Gemide ve Barda Filmleri Üzerine Kolektif Bir Çalışma

Barda (Yön: Serdar Akar)

Atölyemor /

Filmmor’un kuruluş ve eylemlilik amaçlarından biri de kadınların sinema yapmasına katkıda bulunmak. “Sinema yapmak” ilk bakışta ve birincil anlamıyla şüphesiz “film yapma” fikri ve edimini çağrıştırıyor. Eğer dünyadaki sinema izleyicilerinin yarısı (hatta çoğu zaman yarısından da fazlası) kadınlarsa, sinemayı yapanlar ve bunun üzerine fikir üretenler arasında neden bu kadar az kadın var? Ve neden izleme/seyretme, 60’lı yıllarda geliştirilen “kitle kültürü” paradigması çerçevesinde hep “edilgen” bir konum olarak sunuluyor?

Bir yandan, dünyanın dört bir yanından kadınların sinemasını Türkiyeli kadınlara ulaştırmak ve sinema üzerine fikirleri, görüşleri, deneyimleri paylaşmak için bir kadın filmleri festivalini gerçekleştiren Filmmor, bir yandan da “kadınlar sinema yapıyor” çağrısıyla “Atölyemor” etkinliklerini başlattı. Atölye kapsamında, genel olarak amaç, belli bir formasyon dönemi sonrası, katılımcıların, oluşturdukları ekiplerle “kendi filmleri”ni yapmasıydı. Bugüne kadarki atölyelerde bu gerçekleştirildi. Ancak sinema yapmak, sadece film yapmak değildir. Bir o kadar da filmler üzerine, sinema üzerine fikir üretmektir.

Daha önceleri, festival sırasında gönüllü katılımcılarla birlikte, ortak izleme sonrası bir masa çevresinde oturup serbest tartışmamıza dayanan “film okuma” atölyesi deneyimimizi bu kez, 2007 yılının Atölyemor’unda, analiz ve eleştiri yazımıyla da birleştirerek uygulamak istedik. Dolayısıyla bu yılın etkinliği “eleştiri/analiz atölyesi”ydi.

Aslında… sıcak bir yaz günü, sinema üzerine sözü olan, sözünü geliştirmek, diğer katılımcılarınkiyle kaynaştırmak isteyen kadınlar, klimalı salonlarda beğenimize sunulan herhangi bir filmi “izlemek” yerine kat kat merdiven çıkarak, Filmmor’un küçük vantilatörünün çevresine toplaştık…

Temmuz ile Kasım 2007 tarihleri arasında yapılan “Filmin Cinsiyeti, Cinsiyetçiliği”, “sinema nedir, film nedir?”, “kuram, eleştiri, çözümleme”, “feminist kuramlar ve feminist film teorisi” ve “sinema tarihi” hakkında seminerler yapıldı. Seminerlerin ardındansa çözümleme ve eleştiri yazım atölyeleri.

Film analizi ve eleştirisi konusunda çeşitli alanlarda, sinemacı, akademisyen ve eleştirmen kadınlarla birlikte çalıştıktan sonra, filmleri çözümlemek ya da yukarıda belirttiğimiz yaklaşımdan hareketle ifade edecek olursa, “okumak/anlamlandırmak” üzere, bu kapsamda Hülya Uğur Tanrıöver’in önerdiği filmleri birlikte izlemeye ve üzerine çalışmaya başladık.

Seçilen filmler Serdar Akar’ın Barda ve Gemide’siydi. Bu filmlerin tercih edilme nedenlerine gelince… Genelde her tercih sorunludur ve en “nesnel” olduğu söylenenler bile aslında “öznel”dir. Ama en önemli tercih nedenimiz onun filmlerinin yarattığı tartışmalardı.

Barda filminin sinemalarda ilk gösterimi yapıldığında, özellikle kadınlar/feministler arasında iki farklı biçimde yorumlandı: Bazılarımız, filmi en ağır dille ve bir tür “erkek şiddetinin estetikleştirilmesi” olarak eleştirirken, bazılarımız da, tersine, filmin bir şiddet eleştirisi olarak okunabileceğini ama “tümüyle olumsuz” olarak değerlendirilemeyeceğini söylüyordu.

