanmadı. Orada gözü dönmüş bir kalabalık insanları öldürdü. ‘Olaya insan merkezli baktığımız için hiçbir ayrım yapılmadı’ diyemezsiniz. Orada insanlar tesadüfen ölmedi. Onları öldürmeye kalkanla öleni bir arada anamazsınız. Madımak binasının yerine talep ettiğimiz utanç müzesini kurmaktan özenle kaçınıp sözde ‘bilim ve kültür merkezi’ kurmanız kabul edilemezken orada -hele bizlerin izni olmadan- kayıplarımızın isimlerini kullanamazsınız. Saldırganla mağdurun adını birlikte yazmak şuursuzluk ya da aymazlık değildir. Bu bilinçli yapılmış bir tercihtir. Meydan okumadır, gözdağı vermektir, kudret gösterisidir, vicdansızlıktır, hakarettir, saygısızlıktır. Derhal ama derhal babam Metin Altıok’un adının oradan kaldırılmasını talep ediyorum. 18 yıldır duygusal sebeplerle Sivas’a adım atmadım. Sadece bir utanç müzesi ya da bir insanlık anıtı yapılırsa gideceğimi söyledim. Şimdi gerekirse oraya gider o plaketi sökerim. Beni buna mecbur etmeyin. Bir zahmet siz kaldırın. Hemen!”

Sivas merkezde hala bir insanlık anıtı yok. En son bir insanlık anıtı olarak Pir Sultan Abdal heykeli 1993 yılında yerlerde sürüklendi. Sivas’ın bir köyünde ise gözlerden ırak duran iki çocuğun, birbirine yaslanan iki çocuğun heykeli var. Menekşe ve Koray’ın…

Sivas Katliamı üzerine neden bugüne kadar, Türkiye’de belgesel yapılmadığına dair sorum en çok Kadıköy’de Sivas davasının, bir insanlık suçunun zamanaşımına uğratılmasına duyulan tepki için bir araya gelen insanları görünce aklıma düştü. Yaşlı bir amca, aklımda kalan siyah fötr şapkası altından çıkan ak saçları ve hüzünlü bakışıyla benden ona uzatılmış bir bildiriyi okumamı istedi. Bildiriyi okudum. 12 yaşındaki Koray’la ablası Menekşe vardı o bildiride…

Menekşe’den Önce belgeselinin ismini aldığı Menekşe, Sivas’ta öldürülen Menekşe ve Koray’ın kardeşi. Ablası ve abisini hiç tanımadı. Belgesel yapıldığında 18 yaşında bir genç kız. Üniversiteyi Cumhuriyet Üniversitesi’nde okuduğu için annesinin tedirginliğini hissediyor. Bir acıyı dindirmek için dünyaya geldi sanki. Acı dinmedi o da acının bir parçası oldu. Belgeseller, yakılan türküler, şiirler hem hatırlamak hem de sağalmak için. Menekşe’nin belgeselde kitabını imzalatmak için buluştuğu yazar Lütfiye Aydın 2 Temmuz’da yaşadıklarını anlatır; 2 Temmuz sonrası okuma-yazmayı unuttuğunu söyler. Yeniden yazmaya başlamakla sağalmaya başlar. Menekşe o günün tanıklarından kardeşi Serkan’ı kaybeden semah ekibinden Serdar Doğan’ı dinler. O da semahı, tiyatroyu unutmamak, unutturmamak ve sağalmak için yapar.

Serdar Doğan kardeşinin ardından Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi’ne (2006) yazar daha sonra: Bir kilo bıyıklı babanın farkını, Serkan’la yaptıklarını, Ankara’da Keçiören’den Dikmen’e neden taşındıklarını ve insana dokunan iki kardeşin hikayesini… “ay dolandı vay deli gönlüm, ölüm şaşırdı menzilini” der.

Belgeseldeki Serdar Doğan hala ölümün menzilini şaşırdığına inanarak aktarır yaşadıklarını.

