Sinema Eğitimi Üzerine

Semir Aslanyürek

Semir Aslanyürek /

Ülkemizde daha düne kadar “eğitimi olur mu, olmaz mı” şeklinde tartışmaları yapılan ve aralarında bazı sinemacıların da bulunduğu, çeşitli sanat ve bilim dallarına mensup birçok sanatçının, bilim adamı ve akademisyenin “sinema çekim setinde öğrenilir, sinemanın okulu olmaz” diye, kısadan kestirip attıkları sinema eğitimi, bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi, birkaç yıldan bu yana Türkiye’de de öyle yaygınlaştı ki, daha şimdiden “arz ve talep” listesinin en başında yerini aldı bile…

Buna paralel olarak da, mantar gibi biten devlet üniversitelerinin yanısıra, yine mantar gibi biten özel üniversitelerin nezdinde “görüntü sanatları” “sinema tv” “radyo ve sinema tv” “iletişim”, “milletişim” v.s. gibi isimler altında, ve yine mantar bitercesine sinema “eğitimi” veren enstitüler, fakülteler, bölümler, anasanat dalları, babasanat dalları bitmiştir. Sinema eğitimi ülke-mizde o kadar rağbet görmeye başlamış ki, devlet ve özel üniversitelerin sinema eğitim birimleri haliyle yetmemiştir. Böylece bu yoğun talebi karşılamak için çeşitli sinema vakıf, dernek, kahvehane ve cafe-barlarda, kültür merkezlerinde, tekke ve zaviyelerde, cami avlularında, hatta bazı siyasi parti binalarında resmi, yarı resmi ve gayrı resmi, paralı parasız, profesyonel, yarı profesyonel ve amatör kurslar, seminerler, toplu veya münferit gösteriler, söyleşiler, tartışmalar, dinleti-ler, dalaşmalar, sataşmalar, “yeni” dalgalar ve “yeni” akımlar düzenlenmektedir. Bundan iki yıl öncesine kadar, bunlara “üniversiteye giriş sınavlarına” hazırlanma kurslarını da eklememiz mümkündü. Ancak YÖK’ün sinemanın sanat olmadığına karar vermesinden sonra sinema bölümlerine ÖYS sınavıyla öğrenci alınmasıyla, bu “cep harçlığı” sektörü sekteye uğramış ve menkul bilgiler borsasında belirli bir dalgalanmaya yol açmıştır.

Gerçi YÖK’ün merkezi sınavla sinema bölümlerine öğrenci almalarının haklı veya haksız bir gerekçesi de var. Türkiye hızlı bir “amerikalılaşma” sürecini yaşarken, çağa “ayak uyduran” öğretim üyelerimiz, eskiden Siyasal Bilgiler nezdindeki Basın Yayın Yüksek Okullarını “İletişim Fakültesi” diye adlandırıp her fakültenin nezdinde bir “radyo sinema ve TV” bölümü açınca ve üstüne üstlük bir de bu bölümlere merkezi sınavla öğrenci alınca, bir kısım sinema okulu özel yetenek sınavıyla öğrenci alırken, çoğu merkezi sınavla öğrenci almaya devam etmiştir. İşte YÖK hem bunu, hem de özel yetenekle öğrenci almanın rüşvete yol açacağını ileri sürüp özel yetenek sınavlarını iptal etmiştir.

İletişim çok geniş bir kavram… Bu basın yayını, radyo ve TV’yi kapsadığı gibi, resim, heykel, müzik, sinema, tiyatro, bale vs. gibi güzel sanatların her alanını da kapsar. Bugün edebiyat (roman, öykü, şiir vs.) hala iletişimin doruk noktalarından birini oluşturuyor. Hatta sadece güzel sanatlar değil, bugün bilim ve teknolojinin hemen hemen her alanı iletişimin dik alasını oluşturuyor. Ama burada iletişim derken herhalde medyayı kastetmiş olacaklar.

