Karpuz Kabuğundan Gemiler

Ahmet Uluçay, filmin setinde

 Seray Genç /

“Çocukluğumda anam, ayna denen nesneyi görmediği için, kendini prensesler gibi güzel sanan bir çoban kızının öyküsünü anlatırdı. Gün gelir, kırda bir kırık ayna bulur bu kızcağız. Kırık aynaya bakınca dünyası yıkılır. Çirkin mi çirkin bir yüzü vardır zavallının. Kaderine boyun eğer, kabullenir. Bahaneler bulmaz. Ne bileyim, bulduğu aynanın optik kusurluğu olduğunu söylemek gibi gaflette bulunmaz. Savunma mekanizmaları geliştirmek, yalnızca bizim aydınımıza özgü bir şeydir çünkü. Para ve teknoloji sorununu bir anlamda aşmış bulunan sinemacımız, içimize sımsıcak dolan, bizi kucaklayan bir Türk filminin hâlâ ortalıkta görünmemesi karşısında hangi bahanenin ardına sığınacaktır, doğrusu merak ediyorum.”

Ahmet Uluçay

Karpuz Kabuğundan neler yapılır bir düşünelim; karpuz kabuğu denize düşer, yazın habercisi olur, hayvanlara yem olur, büyüklere kül tablası olur, çocuklara oyuncaktan gemi… Ahmet Uluçay’la birlikte karpuz kabuğundan bir de filmler yapılır oldu. Ahmet Uluçay olmadık şeyler anlatmıyor bize. Kendi yaşamından, bir Ege kasabasından, gündelik yaşamdan yola çıkarak anlattığı küçük hikayelerle bir film yapıyor. Adını da Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak koyuyor. Hikayelerini anlatırken çocukluğunu yeniden canlandırıyor, “çocukluğun sıcak gündüzlerini” yeniden yaşıyor. Yeniden canlandırmada ayrıntı denilebilecek, önemsiz bulunabilecek söz, hareket, davranış ya da herhangi bir nesneye yaratıcı bir biçimde filminde yer veriyor. Hala bir çocuk olduğunu ve çocukluğunu bir define olarak gördüğünü söylüyor. Bu çocuksu, naif duruşu ve söylemi söylediklerinin değerini hiç bir şekilde azaltmıyor.

Çocukluğa dair anılar neden bu kadar canlıdır. Neden çocuklukta yaşanan acılar olmadık bir zamanda açığa çıkıp acıtmaya devam eder yoksa bu hala “çocuk kalmış” insanlar için mi geçerlidir. Çocuk kalmak kolay mı oysa; çocukluğu çabuk sona erdiren, bir çok insanın çocukluğunu yaşayamadığı, çocuk kalmanın cezalandırıldığı toplumsal koşullar egemenken. Ahmet Uluçay’ın çocukluk aşkı onun şimdiki sanatsal üretimini belirleyen nasıl bir iz bırakmıştır ya da nasıl böylesi bir güce kavuşmuştur. İnsanın geçmişte ya da bugün yaşayamadıklarının, yapamadıklarının acısı mıdır insanı her daim etkileyen, hafızasını canlı kılan? Anlamak için sormak gerekiyor. Yaz boyunca kasabada yanlarında çalışacakları ustaların yanına gelen Recep’e şen karpuzcu, Mehmet’e de aksi berber düşer… Gündüzleri kasabada zaman geçiren bu genç çocuklar, akşamları köylerine döndüklerinde de sinema hayallerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Filmi daha ayrıntılı ele alacağız, şimdi bir soruya daha cevap arayarak devam edelim yazımıza. Ahmet Uluçay’ı nasıl tanırsınız?

