Ayat Najafi: İnsanlara Umut Veren Bir Film Yapmak İstedim
Seray Genç – Yusuf Güven / Yeni Film 37-38
Filmi yapmaya nasıl ve ne zaman karar verdiniz? Filminizde yer alan konser mi filme dönüştü yoksa filmle beraber mi kadın vokalin olduğu bir konser düzenleme fikri ortaya çıktı?
Her zaman müzik üzerine bir film yapmak istemiştim, özellikle yasaklanan sesler üzerine. Filmde de yer verdiğim Qamar, çok ilgilendiğim bir karakterdi. Daha sonra Sara (Najafi) ile görüştüm ve Sara bazı bestecilerle çalışıyordu. Sara, kadın şarkıcılarla çalışmak istiyordu ve bunun zor olacağını biliyordum, çünkü yasaktı. Sara’ya albüm çıkarmak yerine konser düzenlemesini ve benim de bunun filmini yapmamı önerdim. Bu daha sinemasaldı. Sonuçta konser fikri benimdi, kadın sesleri üzerine çalışmak da Sara’nın projesiydi. Sara’nın konser için izin alırken yaşadıkları dramatik bir durum oluşturacaktı. Yasağı daha çağdaş bir biçimde anlatma olanağı doğacaktı. Sara, müzik kısmıyla ilgilenecek ben de filmi çekecektim.
Belgeseliniz sadece bir konserin düzenlenmesi üzerine değil tabi aynı zamanda İran tarihi ve yaşanan tarihsel değişimler belli bir çerçeveden veriliyor. Kadın sesinin yasaklanması tam olarak ne zaman başladı? Humeyni iktidara geldiğinde hemen yasaklanmış mıydı, yoksa yavaş yavaş mı bir değişim oldu?
Değişiklikler adım adım oldu. Şah döneminde canlı müzik yapan bazı gece kulüpleri kapandı. Çünkü devrimi müziği durdurarak engelleyeceğini sanıyordu. Yani Tahran’daki gece hayatı zaten durmuştu. Sonra devrim olduğunda başlangıçta başka öncelikler vardı, krizin yönetilmesi, yeni hükümetin belirlenmesi daha sonra fundamentalizmin yükselişi başladı. Bu devrimden hemen sonra değildi, 1980’e kadar İran’da her şey daha serbestti. Sonra yavaş yavaş yasaklar geldi. Tabi ben o zamanlar çocuktum daha, ancak okuduklarımdan, izlediklerimden aktarıyorum o günleri size. Devrimin üzerinden iki yıl geçmeden savaş başladı (İran-Irak savaşı). Savaş ortamı islamizasyon projesini radikal olarak başlatma imkanı verdi hükümete. Kadınlar örtünmek zorundaydı, batılı diye etiketlenen her şey, giysiler, müzik, alkol yasaklandı. Değişim yavaş yavaş oldu ama sonunda yasaklar çok sertleşti ve buna uymayanlara büyük yaptırımlar uygulanmaya başladı.
Bu oldukça trajik bir durum, çünkü İran’da sadece edebiyat değil, şiir, müzik de geleneksel olarak çok güçlü. Bu geleneğin ortadan kaldırılmaya çalışılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadın sesinin toplumdan uzaklaştırılmasının sonuçları nelerdir?
Bunu açıkça görüyoruz, çok büyük bir şeyin eksikliğini hissediyoruz. Sayeh’in (Sodeyfi) filmde dediği gibi bir ressama renk kullanmasını nasıl yasaklayabilirsiniz? Bu söz bize çok şey anlatıyor. Müzikte bir notanın olmaması gibi. Kadınların kendilerini ifade etmesinin önüne geçiliyor. Erkekler için de yasaklar var ama kadınların sorunları daha büyük. Evden çıkar çıkmaz, kendilerine bir çeki düzen vermek zorundalar, nasıl göründüklerine sürekli dikkat etmek zorundalar, resmi görevlilerle nasıl konuşmalıyım… Kontrol altına almanın kadın sesi ile başladığını görüyorsunuz. Benim için bu filmde kadın sesi şarkı söylemenin ötesinde, toplumsal olarak bir eksikliği ifade ediyor.