Gel gelelim ki, küreselleşmeye meraklı 12 Eylül ürünü öğretim kadrolarımız “çağ atlama” ve “globalleşme” hevesleriyle yanıp tutuşurken, fazla düşünmeden ve ülkenin gereksinimlerini gözönünde bulundurmadan ellerinden geleni ardlarına bırakmamışlar. Hemen hemen her alanı birinci derece deprem bölgesi olan ülkemizde, jeoloji mezunlarının hiçbir yerde iş bulamaması ve jeoloji bölümlerinin durumu gözönünde bulundurulursa her şey daha iyi anlaşılır…

Bir yanlıştır gidiyor… İşin en canalıcı tarafı yanlış uzun süre yanlış kalırsa doğru olmaya başlar. Onu düzeltmeye çalıştığınız zaman herkesin tepkisini çe-kersiniz. Tıpkı görüntüyü tepetaklak gösteren gözlük takan biri, belirli bir zaman sonra nasıl doğru görmeye başlarsa ve alıştığı gözlükleri çıkardığı zaman, nasıl her şeyi tekrar tepetaklak görüp bocalarsa, işte böyle, yanlışımız artık kendini doğrulamıştır ve onu düzeltmemiz için uzun bir bocalama dönemi geçirmemiz kaçınılmaz…

Şimdi, sinema eğitiminin sorunlarına geçmeden önce tekrar başa dönelim ve önce sinema ile ilgili bilgilerimizi tazeleyelim…

Geçen yılın aralık ayında 104. yaşını kutlayan sinema sanatı, belki de şu ana kadar insanlığı en çok etkilemiş, en popüler, en zor ve en pahalı sanat olarak kabul edilmektedir.

İlk gösteriminden bu yana sinemanın ne olduğu hep tartışıla gelmiştir. Kimileri bunun insanları eğlendirmeye yönelik bir endüstri olduğunu savunmuş kimileri ise, onu “yedinci sanat” olarak kabul etmiştir. Kimileri sinema sanatının anasının edebiyat, babasının da tiyatro olduğunu savunmuş, kimileri de anasının edebiyat, babasının fotoğraf olduğunu iddia etmiştir. Bazıları da, sinema sanatının fotoğrafı, müziği, resmi, heykeli, mimariyi, edebiyatı, tiyatroyu, dansı, kısacası kendisinden önce var olan bütün güzel sanatları şu veya bu şekilde içerdiğini ve böylece güzel sanatların ancak bir sentezi olabilecegi kanaatine varmışlardır.

Ne var ki, doğruluk payları olmasına rağmen, yukarıda iddia edilenlerin hiç biri, tam anlamıyla doğru değildir. Buna bakılırsa, her sanat kendisinden önce var olan sanatlardan ögeler içerir. Örneğin, tiyatroda da edebiyat, resim, heykel, müzik, mimari, dans vs. mevcuttur ve nasıl ki tiyatroya kendisinden önce var olan sanatların bir sentezi gözüyle bakmıyorsak, sinema da kendisinden önce var olan sanatların sentezi değildir. Sinema sinemadır. Kendi başına var olan ve diğer sanatlardan kategorik olarak ayrılan bağımsız bir sanattır. Buna rağmen sinemayı dünya sanat tarihinin genel perspektifinde ele almak ve onu öyle incelemek gerekir.

Sinemayı sinema yapan faktörleri ir-deleyecek olursak, bunların başında hareket gelir. Bu yüzden, sinemayı anlamak için hareketin diyalektiğini özümsemek gerekir. Mekanik hareket olsun, diyalektik gelişme olsun, hareketin her biçimi yaşamı ifade eder. Ancak mekanik hareket, zamanın ve mekanın varlığının fiziksel bir belirtisi ise, hareketin ikinci türü olan diyalektik gelişme, yaşamın sırlarına sızmakta ve yaşamda cereyan eden olayların neden sonuç ilişkisini irdelemekte, hareket sürecinin özünü açıklığa kavuşturmaktadır.