Gemide ise, aynı yönetmenin neredeyse on yıl önce çektiği ve yine şiddet ekseninde konumlanan, ancak bu kez daha kısıtlı-kapalı bir çevreyi, bir tür mikrokozmosu mercek altına alan bir film olduğundan, karşılaştırma olanağı vereceğini düşündük. Bir de tabii, her iki filmde de varolan ana motifin tecavüz olması “filmin cinsiyeti, cinsiyetçiliği” temalı atölyemiz için anlamlıydı.

Serdar Akar, Barda filmi için bir röportajında “şiddeti sert, umutsuz, doğrudan verdim. Şiddetin bu derece ağır olması, şiddettin yol açtığı sorunlara ilgi gösterilmesi” içindir diyor. Ve bizim de inanmamızı bekliyor. Tüm metinlerde olduğu gibi, filmlerde de temel bir söylem vardır. Sinema çalışmaları alanında ya da hatta uygulamada, buna “filmin sözü / lafı” denir çoğunlukla… İşte bu açıdan bakıldığında izlenen / incelenen iki filmin de ortak söylemi, tartışmasız bir biçimde şiddet. Şiddet, bizim, hepimizin aşinanın ötesinde iç içe olduğumuz bir olgu. Dolayısıyla da her iki film de bu açık-bariz söylemiyle bizde çoğul ve yoğun çağrışımları harekete geçirdi.

“Kötü zamanlarda yaşıyoruz”, aileler sık sık böyle söyler. Özellikle kız çocukları olan aileler için vazgeçilmez bir cümledir. Kötülüklerin daha çok kız çocuklarını bulduğunu ve onları daha çok, daha çok korumaları gerektiğini düşündüklerinden herhalde. Savaşların, kıyımların yaşandığı, sosyal adaletsizliğin giderek derinleştiği, insanların vicdanlarını kaybettiği zamanlar demek istiyorlar belki. Paranın insani değerlerin yerini aldığı, her şeyin satılığa çıktığı kapitalizmin sefasını sürdüğü zamanlardan. Türkiye’de bu süreç dünyada olduğundan farklı yaşanmıyor. Kimilerinin bir ömür kazanamayacağı parayı kimileri bir gecede harcıyor. İdeallerin yerini “ah bir zengin olsam”lar alıyor. Aklı ve vicdanı kıt olanların mubah olduğu bir çağdayız. Herkes mutsuz, kızgın ve çaresiz. Ancak tam olarak kime, neden kızgın olduğunu bilmek, gerçekleri görmek de giderek zorlaşıyor. Sürekli şiddet ve ölüm haberleri izlemekten hissizlik ve yabancılaşma giderek daha hakim duygular olmaya başlıyor. Çocukluğundan itibaren çevresindeki kadınları(namusunu), vatanını koruması gereken hatta bunlar için ölmeyi ve öldürmeyi göze alması beklenen erkek, şiddeti daha küçükken ezber ediyor. Kendini bunun üzerine inşa ediyor. Erkek egemen zihniyet kadının şiddet görmesini ise meşrulaştırıyor. Kadınların sokakta uğradığı herhangi bir şiddet, taciz ise günlük hayatın bir parçası gibi.

1998 yapımı Gemide ve 2007 yapımı Barda da böylesi zamanları çağrıştırır biçimde, şiddeti taşıyor beyaz perdeye.

“Bir memleket gibidir gemi.” Gemide filminin ilk cümlesi, film boyunca izleyicilerin kulağında küpe olması gereken cinsten. Gemide olup, bitenlerle memlekette olup bitenler arasında benzerlikler kuruyoruz. Nasıl yönetildiğini, düzenin nasıl korunduğunu filmin başında kaptandan dinliyoruz. Daha sonra filmde de sık sık tekrarlandığı üzere gemide/memlekette düzen bozuluyor. Bu bozulma da bazı metaforlarla destekleniyor. Kepçelerin denizden kum çekmesi, kumla birlikte çöplerin de gemiye gelişini uzun uzun izliyoruz. Sürekli esrar içen kaptan, yardımcısı ve iki tayfa gemide işlerine devam ederken bir gece sokağa çıktıklarında Laleli’den aldıkları bir kadını gemiye getirirler. Gemide tayfalar kadına tecavüz ederken, kaptan, yardımcısı ve tayfalar arasında kadının geri götürülmesi, gemide tutulup tecavüz edilmeye devam edilmesi ve öldürülmesi üzerine devam eden tartışmalarla gemideki düzen bozulur.

