Ege’nin İki Yakasına Dair

Kayıkçı

Elif Genco /

“Komutan: – Ali, Ali oğlum köye dön. Kanuna karşı gelme!

Ali (Yılmaz Güney): -Bu kayalar kimsenin malı değil. Burda kanun olamaz komutan bey! Burda ben varım, biz varız. Yaşamak isteyenlerin kanunu var!

Komutan: – Balıkçılar birleşti, ayaklandılar. Bırak bu inatçılığı Ali! Hakkın yok buna. Köye dön! Ben bütün mesuliyeti üzerime alıyorum!

Ali: – Hangi hak, hangi mesuliyet. Biz yaşamak istiyoruz komutan bey yaşıyarak ölmek! Sizler bunu hissedemezsiniz ki! “

Şeytan Kayaları,1970 (1)

Kayıkçı esas anlatısını mitolojideki bir aşk “masalı”na dayandırıyor. Bu masal ayrı iki yakası olan her yere yakıştırılmış gibi. Kimi zaman Galata ve Kızkulesi arasında, kimi zaman Abydos ve Sestos’ta kimi zaman da Çeşme ve Sakız Adası’nda yaşanmış. Tarihsel ve teatral nesnelliğiyle yaşanmış veya yaşanabilir nice hikaye çıkarıyor bu coğrafya. Bir masal anlatıyor Kayıkçı, Azra Erhat’ın cümleleriyle başlayabiliriz masala: “Bir varmış, bir yokmuş, Çanakkale Boğazının en dar olduğu yerde biri Sestos, öbürü Abydos diye iki şehir varmış. Abydos, Anadolu topraklarında, Sestos da karşıda Trakya kıyısındaymış…” (2) Boğazın en dar geçidi, tehlikeli Naraburnu dalgaları da iki şehir arasındaymış.

Kayıkçı filminin bu mitolojik masal ve eski rebet türküsü ‘Kayıkçı’ ile iliş- kilendirilebilen öyküsünü paralel bir anlatıyla aktarırken, atmosferinin, şarkının ve mitolojik olanın kullanımı dahil, içerdiği boşlukları belirtmek mümkün olmayabilir. Oysa bu boşluk ve boşluğu dolduran klişeler filme hakim olmuştur.

Öykünün gelişimi hemen bu bilgiyi vermese de doğup gelişmiş bir aşk zaten var olduğundan ya da verili olduğundan biz de şöyle başlayabiliriz: Ege Denizinin bir kıyısında Çeşme ilçesi, karşısında ise Sakız Adası (Hios) vardır. İki ayrı ülkenin topraklarındadır Çeşme ve Hios.