Rus yönetmen Andrey Arseniyeviç Tarkovski, haklı olarak, her teknolojik gelişmenin bir sanatı olduğunu söylemiştir. Fakat herhangi bir sanatın doğuşunu sadece teknolojik gelişmelere dayandırmak mümkün değildir. Buna karşılık Moisey Kagan, her toplumsal formasyonun egemen bir sanat biçimi olduğu tezini ortaya atmakla, bir sanatın doğuşunun hem bilimsel, hem de toplumsal gelişmelere bağlı olduğunu vurgulamıştır. A. G. Sokolov’un sinema sanatının doğuşu ile ilgili saptaması şöyledir:

“Sinemanın doğuşu, görüntüyü pelikül üzerinde sabitleştirebilen ve o görüntüyü beyaz perdeye yansıtabilen teknolojinin icadıyla bağlantılı olmasının yanı sıra, bir de persistens denilen kalıcı görüntünün önceden keşfedilmiş olmasıyla ilişkilidir. Kalıcı görüntü, büyük bir olasılıkla ilk kez İsa’dan önce IV. yüzyılda Aristoteles tarafından ortaya atılmıştır. Bu insani eksikliğin giderilmesi, bilinçli ve belli bir amaca yönelik kullanılması için, insanlığın iki bin yıldan fazla bir zamana ihtiyacı olmuştur.

Georges Sadoule’un bu olayla ilgili yaptığı açıklama gibi, Prometeus’un sırrını gerçek anlamda çözebilmek 1832 yılında, günümüzün modern sinemasını doğuran küçük bir laboratuar cihazı, deyim yerindeyse, bir oyuncak yapmakla Belçikalı bilim adamı Joseph Plato’ya nasip olmuştur. Oysa sinemanın doğuşu Lumierre Kardeşlere mal edilir. Öyle ki Lumierre Kardeşler, sinemanın sadece teknik yönünün, yani projeksiyon makinasının icatçıları olmuşlardır. Sinemanın bilimsel icadı gerçekten de Joseph Plato’ya aittir. Hareketli resim gibi bir efekti elde etmek için, insanın görsel algılama özelliklerinden yararlanıp fenikistiskop adı verilen cihazı yapmayı ilk kez Joseph Plato düşünmüştür. Sözkonusu aracın, adını Yunanca ‘aldatmak’ ve ‘bakmak’ sözcüklerinden almış olması çok ilginçtir…”

Lumierre Kardeşlerin 1895 yılında, Paris’te bir cafe’de ilk sinema gösterisiyle (Trenin İstasyona Girişi) sinema insan yaşamına girmiş oldu. Sinema tarihi kaynaklarına göre, Lumierre Kardeşler yaptıkları buluşun önünde duran parlak geleceği göremediler, işin ticari yönünün farkına bile varamadılar. O sıralarda sinemanın insanları olağanüstü cezbedeceğini sezinleyen Charles Pathe, sözkonusu buluşun kazançlı bir ticaret aracı olabileceğini düşünmüş ve dünyada ilk yapım stüdyosunu kurarak sinema salonları açmıştır. Böylece sinema, deyim yerindeyse, uzun süre bir sirk atraksi-yonundan, bir panayır gösterisinden ibaret kalmıştır.

Gerçek şu ki, doğuşunun ilk yıllarında kimse sinemaya bir sanat gözüyle bakmamıştır. Sinemanın sanat olabilmesi için, o teknolojiyi özümseyen belirli bir toplumsal bilince ve sanatsal yeteneğe sahip insanların yetişmesi gerekmiştir. Böylece Fransa’da Resnais, Feyder, Renoir; ABD’de Griffith, Ford, Keaton, Chaplin; SSCB’nde Kuleşov, Eisenstein, Pudovkin, Dovjenko, Vertov gibi sanatçılar, sinemanın sanat olma yolunda ilk adımlarını atmasını sağlamışlardır.

Bunlardan Eisenstein, Pudovkin, Dovjenko, Vertov ve özellikle Kuleşov “sinema pratiğinin, ancak sinema kuramıyla gelişip tamamlanabileceği” mantığıyla hareket ederek, pratiğin yanısıra bir de işin kuramsal yönünü oluşturmaya çalışmışlardır.

Böylece, dünyada ilk kez 1918 yılında, Moskova’da Devlet Sinema Okulu adı altında, sinema eğitimi veren bir okul açılmış, daha sonraları da sırasıyla, 1919 yılında, Devlet Sinematografi Teknikumu (GTK) ve 1922 yılında da SSCB Devlet Sinema Enstitüsü (VGİK) adlarını almıştır. Y. Levin, Eisenstein’ın pedagojik mirasından bahsederken, kuruluş yıllarında okulun hiç bir prog-ramı, metodik ve metodolojik bir temeli olmadığını, tamamen deneyciliğe dayalı ampirik bir eğitimin mevcut olduğunu söyler, ve şöyle devam eder:

“1920’li yıllarda okulun en önemli hocalarından olan L. Kuleşov, A. Hohlova, L. Obolenski, A. Room gibi ünlü yönetmenler o sıralarda, çok çeşitli ve oldukça büyük bir deneyim biriktirmişlerdi. Ancak Bu deneyim Eisenstein’ın ders vermeye başladığı 1928 yılına kadar incelenip sistemleşti-rilmemişti.