Menekşe’den Önce belgeseli, tıpkı daha önce bir Hollandalı yönetmenin, John Albert Jansen’in insanı şaşkınlığa uğratacak denli bize ait gerçekliği kavramış olduğu, üstelik bu gerçekliği ezgilerle, türkü ve deyişlerle bize aktardığı Bekle Beni Darağacı belgeselindeki gibi bir ülkenin yakın tarihine bakar; insanlığı ve insanlık dışı olanı görür. İnsanlık türkülerle hayata tutunan, direnmenin bir yolunu bulan “Sivas ellerinde sazım çalınır”ı bir direniş cümlesine dönüştüren İsmail Kaya’nın, anne ve babasının gelip kendilerini kurtaracağını söyleyerek ablasını teselli eden 12 yaşındaki Koray’ı duymuş Gülay Şahin’in, Banaz’ın bir köyünde “Alevilik kural olarak yaşanmaz kendisi bir yaşam biçimidir” diyen Kasım Aslan’ın, Pir Sultan Abdal Şenliklerinin bir parçası olan oradaki saldırıyı laik cumhuriyete yapılmış bir saldırı olarak değerlendiren Arif Sağ’ın, Buruciye Medresesinde çekilmiş bir genç kadının fotoğrafını göstererek “işte bu benim son iyi fotoğrafım” diyen artık o genç kadın gibi umutlu ve iyimser olmadığını söyleyen Lütfiye Aydın’ın ta kendisidir. Bekle Beni Darağacı, Pir Sultan’ın izinden giderek 2006 yılında Sivas’ın belgeselini yaparken deyişlerin Sivas’ta 2 Temmuz’da olanları aktarabilmesi tarihsel bir taraf olma durumunu da yansıtır. Ozanların, Kasım Aslan’ın, Arif Sağ’ın ve İsmail Kaya’nın söylediği “Şu kanlı zalimin ettiği işler / garip bülbül gibi zar eyler beni / yağmur gibi yağar başıma taşlar / ille dostun bir fiskesi yaralar beni…” diyen Pir Sultan’ın başına gelenler gibi. Pir Sultan Abdal türküleriyle bugüne kalmıştır ve unutulmayacaktır. Geride bırakılan türküler gibi şiirlerin ve belgesellerin de bu gücü vardır. Dostlar Tiyatrosunun belgesel oyunu Sivas ’93 gibi tiyatronun, edebiyatın, müziğin ve sinemanın yaptıkları ve yapacakları tarihin “yok ederek kazananlar” tarafından yazılmasına ve toplumsal belleğin yeniden formatlanmasına izin vermeyecektir. O günün unutulmasını öğütleyenlerin, acının küllenmesini dileyenlerin, iktidarın eteğine yapışarak üzerine gidilmemesini salık verenlerin aksine biliyoruz ki, Madımak’ı unutmamak, unutturmamak zalimden yana olmamak, insanlıktan yana olmak demektir.

2 Temmuz’a “O gün” demek bana oldukça tartışmalı -Can Dündar’ın yaptığı- bir haber-belgesel programını hatırlatıyor: Vali ve belediye başkanının daha çok söz aldığı bu program Aziz Nesin’in tehlikeli bir işe giriştiği vurgusuyla başlar. Ama belki de en önemlisi bu programda sanki günün ilk yarısında bir araya gelen “kaygılı”, “e biraz öfkeli” ama “masum” müslümanların daha sonra linçci, yobaz kitleye dönüşmesinin nedenleri aranır. Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri’nin Aydınlık gazetesinde yayınlanmasıdır tehlikeli işle ima edilen. Bu tür bir nedensellik başlı başına tehlikelidir oysa. Sivas’taki yerel bir gazetenin manşetiyle aynı gelir kulağa “müslüman mahallesinde salyangoz satmak”. Can Şenliği oyuncularının oyuna davetleri sırasında kullandıkları davulun sesinin ezana denk gelmesi de bir “tahrik” unsuru olarak yer alır, o günün tanıklarıyla. Yine dönemin “üst düzey” tanıklarından, dönemin cumhurbaşkanı danışmanı dahil kimsenin elbette günah çıkarmadığı bu program bir tür savunma vermeye, aklamaya, aklanmaya yaradı.

2 Temmuz’u bir tahrik unsuruna ya da yakın zamanda bir darbe teşebbüsüne bağlamak ancak devletin elbirliği, işbirliğini gizlemeye ve ülkenin katliam sicilinin her seferinde unutturulmaya çalışılması ve aklanmasına yarar. Tam da zamanı hatırlamanın yeniden: Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz” talimatı verir ve yaptığı açıklamada, “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş… Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır… Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı vardır” der. Başbakan Tansu Çiller de, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” diyebilecektir.