Devam edelim: “Abydos’ta bir kral oğlu yaşarmış, adı Leandros, Sestos’ta aşk tanrıçası Aphrodite’nin bir rahibesi varmış, adı Hero. Hero ile Leandros gönül vermişler birbirlerine. Neden vermişler, nasıl vermişler? Masal açıklamıyor bunları.” Çeşme’de balıkçılık yaparak geçimini sağlayan sağır, dilsiz ve kimsesiz, denizin kıyısındaki bir barakada biri yaşarmış, adı Kayıkçı, Sakız Adası’nda müzik yapan, babasının balıkçı lokantasında çalışan bir kız varmış, adı Evdokia. Evdokia ile Kayıkçı gönül vermişler birbirlerine. Nasıl verebilmişler… “Sevgililer birbirlerini niçin sevdiklerini, sevgi kıvılcımlarının yüreklerinde ne zaman çaktığını bilirler mi?” diyen Erhat sonrasında “Biz diyelim ki, bir bahar günü Sestos’ta bayram yapılmış, Aphrodite’nin çok genç ölen sevgilisi Adonis’in şerefine bir bayrammış bu.” diyor. Ama masal bu, sahnesi nerede olursa olsun, bir hayal, bir de hakikat payı taşır. Birbirlerine nasıl gönül vermişleri açıklayan sahneler daha fazla soruya neden oluyor. Buna rağmen Erhat da biz diyelim ki diyerek en başta kendisi bir karşılaşma nesnelliği yaratıyor. Filmde ise karşılaşma sahnesi Çeşme Festivali sırasında yaşanır. Çeşme’de yapılan festivale Sakız Adası’ndan Evdokia’nın vokalist olduğu bir müzik grubu gelmiştir. Konser sırasında Kayıkçı Evdokia’yı görür ve konser boyunca gözlerini ayırmaz Evdokia’dan. Aynı anda ‘Kayıkçı’ şarkısını söylüyordur Evdokia. Tıpkı Adonis’le anılan bahar bayramında Leandros’un kırmızı güllerle donanmış Hero’yu görmesi gibi. Masalın devamı şöyledir: “İki sevgili bakışlarıyla mı anlaştılar, yoksa mektuplaştılar mı, efsane bunu anlatmıyor, ne var ki, Leandros Anadolu kıyısından Sestos’a geçmek için yanıp tutuşuyordu. Bir gece dalgalara bakarken, Sestos’taki kulenin tepesinde bir ateşin yandığını gördü. Hero kule’ye çıkmış, sevgilisine ‘Gel, gel!’ diye bir meşale sallıyordu. Deniz durgundu, ay suda hafifçe dalgalanan ışıltılarıyla Leandros’a bir yol çiziyor gibiydi. Leandros dayanıklı bir yüzücüydü. Karşı kıyıda Hero’ya varan ışık yolu ise kısa görünüyordu. Dalgacıklar, ‘Gel biz seni götürürüz’ der gibi fış fış ediyor, kuledeki meşale çağırıyordu. Leandros suya daldı, var gücüyle yüzdü…” Filmin adı, içeriği, kahramanı ve müziği Kayıkçı, festival sırasında Sakız Adasından gelen müzik grubu tarafından başından sonuna yunanca seslendirilir: “Gel gel kayıkçı…” Kayıkçı şarkısının nakaratı Yunanca ve Türkçede aynı sözlerle söylenir, kayıkçı da aynı anlama gelir.

Rebet türkülerini Türkçeye külhani şarkılar olarak kazandıran Yeni Türkü grubu da Kayıkçı’yı seslendirir. Bu kez kayıkçının öyküsü Boğaziçi’nde geçmektedir. Kayığın dolaşabildiği her yerde kayıkçıların birer öyküleri, masalları ve şarkıları var.

Filmde iki gencin karşılaştıkları sahne, Çeşme Festivali görünüm olarak okul müsameresinden farksız gibidir ve buradan başlayarak ne yazık ki kalabalık sahnesi ve ilk bakışta aşkın canlandırılışı sinemamızdaki geleneksel atmosfer yaratamama hataları ile dolu olarak devam eder. Doğrudanlığı ve uyandıramadığı içtenliğiyle “bağsız” bir sahnedir Evdokia ile Kayıkçı’nın biraraya getirildikleri sahne.

Kayıkçı bir gece bir lastikle Çeşme’den Sakız Adası’na yüzerek, geçer. Modern zamanların hikayesi burada başlar artık… Kayıkçı’nın ifade aracı kendisidir. Bir lastikle Sakız adasına açılan Kayıkçı Evdokia’yı yeniden görmek ister.