Ahmet Uluçay’ın sinema tutkusu, çocukluğundan başlayarak bugüne gelen sinema serüveninin hala köyde yaşıyor olması nedeniyle “bir köylünün başarısı”na dönüştürülen yaşam öyküsü çok bildik, tanıdık ve Ahmet Uluçay’ın da tekrarlamaktan sıkıldığı bir hikaye olduğu için bu yazıda yer almayacak. Ancak şunu söylemek isterim. Bir emekçi olarak farklı işlerde çalışarak kazandığı parayı, tutkusu sinemaya harcayan, bu yüzden yaşamındaki diğer insanları da yoksulluğa ittiğini söyleyen bu yönetmenin filmlerinde karşılaştığımız sinema dili ve Uluçay’ın edebiyatı içselleştiren konuşması düşünüldüğünde, hakkındaki tüm basmakalıp imgeleri ancak yine kendisinin ortadan kaldıracağına inanıyorum.

06_01_02
Ahmet Uluçay sinemamızda karşılaştığımız yeni bir isim değil. Uzun metrajlı film çekme şansını yakalayamamış olması nedeniyle daha çok kısa filmciler çevresinde tanınan, 1994 yılından beri de yaptığı kısa film ve belgesellerle çeşitli ödüller kazanan yönetmen filmlerinde daha çok kendisini, çevresini, düş dünyasını ve dış dünyasını kendine has bir dille anlatıyor. Ahmet Uluçay’la yaptığımız söyleşide, daha sonra okuduğum farklı söyleşilerinde ve açıklamalarında gözlemlediğim; belki hastalığının, geçirdiği ameliyatın da payı var bunda, çile çekmiş bir sinemacının çektiklerine değen, emeğinin karşılığı olabilecek bir film yapma isteği, iyi bir iş ortaya koyma çabasıydı. Yıllardır ne kendisini ne de başkalarını kandırmış olmak istemiyordu. Bu yüzden de ödüllendirilmenin böyle iyi bir yanı olduğunu söylüyor ve “yoksa gerçektende kendimi bunca zaman kandırmış olacağım ve ‘hadi len seninle bu hayat yaşanmaz!’ diyeceğim” diyordu. Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubuyla birlikte kolektif yöntemlerle filmler çekmeye başlıyor Ahmet Uluçay. Arkadaşlar 1994 yılında ilk filmlerini gerçekleştiriyorlar: Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak ve Optik Düşler. Daha sonra Bizim Köyün Orta Yeri Sinema(1995), Minyatür Kozmosta Rüya(1995), İnci Denizin Dibinde(1996), Epileptic Film(1998), Bizim Köyde Bayram Sabahı(1998) Uzun Metrajın Resmi(1999) ve Exorcise(2000) adlı kısa filmlerini yaparak devam ediyor Ahmet Uluçay. Çoğu filminde görüntü yönetmeni olarak adını gördüğümüz İsmail Mutlu’yla çalışıyor. Dolayısıyla, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmindeki Recep ve Mehmet’in arkadaşlığında olduğu gibi, Ahmet Uluçay’ın da bu macerada en yakın arkadaşı İsmail Mutlu oluyor. İki arkadaş film çekmeye başladıktan sonra birilerinin de izlemesi gerektiğini düşünüyorlar. Anadolu Üniversitesi’nin sinema bölümünde, filmin gösterimine izin veriliyor. Ahmet Uluçay da bu anısını anlatırken İsmail Mutlu’yu anmadan geçmiyor: “Bizi dekana çıkardılar. Dekan bizi görünce ve dinleyince şaşırdı. Herhalde köy düğünü çekip getirdiğimizi düşündü. Ama yine de salonu hazırlattı. Filmi seyrettikten sonra şaşkınlığını gizleyemedi. Filmi İsmail kurguluyordu. Eğer sinemaya devam etseydi bugün en iyi görüntü yönetmenlerinden biri olurdu”.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak 1960’lı yılların sonunda bir kasabada, kasaba ve köy arasındaki yolda ve çocukların yola çıktıkları, sinema hayallerini gerçekleştirmeye çalıştıkları köyde geçiyor. Otobiyografik bir film olduğunu biliyoruz. Filmin geçtiği döneme dair net bir toplumsal, siyasal gönderme bulunmuyor. Döneme dair ya da geçmiş zamanın anlatıldığına dair en belirgin işaret filmdeki sinema bilgilerinin; gösterilen filmlerin ya da çocukların sinemayla tanışıklık düzeylerinin o dönemi çağrıştırmasıydı. Bunun dışında filmde karşılaştığımız taşra atmosferinin ya da köy ve kasabanın belli bir zamana ya da döneme ait olduğunu söylemek zor. Şunu söylemek de zordu aslında, taşra, daşra ya da “dışarıya ait olan” klişelerle; bunaltı, sıkıntı veren, kaçıp gitme arzusu uyandıran ve taşra da yaşayanlara atfedilecek bir ruh haliyle de resmedilmiyordu. Elbette filmin geçtiği, Ahmet Uluçay’ın yaşadığı yöreye ait bir görsellik içeriyordu film. Ancak başlıca derdinin insan ilişkileri olduğunu da hissettiriyordu. İnsan ilişkileri; ustalar ve çıraklar, iki arkadaş, iki kardeş, anne ve oğul, anne ve kızları arasındaki ve ilk aşka dair gözlemler, imgeler öylesine yoğun ve öylesine insancıl ki film Ahmet Uluçay’ın yazımızın başında da yer verdiğimiz tarif ettiği sıkıntıyı hiç yaşamadığını bize çok net bir biçimde anlatıyor. Ahmet Uluçay’ın dillendirdiği, kimi zaman “tepkisel” bulunabilecek sözleri, sinemadaki arayışı da işte bu samimiyetinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