Barda, gelecekle ilgili güzel hayalleri olan dördü kadın sekiz insanı tanıtmakla başlar. Hamile olan Pelin kürtaj olmak için pek sağlıklı olmayan bir yere arkadaşlarıyla gider. Bu yerin doktoru yaptığı son kürtajdaki kanamayı durdurmakta zorlanır. Bu yüzden hemşire Pelin’e doktorun çok yorulduğunu yarın gelmesini söyler. Bu sayede kararsız olan sevgilisi netleşir. Ona evlenme teklifi yapar. Bir başka çift evlilik hazırlığındadır. Kalan iki çiftten biri daha evliliğe hazır değildir. Öbür çiftin ise daha yeni başlayan bir birliktelikleri vardır. Yanlış anlaşılmasın buradaki çiftlerden evliliğe hazır olmayanın erkek olduğunu dört kadının ise hemencecik evliliğe ”evet” diyeceği bize zaten gösteriliyor. Örneğin, Pelin sevgilisinden evlenme teklifi aldığını kadın arkadaşlarına söylediğinde sevinç çığlıkları atılır. “Kadınlar evliliğe bayılır, erkekler için ise evlilik kaçılan/kaçılması gereken bir şeydir”. Kadın, arkadaşlarına evlilik haberini büyük bir sevinç içinde verdiğinde aldığı tepki sevinç çığlıkları ve kutlamalar şeklinde, erkeğin arkadaşları ise aynı haberi üzüntü ve kınamayla karşılıyor. Böylece kadınlar ve erkekler konusundaki toplumsal önyargılardan biri daha yinelenmiş, meşrulaştırılmış oluyor.

Bu sekiz kişilik gruptan yedisi barda son biralarını yudumlarken, kapıdan teker teker barı gözeten beş kişilik bir grup çekingen bir korkuyla içeri girip oturur. Korkusunu ilk atan gurubun lideri Selim’dir. Selim, gecenin geç saatinden sabah polis barı basana kadar istediği gibi hareket eder. Grup, bardaki sekiz kişinin ayaklarını, ellerini, ağzını poşetle bağlar. Yorulana kadar sürekli bardakilere şiddet uygular. Tabi sürekli aşağılarlar. Kadınlara tecavüz edilir ve işkence içerideki bir mekanda devam ederken, grubun “çaylak” ve “uyuşturucu kullanmayan” üyesinin göz yumması sonucu, yarı baygın kendini dışarı atmayı başaran bir kurban dolayımıyla haberdar olan polis sabah barı basana kadar toplu şiddet devam eder. Paralel kurgu ve gidiş/dönüşlerle, olay sonrasında yapılan mahkemeden de kesitler verilir. Saldırganların savunulma biçimi, yargıç ve savcının yaklaşımı, mağdurların savrulmuşlukları, nihayetinde… “suç okulu” nitelemesini hak eden hapishane ortamında, suçluların, başka suçlularca öldürülmesi…

İki filmde de karakterlerin, şiddet uygulayanların, tecavüz edenlerin alt sınıftan erkekler olması “şiddet alt sınıftan eğitimsiz ve yoksul insanların işidir” ideolojisini ve toplumsal yargıyı destekler. Zira hiçbir kurgu masum değildir. Kurma eyleminin yapısı buna izin vermez. Serdar Akar şiddetin adresini mi göstermeye çalışıyor? Oysa erkek şiddetini sadece alt sınıftan erkeklerde görmek soruna indirgemeci bir bakış olacaktır. Üst sınıfın uyguladığı şiddeti, şık giyimli adamların kadınlara tacizini/şiddetini nereye koyacağız? Gemide filmi lüks bir yatta geçiyor olsaydı ve erkekler daha temiz, daha bakımlı, daha az küfürbaz olsalardı şiddet olmayacak ve kadınlara tecavüz edilmeyecek miydi ya da edilmiyor mu? Bu sınıfa mensup kadınların tecavüze uğrama riski yok mudur? Yoksa gerçek hayatta para ve güçlerini kullanarak kadınlara karşı işledikleri suçları kapatan üst sınıf erkekleri sinemada da mı kendilerini kamufle etmeyi başarıyorlar?