Mitolojide geçen Hero ve Leandros öyküsü, belli farklılıklarla Kayıkçı’da bir kaynak işlevi görmüştür. Bunun filme içe-rilmesi, farklı bir dünyanını insanı Kayıkçı’yla değil, Sakız Adalı Evdokia’nın, yönetmenin, senarist Metin Belgin’in tiyatroyu bilmesi ve yapmasıyla sağlanmıştır. Mitolojik öyküyle birlikte okunduğunda belli bir yoğunluk yaratan konunun sinemaya bu yoğunluk ve heyecanla taşındığını söyleyemeyiz. Bir kültür taşıyıcısı olabilen Evdokia, Hero ve Leandros’a bir resim sergisinde Kayıkçı ile rastladığında onların öykülerini hatırlayıp anlatabilir. Ya da odeonda küçük bir ti-yatro gösterisi yapar Evdokia. Sigara içen Kayıkçı ‘yalnız’ izleyicidir o sıra. Evdokia’nın iletişim çabaları ve ilgisi sınırsız gibidir. Bu herşeyden bağımsız aşkın varolduğuna inanmışlık en saf seyirci de bile tam oluşamaz. Odeon’da tiradını tamamlayan Evdokia, Kayıkçı’nın yanına gelir. Evdokia kendisini ve ne yaptığını anlatır sahnede, anlaşamazlar. Sonunda Evdokia için de önemsizleşir ne yaptığını anlatmak, bir anlamda boşlar ve Kayıkçı’nın sigarasını ister. Aynı sigarayı içmeye başlayan iki genç anlaşmış olurlar mı! Filmde iki gencin geçmişine ilişkin, buna benzer sahneler fazla değil. Ancak filmin teknik ve anlam bütününü parçalayıcı etkisiyle, bağsız sahneleri ve bir öyküyü takip edebilen bağlı sahneleri olduğundan bahsedebilirsek; bu sahnelerin fazla olan ‘bağsız’ sahnelerden olduğunu söyleyebiliriz. Kayıkçı ve Evdokia’nın ilişkilerinin öncesi olduğuna dair sahneler, ilk karşılaşma sahnesine benzer eksiklikler taşır. Eski geçmiş günler klibi, yaşanan nostalji baharını anıştırsa da kültürel düzeyi ve hizmet ettiği ideali nedeniyle sevgililerin aşkı koyulaştırdıkları, doğayla içiçe oldukları sinemamızda çokça rastladığımız sahnelerden ve diğer kliplerden ayrışır bu sahneler. Seyircideki aşkın nasıl başladığının tali önemde bir konu olmadığı hissinin önüne geçmek için film, aşkın gerçekleşememe, aşıkların kavuşamama sürecinden açılır.

Evdokia için Sakız Adasına yüzen kimliği, pasaportu olmayan, konuşmayan Kayıkçı Yunan polisince sorgulanır. Elinde Kayıkçı ve kendisinin festival sırasında çekilen fotoğrafı ile gelen Evdokia, Kayıkçı’nın iadesini sağlar. Çeşme’ye geri dönen Kayıkçı ile ilgili tepkiler gidiş nedeni anlaşılamadığından farklı ve değişkendir. Konu medyanın ilgisini çektiğinden televizyon kame-ralarına konuşmaya başlar film kişileri. Yani Reis, Ziyaettin Efendi, Hristo… Kasaba kişilerinin filme yansıyışı keskin taraflarıyla tek bir örneğin temsiliyetinde ve stereo-tipler olarak gerçekleşmiştir. Örneğin, Ziyaettin Efendi, Kayıkçı’nın arkadaşı Urfalı Salih’e bağlar bu kaçma girişimini. 6 yıl önce Çeşme’ye gelen Salih’in yabancı olmasından dem vurur. Çeşme’deki yabancılara, sonradan gelen kürtlere düşmanlık duyduğundan- öyle olmalı diye düşünüyoruz- olaya yol açan tek kişi Salih Urfalıoğlu’dur gözünde. Tüm küçük balıkçıları filosuna katan, Kayıkçı’ya da baskı yapan Reis’in açıklamaları ise, tekel olma yönünde emin ve abartılı sert adımlarla yürüyen acımasız bir adam olarak kendisi için çalışan Kürt Salih’e karşı değil, Reis’in tekeline bir çalışan olarak katılmayan Kayıkçı’ya karşı olur. Hristo’ya ise bir sevgi adamı denilebilir. Karakola götürülen Kayıkçı ve arkadaşı Salih, komiserin (Metin Belgin) sorgusundan fazla yıpranmadan çıkarlar. Aslında film, belli kavram ve düşünceleri ifade etmenin yolunu da benzer bir biçimde kimsenin gönlünü kırmadan, canını yakmadan ve yıpratmadan dolayısıyla orta yolda bulur. Genel olarak gündelik yaşamdan çok anlattığı hikayenin birbirini takip etmeyen sahneleri, kişi ve tesadüflerin yaşayan iliş-kilerden uzaklığıyla aşk, kardeşlik gibi belli kavramları ifade etmekten yoksun kalır. Filmin anlattığı öyküden kaynaklı aşıkların kavuşup kavuşmayacağı meselesi dahi bir merak ve gerilim yaratmayı sağlayamaz. Dolayısıyla barışın gerçekleşmesi; düşmanlık ya da tahammülsüzlüklerin ortadan kalkması da bir sorunsal haline gelemez. Çünkü Kayıkçı ve benzeri filmlerde aşk barış, aşıklara anlayışsız davrananlar da düşmanlığa devam edenler anlamına gelir. Tarafların anlaşmaları aşkın varlığını kabul etmekle başlayacaktır. Siyasi ve toplumsal yaşamın belirleyicileri konusu böyle bir anlayışta yer almaz. Zaten şu barışın ne anlama geldiği konusu da açıkça ifade edilmez. Yazı çerçevesinde bu konuya ileride değinmek Kayıkçı ve benzer filmlerin belli ortak özelliklerini ya da eğilimlerini özetlemek açısından gerekli olmaktadır.