Filmdeki temel öykü iki arkadaş Recep ve Mehmet’in kasabada çıraklık yaptıkları yaz tatilinde başlarından geçeni anlatıyor. Kısa öykülerin bir zaman diliminde birbirine bağlandığını gördüğümüz film, kahramanı çocukların bu süreçte yaşadıklarını, tüm tepki ve duygulanmalarını çok sahici bir biçimde aktarıyordu. Recep kasabada aşık olduğu Nihal’e açılamazken, Nihal’in kardeşi Recep’e ilgi duyuyor, Nihal’e duygularını anlattığı mektubu ulaştırmaya arkadaşı Mehmet talip oluyordu. Sevdiğine köyünden ceviz hediye getiren Recep’in ortalığa saçılan cevizlerini toplamaya çalışması, saçları beğenilince ayna ve tarak almaya çıkan Recep’in saçlarını berberde, üstelik Mehmet’in elinden, kestirmek zorunda kalması, çocukların “umuma mahsus” Aygül sinemasından aldıkları film parçalarını hareket ettirmeye çalışırken aralarında geçen doğal diyaloglar, çalıştığı karpuz sergisinde ustasının halden anlar tavırları, annesinin elinden kurtaramadığı filmler… Bir Ege türküsü eşliğinde samimiyeti elden bırakmadan anlatılan çocukluğa dair tüm öykü ve imgeler Ahmet Uluçay’ın Karpuz Kabuğundan Filmler Yapmak’ını özetliyor aslında.