Sinema eğitimi pratiğinin kuramlaştırılması ve metodolojik genelleştirmelerin gerekliliğini ilk kavrayan, kuşkusuz ki Lev Vladimiroviç Kuleşov olmuştur. Kuleşov’un kendi atölyesinin çalışmaları hakkında bilgi veren ve 1920’li yılların ilk yarısında dergide yayımlanan makaleleri, bu konuda araştırmalar yapmaya neden olmuş ve kuşkusuz ki Eisenstein’ı çok etkilemiştir.

Eisenstein, sanatta attığı ilk adımlarından beri ampirizmin eşi bulunmayan bir düşmanıydı. Eisenstein hemen kaosun üzerine yürümüş ve onun yerine sistemi, tahmin ye-rine bilgiyi, tesadüf yerine de objektif doğal kuralları oluşturmaya çalışmıştır.

Potyomkin’in yaratıcısı 1928 yılında, film yönetmenliğinin gerçek anlamda bilimsel bir kuramını oluşturmaya, film yönetimini öğrenmenin metodolojisini, film yönetimini öğretmenin de metodiğini hazırlamaya başlamıştır.”

Eisenstein, gerçekten de 1928 yılından 1932 yılına kadar, beş yıl boyunca sinema eğitim planı ve ders programı hazırlamak için yoğun ve bilimsel bir çalışma yaparak sinema öğrenmenin yöntembilimini ve sinema öğretmenin yöntemlerini hazırlamıştır.

Kuleşov uzun yıllar izleyiciler üzerinde deneyler yaparak insanın psiko-fizyolojik algılama mekanizmalarının çalışma esasına göre, kuramını oluşturmuş ve görsel kurgunun temel ön prensibini ortaya atmıştır.

Devlet Sinema Enstitüsü (VGİK) genel anlamda sinemacı mezun eden bir okul değildir. Film Yönetmenliği Fakültesi, Görüntü Yönetmenliği Fakültesi, Sanat Yönetmenliği Fakültesi, Senaryo ve Eleştiri Fakültesi, Sinema Ekonomisi Fakültesi olmak üzere beş ayrı dekanı olan beş fakültesi vardır. Bu fakültelerden her biri kendi içinde branşlara ayrılmıştır. Film Yönetmenliği Fakültesi’nin oyunculu film, belgesel film, bilimsel tanıtım ve reklam filmi yönetmenliği ve sinema oyunculuğu bölümleri vardır. Bunlardan oyunculu ve belgesel film bölümleri beş yıllık, diğerleri ise dört yıllıktır. Görüntü Yönetmenliği Fakültesi, oyunculu ve belgesel olmak üzere altı yıllık iki bölümden oluşur. Sanat Yönetmenliği Fakültesi de, Canlandırma Sineması (animasyon), Sanat Yönetmenliği, Dekorasyon, Kostüm, Makyaj gibi bölümlere ayrılır. Senaryo ve Eleştiri Fakültesi, adından da anlaşılacağı gibi, senaryo ve eleştiri bölümlerinden oluşur. Ekonomi Fakültesi ise tek bölümlüdür.