İki filmde de sınıf çelişkileri farklı biçimlerde de olsa yerini alıyor. Gemide filminde daha üstü kapalı, kameranın gemiden karşıdaki yalıları gösterişi ya da kıyıdan gemiyi izleyişimiz. Üst sınıftan kimseyi göremesek de çelişkiyi hissettiriyor. Barda filminde ise bizim bir şey hissetmemize gerek kalmadan diyaloglarla, var olan sınıf çelişkisine vurgu yapılıyor. Tabii daha da önemlisi, böylelikle örtük düzlemde bir başka olguya vurgu yapılıyor: Kadın bedeninin mal, mülk, para gibi üst sınıftan erkeklerin sahip olacağı bir meta olduğu; bu sebeple diğerlerine olduğu gibi alt sınıftan erkeklerin kadın bedenine de aç olduğu vurgusu iki filmde de yapılıyor.

Serdar Akar’ın erkek karakterleri, olabildiğince ayrıntılı ve genelde doğru işlenmiş olmasına karşın, kadın karakterler çok daha yapay, stereotiplere uygun çizilmiştir. Bu filmlerin de cinsiyeti / cinsiyetçiliğini asıl gözler önüne seren bunlardır. İki filmde de erkek karakterlerin diyalogları, kullandıkları dil gerçekçiliklerini besliyor. Zira sokakta, gündelik hayatımızın herhangi bir yerinde oldukça sıradan durumlarda bile erkeklerden bolca küfür duyuyoruz. Çocuk yaşlarda başlayan bu dil kadın bedeni üzerindeki erkek hakimiyetinin, tecavüzünün dili. Bu açıdan sıklıkla tecavüzün yaşandığı her iki filmde de küfürsüz konuşma çok az. Bu yüzden kadın izleyicilerin filmin her karesinde kendini şiddete uğruyormuş gibi hissetmesi mümkün.

Serdar Akar filmlerinde kadınlar erkeklerin şiddetini, tacizini kışkırtan olarak resmedilirler. Kadınlar olmasaydı şiddet de taciz/tecavüz de olmayacaktı yargısı bolca işlenir. Kadınlar hal-tavrı, yaşam biçimi ile tecavüz edilmeye uygundurlar. Akşam barda olmak, hele geç saatlerde olmak tehlikelidir, örneğin. Ayrıca, farklı öykülemeler ve karakterler bağlamında da olsa, her iki filmde de birer “bakire” kadın motifinin, bir tür kurucu öğe durumunda olması da dikkat çekici. Neden iki filmde de bakireliğe bu denli vurgu var? Gemide filmindeki tecavüze uğrayan kadının bakireliğini öğrenen tecavüzcüsünün ona aşık olduğunu söylemesini; fahişelik ve bakirelik kavramlarının tek kadında toplanmasını bu konuya bir eleştiri gibi düşünelim. Peki Barda filmindeki bakire kadının tecavüz için en sona saklanmasına, Selim tarafından uzun uzun taciz edilmesine ve taciz edildikçe daha bir güzel, ağladıkça daha bir masum görünmesine ne diyeceğiz? İzleyiciye “bari buna yapmasınlar, bakire kıza tecavüz etmesinler” dedirttiği, böylece izleyenlerin bu kıza daha fazla üzüldüğü aşikar değil mi? Belki yasalarda bakire olmayan kadına tecavüz edilince uygulanan ceza indirimi kalktı. Ancak böylesi filmlerle bu anlayış pekişmez mi?

Filmlerin ikisinde de “Hey siz kadınlar ulu orta gezip, uygun olmayan yerlerde bulunmayın. Bak maazallah başınıza neler gelir, tecavüze falan uğrarsınız”, “Ey anne ve babalar, kızını dövmeyen, yularını sıkı tutmayan aileleri maazallah bu kızlar büyük dramlara sürüklerler. Amman dikkat”, “Ey erkekler, siz de kızınızı, kız kardeşinizi, sevgilinizi alıp bir yerlere gitmeyin bak neler olur ve siz de olacaklara engel olamaz, namusunuzu (not: burada sözü edilen namus, kadının bedeni üzerinden erkeğe ait olan namustur yani mülkiyet hakkıdır.) kaybedersiniz” mesajlarını alıyoruz.