Qamar, Delkash, Guguş… İranın öncü kadın vokalleri, müzik yapma tarzlarıyla beraber bir geleneği de temsil ediyorlar. Elbette başka isimler de var. Filmdeki karakterlerden Parvin Namazi’nin, Sara Najafi’nin de bu geleneğin bir parçası olduğunu düşündük filmde. Baskıya rağmen bu gelenek yeraltında devam ediyor diyebilir miyiz?
Parvin Namazi’nin söylediği ama filmde kullanamadığım çok önemli bir şey var. Diyor ki yasaklasan ne yazar, yeraltında devam eder ama o kadar çok sayıda yetenek heba olup gidiyor ki. Filmde de gördüğünüz gibi bu gelenek bir şekilde devam ettiriliyor, dışarıya göçen bir takım müzisyenler var vs. ama içeride pek çok yetenek boşa harcanıyor. Herkes dışarı gidemez, herkes el altından satılan kasetlere ulaşamaz. Bilmediğiniz pek çok ses var yani.
Bana göre bu gerçek bir suç, bunu batı medyasında pek dillendirmiyoruz ama gerçek bu.
Filminizde kullandığınız arşiv görüntülerine ulaşmak kolay oldu mu? Kadın sesini duymak kadar arşiv görüntülerini görmek de heyecan uyandırıyor…
Bu benim seyircinin tadını damağında bırakmak istediğim bir kısımdı. İran’da bu arşivleri tutmaya çalışan insanlar var. İran televizyonu en büyük arşive sahip ama ona ulaşmanın imkanı yok. İran’a Filmhane Melli (Filmkhaneh-ye Melli)var, ulusal sinema evi, sinematek işlevi görüyor. Bütün filmlerin kopyalarına sahipler. Görmek mümkün ama alamıyorsunuz.
Türkiye’deki arşivler askeri darbe döneminde yakıldı. İran’da kopyaların yok edilmediğini ancak erişimin kısıtlı olduğunu anlıyoruz…
Tabi orada da tahrip olan filmler var. II Dünya Savaşı sırasında İran Müttefikler tarafından bombalandı. O sırada Tahran radyosu da bombalanmıştı. Müzik arşivinin bir kısmı bu sırada yok oluyor. 1942’de pek çok ses yok ediliyor böylece. Devrimle birlikte bazı fanatik unsurlar bu arşivleri yok etmeye çalıştı ama oralarda çalışan insanlar korudular. Fakat şimdiki sorun bunlara ulaşılamaması. Bize arşivleri gösterdiler ama kullanamadık. Bazı insanlar bu filmleri gizlice dijital ortama aktartıyorlar. Filmin jeneriğinde onlara yer vermiyorum tabi! O insanlardan aldığım kopyaları kullandım filmde. Filmde kullanılan müzik ve fotoğraflar için de aynısı geçerli. Bu insanlara da ancak aradaki tanıdıklar vasıtasıyla ulaşabiliyorsunuz.
Bir süredir Türkiye’desiniz. Hem bir sinemacı filminizin gösterimlerine eşlik ettiniz hem de yaşadınız burada. Türkiye’deki gösterimlerde filminiz ve siz nasıl karşılandınız?
Özellikle Türkiye ile İran arasındaki çok eski ilişkilerin getirdiği bazı ortak noktalar var. Dilinizde bile o kadar çok farsi kelime var ki… Bence buradaki insanlar da bu yozlaşmış hükümetin başlarına İran’dakine benzer belalar getireceğinden korkuyorlar. Hem İran hem Türkiye demokratik ülkeler değil ama bir potansiyel var, insanların talepleri ortak, sivil toplumları gelişmiş durumda. Tüm sorunlara rağmen güzel bir geleceğin hayalini kurmak mümkün iki toplum içinde, çünkü bu potansiyel var. Filmi İstanbul’da gösterdim ama diğer şehirlerde de göstermek istiyorum. Seyircinin gözlerindeki ışıltıyı görünce, filmle kurdukları bağı görünce, kendi ülkemdeki seyirciye göstermiş gibi oluyorum.
Filmi İran’da göstermediniz o halde?