Enstitünün 600 koltuklu büyük bir konferans ve sinema salonunun yanısıra 70 kişi kapasiteli 35 mm projeksiyonlu yedi ayrı sinema salonu daha vardır. Büyük salon ile birlikte iki salonun daha 35 mm’lik projeksiyonun yanısıra, bir de 16 mm’lik projeksiyonları vardır. Okulun 700 tane 35 mm’lik kamerası bulunmaktadır. Görüntü Yönetmenliğinde okuyan öğrencilerden her birine ikinci sınıftan itibaren bir 35 mm kamera zimmetlenir ve öğrenci mezun olana kadar, kimliğini taşıdığı gibi, kamerasını yanında taşımak zorundadır. Enstitü binasına cam bir tüple bağlanan ders stüdyosunda biri 160 kw, üçü de 80 kw ışık kapasiteli 4 tane ses yalıtımı olan çekim platosu vardır. Ayrıca bir seslendirme salonu, bir fonotek, bir filmotek, kostüm deposu ve kostüm atölyesi, üç salondan oluşan makyaj bölümü, büyük bir marangozhane ve dekor atelyesi, yıkama ve baskı laboratuvarı, 4 tane 16 mm’lik ve 28 tane 35 mm’lik olmak üzere 32 montaj masası ve iki negatif montaj ünitesi olan bir montaj bölümü ile stüd-yonun yapım bölümü mevcuttur. Ayrıca, eski bile olsa şaryoları, crainleri, özel efekt atölyesi, kocaman bir aksesuar deposu, süper teknik ve piroteknik birimleri mevcuttur. Belki kimse inanmayacak ama, bütün bu yazdıklarımda hiçbir abartı yoktur. Hatta daha bir çok şeyi yazmayı unuttuğumdan şüphe bile ediyorum.

Yukarıda saydığımız bütün bu teknik donanımın yanısıra bir de okulun hocalarını sayarsak, en kaba hatlarıyla bir sinema okulunun nasıl olması gerektiğini tasavvur etmemiz, böylece ülkemizde bulunan sinema okullarıyla karşılaştırmamız mümkün olur. Sözünü ettiğim okul hazırlık sınıfıyla birlikte altı yılımı derslik ve atelyelerinde geçirdiğim okuldur. Üstelik bu okul henüz beğenmediğimiz ve geri kalmış diye nitelendirdiğimiz Moskova’da bir okuldur. Gelişmiş diğer ülkelerin sinema okullarından sözetmiyorum, şimdi onlar nasıllar kimbilir…

Diğer ülkelerde ciddi anlamda sinema okulları, ancak otuzlu yıllarda, hatta II. Dünya Savaşı’ndan sonra karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde ise, ilk sinema okulunun ancak çeyrek asırlık bir geçmişi vardır. Buna karşılık, dünyada nispeten en çok sinema okulu olan bir ülke haline gelmiş bulunuyoruz. Türkiye’de artık, iletişim veya güzel sanatlar fakültelerine bağlı Sinema – TV, Radyo Sinema ve TV vs. adları altında, ama ne sinema ne de TV eğitimi verebilen bir “sinema okulu” açmamış gerek devlet, gerekse özel üniversite yok gibidir.

Talep olsa da, ülkemizde bu kadar sinema okulunun bulunuşunun, ülkemizin gereksinimden kaynaklandığını söylemek olanak dışıdır. Buna rağmen “sinema eğitimi” veren okullarımız günden güne artmaktadır. Bunun nedeni de, arz ve talebin yanısıra, yüksek öğretimimizin hemen, hemen her alanında kendini belli eden çarpıklığından başka bir şey değildir.

Ne ilginçtir ki, bu kadar sinema okulumuza rağmen, sinema piyasamızda hâlâ, sinemanın okullarda öğretilip öğretilemeyeceği tartışmaları sürmekte ve “Yeşilçam” sineması yönetmenlerinin ezici çoğunluğu, sırf “usta çırak” ilişkisine dayalı, kuramdan yoksun bir öğrenme geleneğini savunmaktadır. Sinema okullarımızın da, gerek alet edevat, gerekse müfredat ve deneyim bakımından yetersizlikleri, “alaylıları” haklı çıkarmaktadır. Çünkü sinema okullarımız, yukarda değindiğimiz gibi ne sinema, ne de TV eğitimi verebilmektedir.