Gemide ve Barda filmleri belli başlı toplumsal kuralları, önyargıları kadına dair zihniyeti tekrarlar. Örneğin Barda filminde kürtaja dair söylenenler manidardır. Kürtaj olmaya giden kadın, başka bir kadının, doktorun belli ki hatalı bir müdahalesi sonucunda kan revan içinde kalmasına, feryatlarına tanık olur. Muayenehaneden kaçan kadın, erkek arkadaşının evlenme teklifiyle kürtaj olmaktan “kurtulur”. Böylece kadınlara adeta, “erkeklerle özgür, sakınımsız yaşanan ilişkilerde hamile kalırsanız kürtaj esnasında başınıza kötü şeyler gelebilir. Şanslıysanız erkeğin evlenme teklifiyle bu zor durumdan kurtulabilirsiniz. Bu filmdeki çocuk iyi de seninle evlenecek, hadi kurtardın paçayı” denirken, “kürtaj kötüdür” tezini de tekrarlar.

Barda’da kadınlara tüm işkenceleri yapan, tecavüz eden, şiddetin ve kötülüğün öznesi olanlar erkekler iken, filmin sonunda bu erkekleri savunanın bir kadın avukat olması herhalde tesadüf değil. Serdar Akar, böylece tüm bu düzenin sürmesinde kadınların da rolü olduğunu ima ediyor belli ki. Yani bu kez de toplumsal algıda çokça yer bulan “kadın kadının kurdudur” söylemini tekrar eder.

“İyi kızlar cennete gider… kötü kızlar… bara!” Kadınların giyimleri, duruşları, hareketleri yine toplumun iyi kıza dair yerleşik söylem ve görüşlerden bir başkasına “iyi kız evinde oturur” görüşüne destek verir. Kadınlar hal-tavrı, yaşam biçimi ile kötü zamanların kötülüğüne “davet çıkarır”. Barda’nın son sahnesi, “kadınla erkeğin sokakta öpüşmesi esnasında, onları röntgenleyen erkek de o kadını ister ve habersiz takip eder” sahnesi, barda başınıza geleceklerin habercisidir. Kadın olarak rahat, sakınımsız davranırsanız, bazı erkeklerin size “sahip olma”, tecavüz etme arzusuna yol açarsınız. Ne demiştik… Akşam barda olmak, hele geç saatlerde olmak çok tehlikelidir.

Yoksa Serdar Akar’ın bu filmlerini bizi kamusal alandan eve davet eden bir davetiye olarak mı algılamalıyız?

Bir sinema filminin hayatımızda varolan bu şiddete yalnızca işaret etmesi yeterli midir, yoksa buna bir karşı duruş, tavır göstermeli ve çözüme dair öneriler sunmalı mıdır? Oysa Barda’da daha belirgin olmakla birlikte, Gemide filminde de, başta tecavüz olmak üzere, yer yer gördüğümüz, her tür itiş-kakış, fiziksel şiddet, kan, yara, yaralanma, darbe gibi öğelerin resmedilişi yine Serdar Akar’ın bu “şiddet estetiği”ni oluşturmada başvurduğu öğeler, onun şiddete dair aldığı tavrı da belli eder.

Yönetmen Serdar Akar, Barda filminden sonra yapılan bir röportajda filmi izledikten sonra insanların kendilerine “Bir arada yaşamamız neden, nasıl bozuldu? Niye böyle oldu?” sorusunu soracaklarını söylemiş. Umarız böyle olur… Çünkü biz küfrü doğallıkla karşılayacak ve hatta evlilik öncesi sevişen kızlarına başına gelecekleri onaylayacak bir izleyici kitlesinin (özellikle genç erkeklerin) olduğuna inanıyoruz. Ya da genç kızların bu filmlerden sonra sokaklardan, gezmekten, erkeklerden daha da fazla korkacaklarından, iyice evlerine kapanacaklarından endişeliyiz.

*Atölyemor 2007 – Filmin Cinsiyeti, Cinsiyetçiliği! Eleştiri /Analiz atölyesi

Ayşegül Gülmez, Ayşegül Kaya, Gülizar Aktaş, Gülşah Sarı, Hülya Uğur Tanrıöver, Meryem Oruç, Sakine Günel, Yasemin Temizarabacı