Sinema Tarihinden Bir Başka Örnek: Şeytan Kayaları

1970 yapımı Şeytan Kayaları başka bir kayıkçının öyküsünü anlatıyor. Filmde belirsiz bırakılmak istenen ve hatta varolmayan iki ülkenin insanlarından bahsediliyor gibidir. Bu nedenle filmin ilk sahnesinde Türkiye ve Yunanistan’a ya da Kıbrıs’ın iki tarafına dair anlatılan bir öykü olmadığının altı çizilerek bayrakları, üniformaları gösterilir bu iki ülkenin. Küçük bir çocuk oyun oynarken sınırı ihlal etmiştir. Ve gördüğümüz ilk sahnede zeytin dalına basarak yürüyen askerler karşı ülke sınır karakolundan çocuğun geri alınması için bir anlaşma yapmak üzere biraraya gelirler. Ülkeleri yazıda ayırdetmek güçleşiyor anlıyorum, ancak filmde de anlaşılmasının zor olduğunu söylemeliyim. Çünkü bu kez iki ülke insanları arasındaki iletişim ortak bir dille; Türkçe’yle sağlanır. Ancak filmde, farklı dillerin kullanılmaması ya da kullanılamaması filmin gerçeklik duygusunun yitmesine neden olduğundan dilin öneminin yüzüme çarptığını hissettiğimi söylemeliyim. Yukarıda belirttiğimiz ortak özelliklerden bir tanesi, dilin kullanımı ya da kullanılamaması böylelikle tespit edilebilir. Başlangıçta askerleri birbirinden ayıran özellikler üniforma, bayrak ve masanın ayrı iki yanına oturu-yor olmaları film boyunca devam edemeyeceğinden bir kez daha deniz giriyor araya.

Kayıkçı filmiyle çok fazla benzerlikler taşıdığından bu kez de Şeytan Kayaları ile karşılaştırmalı bir anlatımla modern zamanların öyküsü yazılabilirdi. Sınırı ihlal eden küçük Mustafa gibi Kayıkçı’da Sakız Adasına geçerek sınırı ihlal ettiğinden karşı ülkeler tarafından sorgulanır.

Küçük Mustafa, çalışması için Mustafa’yı yanına alan Balıkçı Ali ve Kayıkçı öksüz ve yalnız insanlardır. Komşu ülkeye karşı düşmanlık duymamalarının nedenlerinden biridir bu. Belli toplumsal belirlenimlerden uzak olduklarını, etkilenmediklerini anlaşılır kılmak içindir sanki bu yalnızlık ya da sağırlık. Dolayısıyla kahramanların siyasal bir kimlikleri yoktur, olmamalıdır hatta. Bağımsız ve et-kilenmeden muaf oluşlarına dair diğer bir delil Reis’e karşı aldıkları tavırdır. Şeytan Kayaları’nda balıkçı Ali, yalnız olmak istediğinden teknesinin kötü ve eski olduğunu söyleyip çocuğun reisin yanına verilmesini teklif eder önce. Kendisine de reis denmesinden hoşlanmaz. Kayıkçı’da da Reis’in tacizlerine, Reis’e çalışan arkadaşı Salih’in ikna çabalarına kayıtsız kalır kahramanımız. İkisi de sevdikleri kadınlara ulaşmak için herşeyi geride bırakmaya hazır; zor koşullara dayanıklıdırlar… Her iki filmde aşıkların sonu, iki yakanın bir araya geldiği hangi tarafa ait olduğu bilinmeyen haritada da olmayan kayalıkların üzerinde yaşanır. 1970’lerde kayalık bölgede fener yoktur ve daha tehlikelidir. Hero ve Leandros’un hüzünlü sonunu çağrıştırır biçimde, Tina ile Ali kaçıp sığındıkları kayalıklardaki fırtınaya yenilirken, onları takip eden balıkçılar boş kayalıklara varırlar. Evdokia ile Kayıkçı ise filmin orta yoluna uygun bir biçimde, kendilerine ulaşmaya çalışan Türk ve Yunan teknelerine fenerli kayalıklardan bakarken film biter. Şeytan Kayalarının son sahnesinde küçük Mustafa, üzgün, karşı taraftan arkadaş olduğu kızla aynı sahilde otururken görülür. Küçük kız ayağa kalkar ve sınırı belirleyen dikenli teli kaldırmaya çalışır. Film imge ve iletilerinin kolaydan ve doğrudan yapılmasına karşın sınır kavramı sorgulamasının bir ayrım noktası olarak Şeytan Kayaları’nda yapıldığını belirtmek gerekir.