Bunun imkanı olmadığını biliyorum, o yüzden kendimi çok üzmüyorum.
İranlı sinemacılara uygulanan bu baskı hakkında ne düşünüyorsunuz. Sinemacılar baskı altında film çekmeye çalışıyor ya da çekemiyor. Kiarostami son dönem filmlerini hep yurtdışında çekti, Panahi ve Resulov yurdışına çıkma yasağından başlayarak pek çok yasakla karşılaştı ve yargılandı.
Filmler çekiliyor aslında. Evet, Kiarostami İran dışında film yapmış olabilir ancak Haneke, en son ne zaman Avusturya’da film çekti? Kiarostami davet aldığı için dışarıda film yapıyor. Kariyerinin sonlarına geldi artık. Avrupa’da yaptığı filmlerden önce video-art tarzı filmler yapmaya başlamıştı. Bu arada benim için çok önemli bir yönetmendir, şiirsellik vardır sinemasında. Kiarostami, benim için İran sanatının temsilcisidir genel olarak. Şimdi sinema öğretiyor İran’da. Dışarıdaki imkanların onu çektiğini düşünüyorum.
Cafer Panahi’nin bu yasaklardan sonra üç film yapabilmesi sansürün hiçbir şekilde şansının olmadığını göstermesi açısından önemlidir. İran sinemasının en önemli örneklerinden olan Bir Ayrılık’ın bu dönemde, Ahmedinejad döneminde, yapıldığını unutmayalım. Bu dönemde sinemacıların hayatı çok zorluydu, pek çok belgesel yönetmeni, Resulov ve Panahi de dahil olmak üzere, tutuklandılar. Asıl baskı belgesel sinema üzerineydi. Çünkü gerçeklerin görünmesi istenmiyordu.
Bizde de farklı değil. Filminizin gösterildiği İstanbul Film Festivalinde bir belgesel film Bakur nedeniyle yaşananları biliyorsunuz.
İstanbul Film Festivalinde olanlar çok kötü şeylerin habercisi gerçekten, bir filmin gösteriminin bu şekilde engellenmesi… Antalya Film Festivaline filmimizi göndermedik örneğin. İstanbul Film Festivalinde Türk sinemacıların gösterdiği ortak tavrı da takdir ettim doğrusu. Filmimin gösteriminde de bununla şimdi mücadele etmek gerektiğini yoksa bir süre sonra sansürün kafada başlayacağını söyledim. İran’da durum şimdi böyle. Bu filmlerin çekilebilmesi bile Kiarostami, Farhadi gibi sinemacıların yarattığı bir mucizedir.
İran’da Farhadi’nin tüm filmleri gösterime girebildi mi?
Evet, Geçmiş bile gösterildi. İran’da çok popüler bir sinemacı. Bir Ayrılık filmi İran’da gişede ikinci film oldu ki bu karanlık dönemde çok önemli bir gösterge bence bu. Bu yıl Cannes’da Nahid adlı bir ilk film gösterildi ve herkesten çok olumlu eleştiriler aldı. İran sineması hayatına devam ediyor, elbette Ahmedinejad dönemi bir kırılmaydı ama yeni nesiller gelmeye devam ediyor. Yeni hükümetin sinema üzerindeki baskıları azaltacağını umalım.
Filminize geri dönersek; filmi konserin başarılı bir şekilde düzenlenmesi ile bitiriyorsunuz ve konser de işçi sınıfının yürüyüşü üzerine bir marşla kapanıyor. Aynı zamanda geçmişin bir hazinesini keşfediyoruz. Tüm yasaklara rağmen geçmişi bugünle bağlayan umut dolu bir film olabiliyor Ülkesiz Şarkılar.
Pek çok insan bana bunu söyledi. Filmdeki optimizm benim karakterimden geliyor bir açıdan. Diğer çalışmalarımda olduğum kadar optimist olmamaya çalıştım. Ülkesiz Şarkılar’da ise umut dolu olmak istedim, çünkü o dönem benim hayatımda İran için en karanlık dönemdi. Yeşil hareketten 2011’e kadar böyleydi. Cafer Panahi’yi biliyoruz, bir de tanımadığımız o kadar insanın başına gelenler var. Umut dışında bir şey kalmamıştı elimizde. O şarkının adı Şafağın Doğuşudur (Morg-e Sahar), İran’daki diktatörlüğün son gecesi hakkındadır. Evet dönem karanlıktı, filmde bu anlatılıyordu ama umuttan bahsetmeliydim. İnsanları tekrar mücadeleye çağırmak için de bu şarkıyı koydum.