06_01_03

Akla Nuri Bilge Ceylan’ın Kasaba’sı geliyor. Ahmet Uluçay’ın filminin aynı damardan çıkageldiğini söylemek hiç yanlış olmaz. Uluçay’ın 1997 yılında Kasaba filmi hakkında yazdıkları yapmak istediği filmi, nasıl bir sinemanın peşinde olduğunu, ne aradığını çok açık bir biçimde ifade ediyor: “Kasaba’da ne vardı biliyor musunuz? Tertemiz, saf bir sinema. 70’lik amca, pantolonunun paçasını düzeltsin diye, torununu terziye yollar. İnsafsız terzi, bu iş karşılığında 50 lira istemektedir. Düşünün 50 lira! ‘İnsafsız adam: 50 lirayı o versin, pantolon onun olsun!..’ Böylesine ‘eften püften’ şeylerden sinema çıkar mı hiç? Çıkıyordu işte… Bizim azgelişmiş ülkemizin çok gelişmiş sinemacıları yüksek fikirlerle, ‘müthiş’ zekâ oyunlarıyla ürettikleri ‘paradokslarla’ oynayadursun, alçakgönüllü ‘Kasaba’, yeni bir damar yakalıyor, nerdeyse bir manifesto olup çıkıyordu. Üstelik, Eisenstein’ın figüran yüzleri gibi belleklerden uzun süre silinmeyecek görüntülerle yapıyordu bunu.”(1) Sinemaya yaklaşım adına bu ortaklık ya da benzerliği not ettik ancak Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmine uzanan sinemasını, bir başka türlü tarif etmek istediğimden-Mehmet Emin yüzlü filmlerinin, çıkış noktası bir yana zaman içinde farklılaşması, yön bulması, öykülemeciliğinde değişim beklenir elbette. Bu gerçekleşmiştir. Filmin yönetmenine ve genel olarak sinemasına dair değil belki ama sözünü ettiğimiz kasabalarda yaşamın nasıl geçtiğine dair ya da bu yaşama kasabalardan nasıl bakıldığına dair tematik belli ortaklıklar çıkarmak da çok zorlama olmayacaktır. Ortaklık olarak en başta da samimiyeti saymak gerekecektir. Kasaba’daki doğal ve sakin kurulan atmosfere ve biçimsel titizliğe-özellikle fotoğrafik bulduğumuz bölümlerde- daha baskın çıkan Karpuz Kabuğu’nda mizah ve muziplik olacaktır. Bir başka ortaklık daha doğrudan bir biçimde Mayıs Sıkıntısı’nda yer alır zaten. Ahmet Uluçay’ın sevdiği yaşlı amcayı anlatmak üzere yola koyulan Mayıs Sıkıntısı filmine Ahmet Uluçay’ın çocukluğuna dair bir hikayesi girer. Cebinde kırmadan yumurta taşımaya çalışan çocuğun hikayesi Ahmet Uluçay’ın çocukluğuna aittir(2).

Ne yazık ki bu ülkede sinema üzerine yapılan tartışmalar, çözümlemelerden, eleştirel yaklaşımlardan çok genellemelerden ve derlemecilikten geçiyor. Son dönem Türkiye sinemasına baktığımızda bizim yeni kuşak sinemacılar olarak tarif etmeye çalıştığımız ve ticari belirlenimlerin dışında farklı kaygılarla sinemaya yapmaya yönelmiş, sadece sinematografik değil, temalarıyla da kendilerine has bir sinema dili oluşturmuş ya da çektikleri ilk filmlerde bunun işaretini vermiş yönetmenlere dair söylediklerimiz sinemamızda giderek belirginleşen, ayrışan kanallar oluştuğunu zaman içinde gösteriyor. Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Handan İpekçi, Semih Kaplanoğlu, Yüksel Yavuz, Kazım Öz gibi yönetmenler başta olmak üzere yeni kuşak sinemacılar, tahribata uğramış toplumsal, kültürel yaşamımızı sağaltmaya katkı koyan bir sinemanın izindeler. Türkiye sinemasında yeni bir isim olmayan, uzun metraj film çekme sürecinin de çok uzadığını gördüğümüz Ahmet Uluçay da gerek sinemaya, gerek yaşama bakışı ile yeni kuşak yönetmenlerin arasında duruyor. Yine de Ahmet Uluçay’dan bahsederken, belki onunla tanışmanın da getirdiği başka bir his var; filmine ve kendisine mesafeli bir bakışı ortadan kaldıran, gereksiz kılan. Bu his daha çok yönetmenin kendisini ayrı tutmasından değil ama yoksulluğunu saklamayan, bundan utanmayan bir emekçinin sinemayı bir lüks olarak görmemesinden kaynaklanıyor. Kendisini olduğundan farklı göstermeyen, filminin ilk gösteriminde “korkuyorum” diyecek kadar açık sözlü bir sinemacı. Ve yine ancak, kendisini ayrı tuttuğundan değil, yalnız hissettiğinden kaynaklanıyor olabilir; dışında olduğu bir sinema dünyası var bir de onun kendi dünyası. Elbette Ahmet Uluçay da dışında olduğu bu sinema dünyasını tek bir bütün olarak tarif etmez. Kendisine has tarifleri var. Kendisine has tarifleri olduğunu sinemasından, yazdıklarından ve konuşmalarından anlıyoruz zaten.