Kayıkçı Üzerinden Sınır Kavramı ve Dil Sorunu Hakkında

Gerçekçi ve ürünü olduğu alanın dilini en iyi kullanabilen bir anlatıma ‘sınır’la ilgili verilebilecek örnek Angelopoulos’un Leyleğin Geciken Adımı olacak ise Egeli bir aşka ve dilin kullanımına dair diğer örnek aynı ülkede yaşıyor olsalar da ‘sürgün’ Halikarnas Balıkçısı ile Azra Erhat olmalı. Sınır kasabasında tren vagonlarında yaşayan göçmenler, nehrin iki yakasında evlenen gençler, nehirde gidip gelen – radyo taşıyan küçük sal ve nehri bağlayan köprü üzerinde bir adım atamayan subay. Dolayısıyla bir kez daha derginin sayfalarında Leyleğin Geciken Adımı. Merhaba ile başlayan merhaba ile biten mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat’a her gün sayfalarca yazar. İlk kez görüştüklerinde Azra Erhat, A. Kadir ile birlikte İlyada’yı çevirmeye başlamıştır. Homeros çevirisi sırasında Balıkçı A. Erhat’a yaptığı eleştirileri yazıya dökmeye başlayınca mektuplaşmalar da başlar. Bu iki dost zordur, anlaşmaları da zor olur. Balıkçı A. Erhat’ın duymadığı, resmi yazında karşılaşmadığı aykırı şeyler söyler. Azra Erhat’ın inanması zordur: “Neler de neler uydurup sayıyordu: yok İlyada Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İonya’lı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, Yunanistan kıskanmış bunu, almış metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kimini değiştirmiş, şurda burda parçalar eklemiş…böylece altüst olmuş İlyada, yani çevirmeye değmez de-meye getiriyordu işi. Akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı topa tutmuş, bir sırça saray gibi yıkmaya çalışıyordu hepsini. Kılıcını çekmiş, tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri, ben de onlardandım, alınıyordum, sonra da hiçbir yere yerleştiremiyordum söylediklerini…” (3)

Entelektüel ve siyasal seviyeleriyle bu iki örnek başlangıçta birbirlerine öylesine u-zaktırlar ki ve buna rağmen dünyayı öylesine kavramış duruyorlar ki izleyici veya okuyucu bir yandan aralarındaki ilişkinin dönüşümünü takip ediyor bir yandan da şimdiki zamanda yaşanan ilişkileri, film edilenleri anlamlandırmak adına umut-suzluğa kapılıyor. Bir sonuç olarak, bu filmlerde aşk paylaşılarak ve çoğaltarak yaşanmaz, aksine yaşananlar aşk olarak adlandırılır. Bir başka örnek: Kayıkçı filminde Evdokia ve Kayıkçı’nın tersine Urfalı Salih’in Reisin kızı Nergis’e duyduğu umutsuz aşk ve bu aşkın nesnelliğinin olmayışı başta fiziksel parlaklıklar nedeniyle meşrulaştırılır seyircinin gözünde. Ama bu da işte, Urfalı Salih’in aşkıdır.