Umut sadece konserin gerçekleşmesi, bir dönemin eleştirisinden kaynaklanmıyor aslında, geçmişle bugünü birbirine bağlıyorsunuz. Hatırlayanlar var, unutulmadı duygusunu uyandırıyorsunuz…
Benim bu filmde ağladığım an, artık yıkık bir kahvehanede bir adamın Delkash’in sahne aldığı o muhteşem zamanlardan bahsettiği sahnedir. İnsanların hala bu zamanları kendi belleklerinde tutuyor olmaları beni çok etkilemişti. Babam filmimi izlemek için İstanbul’a geldiğinde Lalezar’ın da bir zamanlar tıpkı İstiklal Caddesi gibi olduğunu söyledi bana. O kadar çok tiyatro, sinema vardı ki Lalezar’da… Şimdi oraya gidip boş ve terkedilmiş mekanları görmek çok etkiliyor beni. Sanırım Erdoğan da böyle bir İstanbul’un hayalini kuruyor.
Doğru diyorsunuz. İstanbul’da da durum benzer bir biçimde ilerliyor aslında. AKM, Emek sineması, Alkazar, Rüya Sineması… Kısa bir zaman diliminde kaybettiğimiz pek çok şey oldu.
Filminizde yer alan şarkıları nasıl seçtiniz?
Öncelikle izin alabildiğimiz şarkıları koyduk. Her şarkı kendi döneminde politik olarak çok önemliydi. Bizim nasıl bir film yapmak istediğimizi anlamışlardı. O yüzden aslında bu şarkıları kullanmamıza izin verdiler. İki tür şarkı vardı elimizde politik şarkılar ve aşk şarkıları. Çünkü bir şehirde mücadele etme gücüne ve mutlu olmak için aşka ihtiyacınız vardır. Konserin iklimi de aynıydı. Morg-e Sahar çok politik bir şarkıdır ama doğrudan politik mesaj vermez. Bir şair bir mağarada bir kuşla konuşur. Kuştan özgürlüğün şarkısını söylemesini ister. Hem bir aşk şarkısı hem de politik şarkıdır aynı zamanda. O kadar popüler bir şarkıdır ki İran’da yasaklanamamıştır. Bestelendiğinden 90 yıl sonra bile insanlarda aynı duyguları yaratmaktadır.
Müzikle olan ilişkiniz nasıldır peki?
Müziği çok severim. Sara (kardeşi) 4 yaşında müziğe başladı. Ben de 8 yaşındaydım o zamanlar. Annem de bir müzisyendi. Ailecek müzikle yakından ilgiliydik. Evimizde büyük bir plak koleksiyonu vardı, Beatles’dan klasik müziğe… Gençken klasik farsi müziğini severdim. Babam bu yaşlıların müziğidir, neden bunu dinliyorsun diye dalga geçerdi.
Qamar, İran müziğini nasıl etkilemiştir?
Bir gün Qamar’ın biyografisini çekmek istiyorum gerçekten. İran’da halka açık şarkı söyleyen ilk kadındır, Qamar. O dönemde başörtüsü olmadan halkın önüne çıkabilen iki kadın vardır. Biri Ermeni bir aktrist, bir Hristiyan olduğu için onun açısından sorun yoktu. Qamar ise Müslüman kökenli biri olarak bunu yapmıştı. O dönemde müzikle Yahudiler, sinemayla da Ermeniler ilgileniyordu ve İran kültürüne önemli katkılarda bulunmuşlardı. Qamar, 1920’lerde başörtüsünü atıp halkın karşısına çıktığında büyük olay oldu. Tutuklandı ve başını şarkı söylerken bir daha açmayacağına dair imza alındıktan sonra salıverildi. Ama gene yaptı.