Sinema ve TV kategorik olarak birbirinden ayrılan farklı şeylerdir. Sinema bir sanattır, TV ise görsel işitsel bir gazetedir. Televizyoncular bile TV’ye görsel basın demektedirler. TV dünyanın öbür ucunda olan olayların görüntü ve sesini anında iletebilen bir teknolojidir. Sinema ile TV’nin ortak yanları, ikisinin de sinematografikliği, yani hareketli resim esasına göre çalışmalarıdır. Buna rağmen çalışma prensipleri, üretim süreçleri, amaçları ve teknolojileriyle birbirinden ayrılırlar. TV’de bir sinema filmini göstermek ortak bir yan değildir. Buna göre TV bir piyesi, konseri veya baleyi de gösterebilmektedir. Ayrıca yabancı ülkelerin “Sinema ve TV Okulu” vs. gibi sinema okullarındaki TV’den kasıt, sinemanın bütün cephaneliğini ve üretim prensiplerini kullanarak çekilen çok serili dizi ve TV filmleridir. Bunlar da özünde TV değil, TV için yapılan özel sinemadır. Bu yüzden sinema ve TV eğitimini kalın bir çizgiyle birbirinden ayırmak gerekir.

Yukarıda değindiğimiz gibi, sinema kendisinden önce var olan sanatların bir bileşeni değil, değişik sanatçı gruplarının meydana getirdiği kollektif bir sanat türüdür. Bir sinema filminin meydana getirilmesinde görev alan sanat kollektifinin en önemli yaratıcı kişiliği filmin yönetmenidir. Öyle ki, film yönetmeninin diğer sanatçılardan farklı bir fonksiyonu vardır. Film yönetmeninin nasıl farklı bir yaratıcı kişiliğe sahip olduğunu vurgulamak için, Tarkovski, Abuladze, Mihalkov kardeşler, Klimov, Daneliya, Okeyev, Abdreşitov gibi, dünyaca ünlü bir çok yönetmeni yetiştiren Rus sinema kuramcısı ve yönetmeni M. Romm, sanatçıları üç kategoriye ayırmıştır.

Birinci kategoriye, sanat yapıtını henüz insan beyninde bir tasarı halinden, hazır bir yapıt olarak okuyucuya, dinleyiciye veya izleyiciye ulaşana kadar, başka aratıcı kişilerin yardımına veya fiili katılımına gereksinim duymadan tek başına üreten sanatçıları dahil etmiştir. Bunlar, roman ve öykü yazarları, şairler, yontucular, ressamlar, halk ozanları vs. gibi sanatçılardır.

İkinci kategorideki sanatçılar ise, yarattıkları yapıtları, tasarı halinden bitmiş bir sanat yapıtı haline getirirler. Fakat bu yapıtlar, başka sanatçıların aracılığı veya fiili katılımı olmadan kitlelere ulaşa-mazlar. Bu gruptaki sanatçılar da, besteciler, senaryo ve piyes yazarları ve mimarlardan ibarettir. Örneğin Beethowen meşhur IX. Senfonisini besteledi. IX. Senfoni, nota kitapçığında, kendi içinde kompozisyonu, kurgusu ve mesajıyla bitmiş bir sanat yapıtıdır. Ne var ki, icracı müzisyenler (şefleriyle birlikte senfoni orkestrasının bütün üyeleri) olmadan dinleyiciye ulaşması mümkün değildir.

Üçüncü kategorideki sanatçılar da, ikinci kategorideki sanatçılardan anlaşılacağı gibi, başka sanatçıların yapıtlarını yorumlayan icracı sanatçılardır. İcracı müzisyenler, orkestra şefleri, sinema, tiyatro, bale ve opera yönetmen ve oyuncuları vs. bu gruba dahildir.

Üçüncü kategoriye dahil olmakla birlikte, yönetmenler ve özellikle sinema yönetmenleri, diğer sanatçılara nazaran oldukça farklı bir konumdalar.

Bir sanat yapıtını meydana getiren yazarın yaratıcı eyleminin malzemesi, kağıdı ve kalemi veya daktilosudur. Ressamın fırçası ve boyası, yontucunun taşı, keskisi veya balçığı, müzisyenin müzik aleti, görüntü yönetmeninin ka-merası, filmi ve ışığı, oyuncunun kendi vücudu, plastiği ve sesidir. Yani, her sanatçının yaratıcı eyleminin bir malzemesi vardır. Yönetmenin ise ne yazar gibi daktilosu, ne müzisyen gibi müzik aleti, ne kameraman gibi kamerası ve filmi, ne de oyuncu gibi kendi fiziği veya sesi vardır. Yönetmenin yaratıcı eyleminin malzemesi, bütün bu saydığımız sanatçıların bizzat kendileridir.