Benzer filmlerin ve denilebilirse aşkların ortak bir teması var; düşman aile, düşman köy çocuklarının gerçekleşmesi zor aşkının düşman ülkeler arasında yaşanıyor olması. Bu temayı işleyen dinamikler bir barış özlemi duyuruyor.

Filmlerdeki dil kullanımı öylesine önemli oluyor ki, yapılan zorlamaların nedeni yani altı doldurulmayan barış özlemi ye-rine ikame edilmeye çalışılan yine altı doldurulmayan aşkı anlamak mümkün olmuyor. Belki insanların anlaşabildiklerini değil anlaşmaya çalıştıklarını, anlaşamadıklarını ya da birbirlerini yanlış anladıklarını dil sorununun kendisiyle aktarmak daha iyi olacak. Oysa bunun yerine, barış için filmin sonunda da olsa mutlaka anlaşanlar, daha çok aşıklar anlatılıyor filmlerde. Kayıkçı’da dilsiz genç adam ile Evdokia. Şeytan Kayaları’nda Türkçe konuşan iki ayrı toplumun insanları… Hal böyle iken, video filmleri döneminin popüler ikonu İbrahim Tatlıses’in ismi Atina’da Bir Türk olması uygun filmi de yazı ko-numuz temanın sığ bir örneği olarak yerini alıyor: Sürekli fedakarca davranışlar gösteren, seven kadın, İbrahim Tatlıses’in konserler verdiği Yunanistan’dan sonra peşinden İstanbul’a gelir. Şarkıcı İstanbul’daki yaşamını altüst etmek istemez, hep Türkçe konuştuğu Yunanistan’dan gelen kadınla Yeşilköy Havaalanı dış hatlar önünde vedalaşır. Ayrılmakta zorlanan taraf kadın olur. Kadının ülkesine dair Atina’nın kuşbakışı görüntüleri ve Yunanca yaptığı telefon konuşmaları vardır. Bütün bu sürreel iliş-kilerin bir dil sorunu olmadığını görmek mümkün. Böyle bir sorun yok. Aşkın nesnelliğini yaratmak öylesine zorlanıyor ki çoğu zaman kültürel motiflerin olmadığı, halkların düşmanlığını dolayısıyla burjuva siyasetini sorgulamayan öyküler ortaya çıkıyor. Oysa anlatılmayan ve zorlanılmayan hikayeleriyle mübadele insanları, onların sıla özlemleri ve gerçekleşemeyen sevgileri var bir yanda; öte yanda da Kıbrıs örneğin. Kıbrıslı bir yönetmen Adonis Fledonis yaşadığı adayı anlatmak ister “Köprü Üzerinde Dört Fener” adlı yeni film projesinde. Bu kez iki gencin yeni dönemde karşılaşma sahnesi internet üzerinde olur. Doors (Angelos) ve LA woman (Ferah) isimlerini kendilerine seçmiş olan bu iki genç birbirlerini tanımak isterler. Angelos sorar, ‘Nerede yaşı-yorsun?’, ‘Bilmezsin Akdeniz’de küçük bir adada’ yanıtını verir kız. Angelos, ‘Ben de’ deyince, genç kız, ‘Benim adamın adı Kıbrıs’ der. Angelos, şaşkınlıkla Yunanca devam edince, genç kız Türkçe ‘Ne diyorsun ya?’ diye yanıt verir. Lefkoşa’da Ledra Palas’ta oturan bu iki genç birbirlerini anlamazlar. Bu durum vurgulanır. Angelos Ferah’ın nerede olduğunu anlamak için ışıklarını yakıp söndürmesini ister ve görmek için balkona çıkar. Az ilerde yanıp sönen ışıkları gördükten sonra geri dönüp adı Ferah olan kıza ‘Sen ters taraftasın’ der. Angelos ve Ferah, yeşil hat üzerinde yapılan bir ‘barış’ konserinde buluşur. Angelos Ferah’a gizlice Güney’e geçip bir kahve içmeyi teklif eder. Film bu ya, yıkık binalar arasında süzülüverirler sınırdan. Bir kafeye oturunca, ‘Yunan kahvesi?’ diye sorar Angelos. Genç kız, ‘Türk kahvesi’ diye yanıtlar. Yan masalardan ‘N’oluyoruz!’ bakışları atılır. Angelos ise garsona, ‘Bize iki Kıbrıs kahvesi’ der. Ama kafede sadece espresso vardır…” (4)    