Sadece tabuları yıktığı için değil şarkı söyleme tarzıyla da çok önemlidir, Qamar. Farklı söyleme biçimlerini bir araya getirir ve hala pek çok takipçisi olan komplike bir tarz geliştirmiştir. Annesiz babasız kalmış küçükken ve büyükannesi büyütmüş onu. Büyükanne ona dini tarzda söylemeyi öğretmiş. Sonra Murteza Neydavood’un öğrencisi olmuş, Morg-e Sahar’in bestecisidir. Tar çalardı. O da bir Yahudiydi ve İran müziğinde çok önemli bir figürdü. Qamar, bu iki tarzı birleşmiştir.
Kamar’in biyografisi de önemlidir. Sıfırdan İran’ın en önemli starı haline gelmiştir ve öldüğünde yine beş parasız, yalnız ve kimsesizdir.
Peki ya, Delkash ve Guguş’la ilgili neler dersiniz?
Delkash, Qamar’ın takipçisidir ama taklitçisi değildir. Kuzey İran’dan küçük bir kasabadan gelir Tahran’a. Kendi memleketinde şarkı söyleyebilmek için takma bıyık kullanmıştır, Tahran’da artık buna ihtiyaç yoktur. Qamar, o mücadeleyi zaten kazanmıştır. Delkash, sinema yıldızı da olur ve filmlerde şarkı söyler. Biraz daha batılı bir tarafı vardır. Qamar’dan sonra bir sonraki adımı o atmıştır. Tüm müzik türlerine açıktır. Qamar’ın unutulduğu bir dönemde ona sahip çıkar. Guguş da Delkash’i takip eder. Guguş, aralarında en batılılarıdır ve Delkash’ın da önüne geçer. Guguş daha çekici ve güzeldir, Delkash’i sinemadan da siler. Guguş şimdi çok kötü şeyler söylüyor ama 70’lerde çok güzel popüler şarkılar söylüyordu. Dünyaya yayılmıştı o dönemde.
Filmdeki Fransız müzisyenlerle ve Tunus’tan Emel Mathlouthi ile nasıl tanıştınız, filme nasıl dahil oldular?
Konserin yapılabilmesi için yabancı müzisyenleri de konsere dahil etmeyi düşünüyorduk. Daha sonra Fransız yapımcım sayesinde Fransız müzisyenlerle tanıştım. Tunuslu Emel Mathlouthi’nin hikayesi ise daha farklı, Tunus’taki devrimci mücadelenin bir parçasıydı. Tahran’da da pek çok insan onu tanıyordu. Çünkü batıda da, Arap ülkelerinde de, Türkiye’de de, İran’da da hepimiz aynı acıları çekiyoruz ve aynı devrime ihtiyaç duyuyoruz. Kültürel bir devrim ve hepimizin düşmanı da aynı, aşırı İslamcılar bir tehlike ama aynı şekilde liberalizm de büyük bir tehlike. İstanbul’da bu kadar alışveriş merkezine ihtiyaç var mı örneğin? Bir sokakta üç tane Starbucks gerekli mi? Emel benim için hem şarkı söyleyen hem de mücadele eden bir insan. Arap dünyasını, post kolonyalizmi, Fransa’daki mücadeleyi temsil ediyor benim için.
Son olarak filminizin etkileyici karakteri, konserin gerçekleşmesi ve kadın sesinin duyulması için birlikte mücadeleye giriştiğiniz kardeşiniz Sara Najafi ile nasıl çalıştınız?
Kardeşim daha önce benim tiyatro oyunlarım ve kısa filmlerim için müzik bestelemişti. Onunla yakınız, birlikte iş yapmasak bile üzerine konuşuruz mutlaka. Sara’ya büyük saygı duyuyorum. Bu film sırasında onu yeniden tanıdım. Film sırasında her şeyi yapanın o olduğunu anladım.
Bu filmde kardeşim olmaktan öte kendi kuşağının temsilcidir Sara. İslamcı dönemde büyümüş ama başka bir hayat isteyen kadınların temsilcisi. Bu film benim için aynı zamanda bu kuşağa gösterdiğim bir saygının göstergesidir.