Bir filmin senaristi, onun senaryosunu yazıyor. Yapımcı film için gereken prodüksiyonu sağlıyor. Sanat yönetmeni, filmin betimsel çözümlemesini yapıyor. Kameraman filmin görüntülerini peliküle aktarıyor. Kurgucu filmin kurgusunu, sesçi sesini yapıyor. Müzisyen müziğini besteliyor, oyuncu kendi plastiği ve sesiyle filmsel olayı canlandırıyor… Kısacası, sanat kollektifinden burada bir tek yönetmene iş kalmıyor gibi görünse de, neden filmi yönetmen sahiplenebili-yor? Çünkü yönetmen, adından da anlaşılacağı gibi, saydığımız bütün bu sanat ekibini yöneten kişi, yani sanat kollektifinin başıdır.

Yönetmenin yaratıcı kişiliğinin farklılığı, başkasının sanat yapıtlarını, başka sanatçıların yorumlarıyla yaşama geçirmesinde yatmaktadır. Yönetmen senaryoyu yazmamışsa, oyuncu veya kameraman olarak başka bir sıfatla filmin yapımına katkıda bulunmamışsa, onun hiçbir yaratıcı eylemi doğrudan doğruya izleyiciye ulaşamamaktadır. Film ekibinin beynini ve omuriliğini oluşturan yönetmen, farklı yaratıcı kişiler arasında köprü vazifesini gören ve kendine özgü yaratıcı kişiliği olan bir tür sentezci, yani yorumcunun yorumcusudur.

Gel gelelim ki, “sinema eğitimi” veren okullarımız yönetmen olacak öğrenci ile senarist, oyuncu, görüntü yönetmeni veya sanat yönetmeni olacak oğrencilere aynı dersleri aynı sınıfta ve aynı yoğunlukta veriyor… Oysa bir senaristin bir görüntü yönetmeni kadar kamerayı bildiğini ve onun kadar onu kulla-nabildiğini düşünün… veya bir oyuncunun yönetmen kadar yönetmen mesleğini bildiğini… Böyle bir şey olamaz. Öğrenci her branşı eşit öğreniyorsa hiçbirini öğrenmiyor demektir!

Böyle her şeyin birbirine karıştırıldığı, neyin ne olduğunun anlaşılmadığı bir ortamda iyimser olmak için hiçbir neden yoktur. Bir yanlışlık yapılmıştır ve bu yanlış başını almış gidiyor… Bu nedenle, ivedi bir şekilde sapla samanı birbirinden ayırmak ve her şeyin adını koymak gerekir.