Ege’de Barış Üzerine

Kayıkçı filminin yönetmeni Biket İlhan’ın filmin öyküsünü yazdığı tarihin, Yunanistan ile barış rüzgarlarının esmediği bir tarih olduğu özellikle belirtilir oldu. Film hakkında çıkan yazıların başlıca konularından biriydi bu. Bunun pek bir önemi olmadığını düşünüyorum; Yunanistan ile savaş ve barış gündemi her zaman güncel olduğu için. Gazetelerde spor sayfası dahil her gün Yunanistan ile ilgili çoğu zaman düşmanca ya da iyi görünür ama güvenilmez bir dost olduğuna dair en az bir habere rastlayabilirsiniz. Bunun anlamı barış rüzgarı da esse arkasından büyüklü, küçüklü bir ‘yıkım’ haberinin geleceğidir. Bu haberi duymak, yıkıma ve savaşa inançlı Türkiye’de yaşayan hiç kimseyi de şaşırtmaz. Bu konuda kalıcı bir beklenti yaratılmış, bu ülkede Yunanistan Karaman’ın koyunu olmuştur. Sözün kısası, Yunanistan’a karşı düşmanlık yaratmak konusunda bilinçli bir çaba gösterilmediğini söylemek hiçbir dönemde mümkün olmamıştır. Yunanistan’da da farklı olmadığını düşünerek yaratılan bu düşmanlığın burjuva kültürünün, siyasetinin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Hal böyle iken alarmda tutulan bir halkın şairi, yazarı ve sinemacısı, yaratılan tahammülsüzlükleri anlatan, barış konulu ürünler için belli bir zamanı beklemek ihtiyacı duymayacaktır. Çelişkili olan ise ülke içinde barış isteyenlere kulak tıkamaktır. İşte bu noktada da Kayıkçı filmindeki Kürt karakter Salih’in rol alması çelişki çözücü olarak görülmüştür diyebiliriz. Urfalı Kürt Salih’in tutarlı bir karakter olarak ve-rilmeyerek, bir anlamda temsil kabiliyetinden dolayı bulanıklaştırıldığını da söyleyebiliriz. Tutarlı değildir çünkü: En yakın arkadaşı olmasına rağmen Kayıkçı’nın kulübesini yıkmaya gidenler arasındadır. Bir anlamda kendisine karşı olanlarla aynı işi yapar. Kayıkçı’yı Reis’in filosuna katılması için ikna etmeye çalışır. Kayıkçı’nın Evdokia ile buluşması için Hristo ile planlar yapar… Filmde, yerli diziler dahil sinemadaki ezik, edilgen, ufak bir yardım, yakınlık ve ilgiye duyarlı bu nedenle kendisini borçlanmış hisseden, yöresindeki sıradan ve çoğunlukta olan insanlara benzemeyen bazen abartılı davranışlarıyla ama hep yalnız olan… Kürt karakterinin Salih’le yeniden üretildiğini ya da bu karaktere bakışın farklılaşmadığı görülür. TRT yönetmeni olarak da anılan Biket İlhan’ın anlayışı ortalamayı bu karakterde de geçemez.

Kullanılagelen ve farklı bir renge sahip olmayan özetle tek bir üst siyasal belirleyene tabi olan tüm partilerin prog-ram ve adamlarının konuşmalarından taşmayan içeriği ve yaklaşımı ile altı boş üstü sempatik bir barış işleniyor tüm görsel kanallarda, içeride ve dışarıda…

İki yakada yaşanan depremler sonrası, sürekli düşmanlık pompalayan sistem, bildiğimiz rüzgardan bahsetmeye başladı. Hafızasızlık yine ağır basmış bu rüzgarın adının yalan olduğu ve her gün izletildiği unutulmuştu. Deprem günlerinde Yunanistan Komünist Partisinin (KKE) Rizospastis gazetesinde yayınlanan işçi ‘Niko’dan gelen bir mektup içtenliği ve sadeliği ile hepimizi etkiledi. İşte barışı kuracakların sesi: “Aramızdaki deniz bizi ayırmamamakta, tam tersine birleştirmektedir. Bizi hiç bir şey ayıramaz. Görevimiz, barış içinde yaşayarak birbirimize destek olmayı gerektirmektedir. Emeğin evrensel dayanışmasını uygulamalıyız.