Menekşe’den Önce belgeseli, aradan geçen 20 yıldan sonra, katliama uğrayan insanların tanıklıklarını yeniden dinliyor. Bize ulaşamayan, ulaşamayacak olan Kaya ve Sivri ailelerinin bugün yaşadıklarını, kaybettikleri çocuklarını, geriye kalanları, geriye kalanın dolamayan bir boşluk ve dinmeyen bir acı olduğunu anlatıyor. Bu acıyı hepimizin hissetmesini sağlayan görüntülerle açılıyor belgesel. Otelin yakılmasını izleyen, isteyen, dileyen bir grubun diyalogları net bir biçimde işitiliyor ve “Sivas’ın acısı” içimize işliyor.

Onurlu insanları anlatıyor Menekşe ve belgeseli. Aziz Nesin, Madımak Oteli’ndeki son dakikalarında dahi korkudan bir köşeye büzülerek ölmüş bir insan olarak görünmek istemediğini, Lütfi Kaleli’den kendisine odadaki yatağa uzanması için yardımcı olmasını ister. Onurlu bir insanın ölümü karşılama isteğidir bu. Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın merdivenlerde bir kırık fırça ve yangın tüpüyle otel merdivenlerinde nöbet beklediğini bilirsiniz. Onurlu insanlardan bir fotoğraf kalmıştır geriye. Arkadaşlarını korumak için bedenlerini barikat yapmışlardır.

Onurlu Sait Metin’i ise belgeselde tanırsınız. Kendilerine emanet gördükleri son sodayı içmeyip yerine koyar. Asaf Koçak mızıkasıyla moral verir bir odaya toplanmış kadın ve çocuklara. Asım Bezirci de yanındakilerin neşesi kaçmasın diye neşesini korumaya çalışır, insanları korumaya çalıştığı gibi. Onurlu edebiyat işçisi, kuşağımın okumayı seven pek çok öğrencisinin ilk kez karşılaştığı dönem olduğu için bizim için bir de Türkçe’nin ortaokulcası Asım Bezirci. “En iyi gününüz benim günlerim kadar kötü olsun yobazlar” diyerek acıyla haykıran Yeter Sivri kaybettiği iki kızı için bir müze oda yapmıştır evinde. Hiç dokunmadığı çocuklarının odasını ziyaret etmeden çıkmaz dışarı.

O fotoğraftaki üç şairi yeniden hatırlayalım öyleyse, kendi ölümlerini bildikleri için değil tıpkı Pir Sultan gibi insana inandıkları, umut taşıdıkları ve onurlu yaşadıkları için yazdılar.

Son sözü bırakıyorum onlara

Metin Altıok “zor zamanlarda gazel”i yazdı: “Sık dişini, yılma sakın, vazgeçme bu umuttan / Elbet bir gün insanlar hasretle kenetlenir / Gör işte o zaman, devranını küskün dünyanın / Bilinmedik cemrelerle bak nasıl çiçeklenir / Görmese de altıok metin oğul veren günleri / Toprağın tavından sezip, kemikleri şenlenir”

Behçet Aysan “Unutulmayan” şiiriyle yaşamı güzelleştirmek için yazdı, yaşamda unutulmayacak olanı: “bense, yulaf kokan

dağlı ellerinde

dolaşmak gibi kolaydır

sanırdım yaşamak ve sana kansız

bir gökyüzü

getirirdim
getirebilsem ah,

-avlusunda çocukların

korkmadan oynadığı-

lalelerle

donanmış simli bir gökyüzü.

 

bir öpüşün bıraktığı harlı lekeyi

çatlamış bir narı, unutmadım.”

 

Uğur Kaynar ise ölümü yaşamak için tarif ediyordu. Hani şu ölümlü dünyada zaman varken öp beni dediği şiirinde: “Şiirden ölen bir şairin
/ son bahanesi gibi
/ bir bahane bul kendine /
En azından öp beni

Ve Koray, Menekşe, Yasemin, Asuman…

Bir umut olarak askeri değil anne ve babalarını bekleyen çocuklardı onlar.

Menekşe’den Önce belgeselinde sekiz saat süren umutlu bekleyişin sonunda Madımak Otel’inin alev almasıyla beraber dayanılmaz çığlıkların birden yükseldiğini sonra da aniden kesildiği anlatılır. Bu çığlıkları ilk kez Moğolların Issızlığın Ortasında’yı dinlerken duymuştum. Aziz Nesin’in, Sivas’ın Acısını hissettiğim gibi. Muzaffer İlhan Erdost’un seslenişine nasıl katılmam ki… “Geri İstiyoruz Onları”