  1. Ülkemizde bulunan sinema okullarının ders müfredatını birbiriyle karşılaştıracak olursak, hiç birinin ötekine uymadığı görülür. Bu da Türkiye’de metodolojik bir sinema eğitiminin bulunmadığına ve herkesin sinemadan farklı bir şey anladığına delalet eder. Bazı sinema okullarında, sinemayla ilgili tek bir dersin olmadığı ders prog-ramları bile mevcuttur. Oysa bütün dünyada, aynı branşların eğitimini veren eğitim kurumlarının disiplinleri hemen, hemen aynıdır. Farklılık sadece yöntemlerde gözlenebilir.
  2. Sinema okullarımızın hiç birinde, sinema sanatı gözönünde bulundurularak ders müfredatı hazırlanmamaktadır. Şu ana kadar, Türkiye’de hiç bir sinema TV okulunun programında oyunculuk veya oyuncu yönetimi dersi olduğunu işitmedim. Senaryo dersleri ya seçmeli ve bir dönemlik ya da iki dönem ve çok yüzeysel. Burada iki dersten sözettim, aslında sinemayı ilgilendiren bütün dersler böyledir, ya yoktur, ya da ders adı olarak vardır. Bu yüzden Türkiye’de mevcut olan bütün sinema TV okullarının ders müfredatlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir.
  3. Gerçek şu ki, sinemanın kendi içinde birbirinden farklı branşları vardır. Oyunculu film yönetmeninin eğitimi ile belgesel film yönetmeninin eğitimi, birbirinden farklı olması gerektiği gibi, senaristin, görüntü yönetmeninin, kurgucunun, sanat yönetmeninin ve sinema eleştirmeninin eğitimleri de birbirinden farklıdır. Bütün ortak noktalarına rağmen, kendilerine özgü farklı disiplinleri ve üzerinde yoğunluk gerektiren branş dersleri mevcuttur. Örneğin bir sena-ristin veya kurgucunun alması gereken oyunculuk dersi ile bir yönetmenin veya oyuncunun alması gereken oyunculuk dersi arasında, gerek yoğunluk, gerekse disiplin bakımından farklılığın olması zorunludur. Ancak sinema okullarımız, bir çok önemli husus gibi, henüz bunun da ayrımına gelememiştir.
  4. Sinema okullarımızda eğitim veren öğretim elemanlarının ezici çoğunluğu kendi konularında uzmanlaşmış birer sanatçı niteliğini taşımamaktadır. Sinema okullarımızın çoğu, hatırla alınmış öğretim elemanlarıyla dolu birer “miskinler tekkesi” haline getirilmiştir. Ayrıca eğitim kadrolarında sanatçı niteliğine sahip veya sanatçı olmayıp kendi alanında uzman olanlar da, çeşitli nedenlerden dolayı kendi sanatlarını icra edemeyecek hale getirilmişlerdir. Buna karşılık, 150 film çekmiş olup henüz sinemanın ne olduğunu kavrayamayan sinemacılarımız da mevcuttur. Oysa bir sanat okulunun hocaları sanatını kesintisiz olarak icra edebilen, sanatını özümsemiş ve bir eğitim metodolojisine sahip elemanlardan oluşması çok önemlidir.
  5. Ülkemizde bazi üniversiteler, sanki Türkçe ile üniversite eğitimi olamaz veya olursa eksik olurmuş gibi, eğitim ve öğretimlerini tümüyle İngilizce yapmaktadır. Bu anlaşılması güç olan ve insanın içinde kuşku uyandıran “yabancı dilde milli eğitim” yapmanın hangi amaca hizmet ettiğini sorgulamak gerekir. Özellikle sanat alanında bazı üniversitelerin yabancı dilde eğitim yapmalarını hazmetmek mümkün değildir. Yabancı dilde sanat eğitimi gören Türk sanatçısının, Türkçe konuşan Türk insanına, Türk geleneklerini hangi dilde anlatacağı merak konusudur. Kuşkusuz ki sanat evrenseldir, ama mutlaka milli veya yöresel bir karakter taşır. Bazı şeyler vardır ki, hiçbir yabancı dile çevrilemez. Örneğin özel adlar ve çok karakteristik olaylar böyledir. İran-Gate skandalı, imambayıldı ve kadınbudu köfte gibi… Herhangi bir sanat yapıtı Ankara, New-York veya Ahmet, Mehmet kadar özeldir. Bu yüzden, İngilizce konuşan filmlerin etkisiyle çekilen filmlerimizin diyalogları, sanki İngilizceden çevrilmiş gibi bir izlenim vermektedir. Oysa bir ülkenin insanlarının dili ile davranış biçimleri sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Sanatçının yabancı dil bilmesi çok önemlidir, ama kendi dilini bilmiyorsa, kendi sanatı için o yabancı dil artık bir işe yaramaz.
  6. Ülkemizde sinema eğitimi vermeyen okulların sinema adını kullanmamaları gerekir. Yahut sinema okulu olacaksa, sinemaya yakışır bir müfredatın ve eğitimin verilmesi şartı getirilmelidir. Ayrıca, şu ana kadar ülkemizde devlet ve özel üniversitelerin birçoğunda Sinema TV bölümleri açılmıştır. YÖK bunlardan her birine yılda 30 öğrenci gönderse, 20×30 = 600 öğrenci Sinema TV bölümlerinde okuyor olacak ve birgün gelecek ki aynı sayıda öğrenci mezun olacak. Bu mezunların ne iş yapacağı merak konusu edilmelidir.
  7. Sinema dersi ilk ve orta eğitim okullarına bir ders olarak girmelidir, en az resim, müzik, Türkçe ve yabancı dil kadar…

Bu maddeleri istemediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Ama amacımız bağcı dövmek değil, üzüm yemektir. Umarım bundan sonra Türkiye’de sinema eğitimi ciddi bir şekilde tartışılır ve ters gösteren gözlükler atıldığında insanlar pek bocalamaz ve çıplak gözle doğruyu görmeye başlarlar..

(Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.)