Kendi hayatından yola çıkarak yapmak istediği bir film daha olduğunu söylüyor Ahmet Uluçay. Bir kamyon şoförünün yol hikayesini anlatacak. Oysa Uluçay’ın uzun bir süredir sinemadan çok romanı üzerine çalıştığını öğreniyoruz. Kemikler adını verdiği romanını yazıyor, sinemasından farklı olacağını düşünmüyorum. Daha çok, onu sinemadan yazmaya iten nedenler üzerine düşünüyorum. Sinema yapmanın koşullarına razı olmak istemiyor belki: “12 yaşından beri pelikül tutkunuyum. İstemeye istemeye dijital videoyla çektim. Ama buna razı olmasaydım asla film yapamayacaktım” dediği için yazıyorum bunu. Bir başka neden daha önce sözünü ettiğimiz tepkisinden kaynaklanıyor olabilir. İnsanı insan olarak, yenilgileri, acıları ve mücadeleciliğiyle kavrayan birinin sinemasını, yazdıklarını kendi tecrübeleriyle buluşturması doğal ancak duyduğu tepkiyi “az gelişmiş ülkenin çok gelişmiş sinemacılarına” yönlendirmesi ya da bu şekilde tarif etmesi içinde bulunduğu toplumsal koşullar ile sinemasal koşullar arasındaki çelişkiye dayanan bir gerilimden kaynaklanıyor. Bu gerilim ancak yapacağı sinemayla, yazacaklarıyla çözümlenecek diye düşünüyorum.

Yukarıda saydığımız yeni kuşak sinemacıların sinemasına dair ortak ve genel yapılabilecek tek bir tarif ya da çözümlemenin şu an için bir geçerliliği yok. Ancak 1990’lı yıllarla birlikte yaşadığımız süreçte ilk elden “popüler kültürle coşkulu buluşma” şeklinde yaşayan sinemacılarla, bu kültüre mesafeli duran sinemacıların yollarının ayrıldığını da görmek mümkün. Türkiye sinemasında yakın dönemde yapılan toplam sinema üretimine bakıldığında temel bir ayrıma gidilebilir. Bu ayrımın yukarıda andığımız ve belli sinemacıları dahil ettiğimiz sinemayla, farklı kaygılardan yola çıkılarak yapılmış, günümüz neoliberal ekonomik işleyişe ve kitlesel kültürel politikalara uyumlu bir sürecin sonunda üretilmiş ticari bir sinema arasında yaşandığını söyleyebiliriz. Bu nedenle böylesi bir temel ayrışmadan söz açabiliyorken örneğin “Türk sinemasında yeni dönem: bağımsızlar” olarak tarif edilebilecek biçimde tek bir toplamdan bahsetmek mümkün değildir. Sürekli para hesabı yapan, izleyici sayan, Hollywood sinemasından feyz alan, tür sineması deneylerine girişen, reklamla sinema arsındaki bariz görünür sınırı görünmezmiş gibi yapan, dizilerden sinema türetip rant elde eden sinemacıların “kendi kazandıkları” parayla film yapıyor olmaları onları ne yapar, bağımsız mı? Sanmıyorum. Bağımsız kavramı ile yakın dönem Türkiye sineması analiz edilebilir mi? Yine sanmıyorum.