Kardeşim Mehmet, biliyorum ki çok kızgınsın. Hiç bir zaman sana ilgi göstermeyen ve ıstırap çekerken yanında olmayan Ecevit’e kızgınsın. Ben de Simitis’e kızgınım. Bizim işçiler de bir tehlike karşısında bulundukları zaman Simitis hiç ortalara çıkmaz. Sana ıstırabını paylaştığını söylerken de ona inanma. Simitis sadece Ecevit ile ‘anlaşabilir’. Bizim görevimiz ve halklarımızın görevi, barış içinde yaşayarak birbirimize destek olmayı gerektirmektedir. (…) Hayatını yeniden kurmaya çalış. Seni depremin pençesine bırakan ve bu boş binalar içinde sıkıştıranlardan intikam almaya hazırlan.”

Aynı ve devam eden günlerde ise, sendikacıların, şair ve yazarların gecelerinde barış ama yalnızca Ege’de barış özlemi anlatılıyordu. Ege kıyısındaki rotary klüpler denizin ortasında buluşuyor ve dans ediyorlardı. Barış öyle farklı bir şeydi ki her barış isteyen farklı yerlerde buluşuyor ne olduğunu da tarif edemiyordu. Evet ortaklaştıkları şey deprem sonrası atmosferin iki toplumu yakınlaştırdığıydı. Ama yakınlaşma üze-rine ne çok şey söylenebilirdi. Sendikalar gecesinde Türkiye’yi temsilen Türk-İş yöneticileri emek kavramını dahi kullanmaz ve şimdiki hükümet yapanlardan farklılaşmazken Yunanlı meslektaşları daha politik durabiliyorlardı. Niko’nun mektubu sonrasında ortaya çıkan sendikacı duyarlılığı ile sanatçı duyarlılığı ve diğer duyarlılıklar saçılıyordu etrafa bir bir.

Türkiye sinemacısı ortak ve ortalamacı bir beğeni toplamak istiyor. Bu beğeni gişeden, sinema yazarlarından, köşe yazarlarından, televizyon konuşurlarından bekleniyor elbet. Sinema yazarları ise her tür beğeninin (!) topluma sunulmasını savunuyor. Öte yandan yönetmen yaptığı işin ortalama seviyede olduğunu görmüyor. Bir yakın dönem tezi olarak, yönetmen kendisini anlatıyor çoğu zaman. Ve çoğu zaman kendisini “ifade edemeyen filmler” çıkıyor ortaya.

Oysa “barış” burjuvazinin bakışıyla anlamlandırılamamaktadır. Ege’deki ‘kavga’ Yunanlı emekçilerin ve komünistlerin Clinton’a (ABD’ye) karşı yürüttükleri mücadelenin tüm coğrafyada sahiplenilmesiyle sona erecektir. Sinemanın barışa katkısı da yine bu mücadelenin sahiplenilmesiyle mümkün olacaktır.

KAYIKÇI
Yönetmen: Biket İlhan / Senaryo: Metin Belgin, Ülkü Karaosmanoğlu
Oyuncular: Katerina Moutsatsos, Mehmet Ali Alabora, Mustafa Avkıran, Levent Özdilek / Türkiye-Yunanistan/renkli/1999

 Notlar:

(1) Şeytan Kayaları (1970)/ Yönetmen-Senaryo: İlham Filmer, Oyuncular: Tina Ros (Tina), Yılmaz Güney (Ali), Orhan Günşiray (Komutan), Erol Taş (Tina’nın babası)

(2) Azra Erhat, “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitabevi, s.142-143

(3) Azra Erhat, Mektuplarıyle Halikarnas Balıkçısı, Çağdaş Yayınları, 1976, s. 6

(4) Serkan Seymen, 2 Şubat 2000 tarihli Radikal Gazetesi, Kıbrıs yazı dizisinden

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.)