Sinema Tarihini Yazmak: Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi

Nezih Coşkun /

İlk ansiklopediniz olduğunda ne yaptınız? Ben okumaya başladım. İlkokuldaydım, sanırım E maddesine kadar da okumuştum. Daha gazetelerin bilmem kaç kupona ciltlerce ansiklopedi verdiği zamanlar değildi. Öğretmenin tavsiyesiyle babam kasabadan alıp getirmişti ansiklopediyi. Zihnin açık olduğu çocukluk çağında A’da ne var B’de ne var diyerek ilgiyle okumuştum başlangıçta. Rekin Teksoy’un yıllarca emek verdiği, bin sayfadan daha uzun olan Sinema Tarihi kitabını elime aldığımda bunları hatırladım.

Rekin Teksoy’u hepimiz uzun yıllardır TRT 2’de sunduğu Sinema ve Edebiyat kuşağından tanıyoruz. Aslen hukuk fakültesi mezunu olan Teksoy, avukatlığın kendine göre bir meslek olmadığını anlıyor kısa sürede ve sinema üzerine yazmaya başlıyor. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde uzun yıllar sinema sanatı ve sinema edebiyat ilişkileri dersleri veriyor. 1960’lı yıllarda Yön, Sosyal Adalet, Ataç gibi dergilerde sinema eleştirileri kaleme alıyor. Türkiye’deki sinema kültürü üzerine önemli etkileri olan Sinematek Derneği’nde görev alıyor. Bir dönem başkanlığını yaptığı TÜRSAK’ın kurucu üyelerindendir. Sinema üzerine yazılarının yanında Rekin Teksoy İtalyan edebiyatından yaptığı değerli çevirileri ile yazın dünyamıza da önemli katkılarda bulunmuştur. İtalyanca’dan yaptığı çevirilerin içinde Türkçe’ye ilk kez eksiksiz olarak çevrilen Boccacaccio’nun Decameron’u ve ilk kez şiir olarak çevrilen Dante’nin İlahi Komedya’sına özel olarak değinmek gerekir.

Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi öyle sıradan bir kitap değil. Benim ilk ansiklopedim gibi sıkıcı da değil. İsteyen oturup sonuna kadar heyecanla okuyabilir. Sıradan değil çünkü, Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi başlığı birkaç açıdan değerlendirilebilir. Birincisi, tarih her ne kadar nesnel olaylar bütünü olsa da her tarih yazımı belli bir dünya görüşünü yansıtır. Tersi ancak resmi tarih ya da resmi tarih yazıcılarının öne sürebileceği, egemen ideolojiyi besleyen bir savdır. Rekin Teksoy da kendi dünya görüşü ve politik duruşu doğrultusunda yorumlayıp, kendisi için önem taşıyan kısımlarını öne çıkararak yazıyor dünya sinema tarihini.

İkincisi tarihin neden yazılması gerektiği, daha genel anlamıyla tarihin bizim için ne ifade ettiğidir. Çünkü tarih bilinci ile sınıf bilinci birbirinden ayrı düşünülemeyecek kavramlardır. “Birey ile tarih arasındaki ilişkinin kuruluş biçimini belirleyen, bu soruya verilen yanıttır. Sınıf bilinci mi, tarih bilinci mi? (…) Sınıf bilinci, tarih bilincinin gerçekleşmesinde aracı olarak işlev görüyor. Başka türlü söylenecek olursa, sınıf bilinci, genel anlamda tarih bilincinin, işçi sınıfının malı haline gelmiş özel bir biçimidir.” (1)

Tarihe bakmak, tarihin doğrusal olmasa da bir yol izlediğini görmek aslında geçmişten çok geleceğe yönelik, geleceği kurmaya dönük bir eylemdir. “Tarih bilincinin temeli, toplumların gelişiminin bir nesnelliği olduğunun, tarihin bu nesnellik doğrultusunda belli bir “mantık” sergilediğinin, gelecekteki gelişimin de ancak aynı doğrultuda gerçekleşebileceğinin ortaya konmasıdır.” (2) Bu açıdan bakıldığında, tarih bilinciyle ortaya çıkarılan her türlü tarih yazımı, sanat tarihi, sinema tarihi yazımı bizi geleceğin toplumuna, sanatına, sinemasına götürüyor.

Son olarak sinema tarihi yazmanın aynı zamanda romantik bir eylem olduğunu da belirtmek gerekir, ancak sinemayla derinden bağlar kurmuş, kimi filmlere aşık olmuş, kimi filmlerden nefret etmiş insanlar böyle bir girişimde bulunabilir. Medya tekellerinin, Hollywood’un majörlerin desteğinde sinema tarihinin resmi tarihe paralel biçimde yazdırıldığı, bütün dünyada bastırıldığı günümüzde tek başına böyle bir çabaya girmenin yeldeğirmenleriyle savaşmaktan çok da farkı yok. Fakat dünyamızı ileriye götüren böylesine çabalar değil midir? Cervantes’in bize bıraktığı mirasın değerini anlatabilmek için Nijeryalı yazar Ben Okri “Ölmeden önce okumanız gereken bir roman varsa bu Don Kişot’tur.” demiştir. Diğer taraftan kaynakların kısıtlı olduğu, kısıtlı kaynaklara da zor ulaşıldığı Türkiye gibi bir ülkede dünya sinema tarihinin yazımına girişmek ayrıca takdir edilmelidir.

Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi, İncil’deki o ünlü cümleye atıfta bulunarak, “başlangıçta söz yoktu” diye başlıyor; sinemanın tarih öncesinden ilk hareketli görüntülerin bulunmasına kadar geçen gelişmeleri aktarıyor. Sinemanın ilk dönemlerine ilişkin bir başlık “Panayır Sinemasından Sinema Sanayine”: “Panayırlarda, “X ışınları, sakallı kadınlar, telsiz telefonlar” gibi ilginçliklerin sergilendiği çadırlara sinematograf gösterileri de eklendi. Bu süre boyunca sinemanın biletle izlendiği tek yer panayırlar oldu. Panayır sinemasını Charles Pathe ve Leon Gaumont adlı iki girişimci ortaya çıkardı. Bunlar Lumiere Kardeşler’in bilimsel, Melies’in şiirsel bakış açılarına halk sineması kavramını kattılar. Lumiere’lerin sineması Paris bulvarlarının okuryazarlarına, Melies’in sineması ise gözbağcılık meraklılarına yönelikti.” (s. 39)

Sanayiye dönüşümün öncülü bu girişimlerden sonra sinema çok çabuk büyüyor. Avrupa’da hemen ardından ABD’de de konvansiyonel sinemanın temelleri atılıyor. Sovyet sinemacıları, kuramsal çalışmaları ve filmleri ile Ekim devriminin toplumsal düzlemde yaptığı etkiyi sinemada gerçekleştirirler. Sovyet sinemacısı “Eisenstein’ın Grev’in ardından yönettiği Potemkin Zırhlısı (1925) ise yalnız sessiz sinemanın değil, sinema tarihinin de en önemli filmlerinden biri, belki de birincisidir. (…) Potemkin Zırhlısı bilinen bir olayı sanki bir belgesel gibi anlatır ama konuyu bir dram gibi işler. Eisenstein, filmi klasik tragedyalara benzer bir biçimde beş bölüme ayırır. Klasik tragedyanın geleneksel yapısına bağlı bu kuruluşa göre film sırasıyla “İnsanlar ve Kurtlu Et”, “Kıç Güvertedeki Dram”, “Kan Öç İstiyor”, “Odesa Merdivenleri” ve “Filoyla Karşılaşma” bölümlerini içerir. (…) Filmin en önemli bölümü, senaryoda öngörülmemiş olan Odesa Merdivenleri bölümüdür. Sinema tarihi açısından önem taşıyan bu bölüm, Eisenstein’ın kurgu anlayışının en parlak örneğidir.” (s. 122-123)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında sinema Avrupa’da İtalyan Yeni Gerçekçiliği ile yeni bir ivme kazanacaktır. “İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda İtalya’da faşizmin yıkılarak demokratik düzene geçilmesi, sinemanın da faşist ideolojinin kalıplarından sıyrılarak, toplumsal sorunlara yepyeni bir bakış getiren filmler üretmesini sağladı. Sinemanın yalnızca bir seyirlik olarak değerlendirilmesine karşı çıkarak, toplumsal yaşamın değişik yönlerini ve sorunlarını perdeye getirmeyi amaçlayan bu anlayış, sıradan insanın sorunlarına ve yaşam savaşımına eğilen filmlerin yapılmasına yol açtı.” (s. 271)

Yukarıda birkaç alıntı yaptığımız Rekin Teksoy’un kitabına elbette bu yazının sınırları içinde yeterince yer veremeyiz. Çünkü, bin sayfayı aşan bu kapsamlı kitabın içinde dünyanın çeşitli ülkelerinin sinemalarına ve sinema akımlarına yer verilmiş. Rekin Teksoy, ilk önce giriş bölümlerinde ele aldığı ülke sinemasının ya da sinema akımının sinema tarihindeki önemi, toplumsal etkilerini inceliyor. Türkiye sineması özel bir ağırlık teşkil etmiyor. Ülke sinemalarından bahsedildiği bölümlerde Türkiye sinemasındaki gelişmelere de yer verilmiş. Daha sonra bu akımda ya da sinemada yer alan yönetmenlerin sinemalarını ve filmlerini inceliyor. 20. yüzyılın sonuna kadar olan dönemi işleyen Teksoy’un kitabı bu yönüyle en güncel sinema tarihi kitabı unvanını da hak ediyor olsa gerek. İki yüz sayfalık Kronoloji, Kaynakça, Film Adları Dizini, Kişi Adları Dizini ile kitap, her zaman bir başvuru kaynağı olarak ilgi görmeyi, okunmayı hak ediyor.

Rekin Teksoy’u dergi ekibi olarak uzun zamandır tanıyor ve görüşüyoruz. Yeni Film’e yazma konusunda ısrarlarımıza hep arkadaşlar ben sinema tarihi yazıyorum, dergi yazısına ayıracak vaktim yok diye karşı çıkardı. Sonunda kitap yayınlandı, üzerine oldukça yazıldı çizildi. Biraz geç de olsa biz de yazdık üzerine. Bu uzun soluklu çalışmasına ve yoğun emeğine, sinema üzerine düşünen, konuşan yazan insanlar olarak teşekkür ediyoruz. Kim bilir belki bundan sonra da Rekin Teksoy yazar dergimize.

Notlar:

1. Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, Doruk yay., s. 160,
2. agk, s. 161

Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi
Oğlak yay., 2005, 1022 sayfa