Bağımsız film pazarının oluşması, kapitalizmde bağımsız etiketine duyulan ihtiyaç kendisini dayatırken apolitikliği meşrulaştıran bir biçimde yapılan bağımsızlık tarifi yaygınlık kazanıyor. Amerika’da adını aldığı bağımsız sinemanın çıkışına bakıldığında, Hollywood’u işleten büyük sermaye gruplarından bağımsızlık vurgusu, en belirgin özelliği oluyordu. Bugün yapılan sinemanın ekonomi politiğine bakıldığında, sinemayı belirleyen, kapitalist üretimi belirleyen başlıca olgu kar olmaktadır. “Kardan bağımsız” bir tanımlamaya gidilebilir mi? Kapitalist üretim ve dağıtım koşullarından bağımsız ele alınabilmesi mümkün müdür? Sistemin, insanları deşarj etme kanallarının -adı ister bağımsız olsun ister olmasın- sinemanın kullanımına açılması Hollywood sinema tekellerinin yaygınlık kazanmasıyla atbaşı gidiyor. Bugün bu filmleri yapan, dağıtan şirketlerin, örneğin Miramax’ın da Disney’in iştiraki olduğunu bilmek kimseye şaşırtıcı gelmiyor. Tarihsel bir gelişim ve değişim süreci izleyen “bağımsız sinema” adı, Hollywood tekellerine karşı olmasa da egemen üretim mekanizmasının dışında kalan biçimsel ve anlatımsal olarak farklılaşan sinema dilleriyle ortaya çıkan filmler için kullanıldı. Bugün bağımsız sinemanın kendisinin büyük bir sektör olarak işlediğini görüyoruz. “Bağımsız ruh ödülleri/Independent spirit awards” adını alan oscarlar dağıtılması, sinema yönetmenlerinin bağımsız festival ve kimliklerini Hollywood’a sıçrama tahtası olarak kullanmaları ve bu etiketin kendisinin çok satar olması fazlasıyla dikkat çekicidir. Bu bağımsız diye adlandırılan sinemanın bugüne varış süreci dünyanın ve dünya sinemasının her köşesini saran egemen popüler, ticari kaygılardan, değer ve kültürel erozyondan muaf değil elbette. Bu terimin tarihselliğine bakılmaksızın Türkiye sinemasına uyarlanması ve bir tartışma yaratmaktan çok uzlaşmaya varılarak, neredeyse Türkiye’de yapılan tüm filmlerin bağımsız kategorisinde değerlendirilmesini anlamak güç. Yakın zamanda yapılan tüm filmleri bir şekilde bağımsız sinema olarak değerlendirmek, yapanları bağımsız sinemacılar başlığında toplamak ve derlemek doğru bir yaklaşım olmadığı gibi bağımsızlık kavramının da sorgulanmaksızın kullanımını beraberinde getirdi. Bağımsız filmler festivalinden sonra “bağımsız sinemacılarımız” da var artık. “Bağımsız ruhlar” mı demeliydim ya da “bağımsız bütçeler” yok yok “bağımsız sermayedarlar”. Bu parantezi açmamın elbette Ahmet Uluçay ile bir ilgisi var. Ahmet Uluçay’ı ne bağımsız kavramıyla ne de merkez-çevre, İstanbul-taşra ilişkileri çerçevesinde ele almaktan yana değilim. Üstelik benim ne yanda olduğumdan öte ortada somut bir durum da var. Ahmet Uluçay bağımsız değil. Küçük yapım Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin yapımcısı, büyük yapım Neredesin Firuze’nin de yapımcısı ama dişini dahi pelikülle karıştırmak isteyen bu adam filmini zor koşullarda, pelikül olmadan yapmak zorunda kalıyor. Filminin nerede ve ne zaman gösterime gireceğini bilemiyor. En iyi filme verilen ödül parasını kendisi alamıyor…

Ne diyelim, koşulların değişeceğini umut ederek yönetmenin kendi deyimiyle “fiyaskografisine” bizim deyimimizle duru sinemasına devam etmesini dileriz.

Notlar:

(1) Ahmet Uluçay, “Kasaba ve Samimiyet”, Radikal Gazetesi, 3/12/1997

(2) Nuri Bilge Ceylan ile Söyleşi “Üçlemenin Sonuna Geldim” Burçin S.Yalçın, Popüler Sinema Dergisi, Aralık 1999

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak 
Yön. ve Sen.: Ahmet Uluçay / Gör. Yön.: İlker Berke / Oyn.: İsmail Hakkı Taslak, Kadir Kaymaz, Gülayşe Erkoç, Boncuk Yılmaz
2004, Türkiye, ‘98